Altın Koza Günlükleri 2024 #1
Bu yıl 31. kez düzenlenen Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Yarışma heyecanı başladı. 11 filmin yer aldığı Ulusal Yarışma’yı festival günlükleriyle takip ediyoruz. Günlüklerin ilk parçasında Bildiğin Gibi Değil ve Hêvî (Umut) filmlerini değerlendiriyoruz.
Bildiğin Gibi Değil
İlk filmi Borç’la (2018) tanıdığımız Vuslat Saraçoğlu’nun ikinci uzun metrajı Bildiğin Gibi Değil (2024), babalarının ölümün ardından yeniden bir araya gelen üç kardeşe odaklanıyor. Sınıfsal ve kültürel olarak birbirlerinden çok farklı karakterlere sahip olan Tahsin, Yasin ve Remziye, cenazenin ardından çocukluklarının geçtiği evde birlikte vakit geçirmek zorunda kalıyor. Tokat’ta geçen hikâye, üç kardeşin -yönetmenin kendi deyişiyle- “aynı geçmişi nasıl hatırladıklarını” irdeliyor ve bu sırada aile ve kardeşlik bağlarının çetrefilli taraflarına trajikomik bir bakış atıyor. Filmi kendi çocukluğunu geçirdiği evde çeken yönetmen, çoğunlukla iç mekânda geçen ve diyaloglar üzerine kurulu bir üslup tercih ediyor. Karakterlere eşit mesafeden yaklaşan kadrajlarla ve orta plan çekimlerle başlayan film, üç kardeş birbirine yaklaşıp uzaklaştıkça ve filmin karakterlere olan mesafesi değiştikçe daha fazla yakın plan kullanmaya başlıyor. Film ilerledikçe hem kamera hem de kurgu, daracık bir alanda bir ömrün hesaplaşmasını yaşamak zorunda olan karakterlerin iç dünyasını yansıtmak için daha dinamik -bazen de taraflı- bir hale geliyor. Bildiğin Gibi Değil, üç ana karakterli bir film olmasına ve her birinin hikâyesini ayrı ayrı önemsemesine rağmen, en küçük kardeş olan Remziye’ye daha yakın duruyor ve belki de bu yüzden ortaya çok boyutlu, izlemesi heyecan verici bir karakter çıkarıyor. Heyecanlı olduğu kadar zaman zaman yıkıcı da olabilen, kimi zaman isyankar kimi zaman “uyumsuz” bir kişiliğe sahip olan Remziye’nin abileriyle olan çatışması, filmin ana iskeletini oluşturuyor.
Topluma, aileye ve kadın olmaya dair konuşulması ve yüzleşilmesi oldukça zor meseleleri deşen Bildiğin Gibi Değil, doğası gereği oldukça zor bir yük üstleniyor. Karakterlerin arasındaki çatışmalar; hem sınıfsal, hem kültürel, hem de toplumsal cinsiyete dair pek çok katmana sahip. Karakterlerle ilgili öğrendiğimiz bilgiler üç ayrı (hatta babayı da katacak olursak dört) hattan sürekli olarak artıyor. Babanın nasıl ve neden öldüğüne, Tahsin’in bu ölümdeki rolüne, evden daima uzak kalan Yasin’in babasıyla ilişkisine, Remziye’nin geçmişte yaşadığı büyük travmaya dair bilgiler yavaş yavaş anlatıya dahil oluyor. Ekranda kaldıkları ve hikâyede işlendikleri sürenin, tüm bu büyük bilgileri işlemekte zaman zaman yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. Bir yandan ailenin geçmişine dair ve babanın ölüm hikâyesine ilgili bilgileri toplamaya, bir yandan da Remziye’nin sürekli değişen ruh halini anlamlandırmaya çalışırken filmin duygusundan yer yer çıkmak durumunda kalıyoruz. Bu durumda yoğun karşılaşmaların yaşandığı duygusal olarak yüksek bazı sahneler, öncesindeki karmaşa nedeniyle yeterince etkili olamıyor (Final sahnesinin bu anlamda filmin geneline göre çok daha güçlü ve etkili olduğunu da ekleyelim.) Yine de film, bu sahnelerdeki duygusal yükü omuzlamamız için olabildiğince yardımcı oluyor. Mizansen ve sinematografi konusunda tercih ettiği sade üslup, müziğin olabildiğince minimal tutulması ve oyuncuların ölçülü performansı sayesinde duygusal olarak herhangi bir şekilde manipüle edilmeden, çıplak bir çatışmaya tanık oluyoruz. Aslı Ildır
Hêvî (Umut)
31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Yarışma’da seyirciyle buluşan ikinci film Orhan İnce imzalı Hêvî’ydi (Umut, 2024). Orhan İnce, Ali Ata Bak (2011) ve Adem Başaran (2014) gibi kısa filmleriyle tanınan bir sinemacı. Hêvî ise yönetmenin ilk uzun metrajı. Film, ‘taşranın taşrası’ olarak nitelendirebileceğimiz bir mekâna, bir köye birkaç kilometre uzaklıkta yaşayan, yakın zamanda annelerini kaybetmiş bir ailenin yaşantısına odaklanıyor. Sağır ve dilsiz Zeyno’nun annesinden yadigâr koyunuyla kurduğu bağı, abisi Çeto’nun gelecek hayallerini, baba Mustafa’nın hayvan ticaretiyle ailesini geçindirme çabasına tanıklık ediyoruz.
Orhan İnce ilk uzun metrajında ulusal yarışmalarda görmeye epey aşina olduğumuz şekilde bir taşra anlatısı inşa ediyor. Bir yandan odaklandığı ailenin geçim dertlerine, gelecek hayallerine ve günlük yaşantısına odaklanırken benzer örneklerde sıklıkla rastladığımız biçimde taşra yaşamının ‘gizem’i ve ‘sıkıntı’sına bakmak yerine taşra insanın gündeliğine bakış atmayı tercih ediyor. Öte yandan gündeliğe bakma biçimi filmin içeriksel olarak yapılanmasına, karakterlerin anlatıda taşıdığı pozisyonların derinleşmesine bir miktar engel olmuş gibi görünüyor. Üç karakter etrafında kurulan anlatı bazı kısımlarda oldukça ilgi çekici potansiyeller barındırsa da senaryonun bu potansiyelleri kullanıp karakterlerin iç dünyalarını açmak yerine günlük yaşantı akışına odaklanmayı seçtiğini görüyoruz. Çeto’nun gelecek hayalleri ya da Zeyno’nun koyunuyla kurduğu bağ gibi her biri önemli potansiyeller barındıran öğeler de filmin ana taşıyıcılarından ziyade yan hikâyeler olarak kalıyor bu sebeple.
İnce’nin rejisi bu içeriksel dengeyi mesafeli bir yaklaşımla yorumluyor. Bolca geniş planın, manzara odaklı çerçevelerin kullanıldığını görüyoruz. Gün ışığının, sonbahar renklerinin ve durgun mizansenlerin de bol bol tercih edildiği görsel dünya kamera kullanımıyla da anlatısal bir mesafe açıyor. Kameranın sık sık anlam devşirmek üzere hareket ettiğine, günlük olanı yırtma hevesi gösterdiğine, belki de görünenin ötesinin altını çizdiğine tanık oluyoruz. Filmin kurduğu içerik-biçim dengesindeki bu mesafe filme ilgi çekici bir görsel katman eklese de bilhassa Çeto’nun ve Zeyno’nun dünyasına bir miktar daha girme isteğimize engel olan bir etki de bırakıyor. Özellikle kısa filmleriyle heyecan yaratan Orhan İnce’nin tamamı Kürtçe çekilmiş bu ilk uzun metrajı Kürdistan coğrafyasına Kürdistan insanı üzerinden bakmasıyla kıymet taşısa da yönetmenin kariyerine dair beklentileri bir sonraki filmine erteleyecek gibi de görünüyor. Ekrem Buğra Büte