Toronto Günlükleri 2021 #3: Benediction, The Rescue, 7 Prisioneiros, Montana Story
Formda bir Terence Davies, gözünü Oscar’a dikmiş bir belgesel, ikinci filmiyle iddialı gelen genç bir yönetmen ve bir zamanların Amerikan bağımsız sinemasına geri dönüş… 46. Toronto Uluslararası Film Festivali devam ediyor.
Her ikisinin de çok seveni var, biliyorum ama peş peşe gelen Sunset Song (2015) ve Sessiz Bir Tutku’nun (A Quiet Passion, 2016) Terence Davies sinemasında daha zayıf bir döneme denk düştüğüne inancım devam ediyor. Belki de bu yüzden, Toronto Film Festivali‘nin Özel Gösterimler bölümündeki dünya prömiyerinden sonra haftaya da San Sebastián’da yarışacak Benediction beni hiç beklemediğim şekilde etkiledi. Sunset Song ve Sessiz Bir Tutku Davies sinemasına hiç yabancı olmayan hikâyeler anlatsalar da bir türlü çekildikleri dönemle bağ kuramayan, biçimsel tercihlerindeki tutuculukla tıkanan filmlerdi bana göre. İlginçtir ki Benediction da bir anlamda zamana ayak uyduramamak üzerine bir film.
İngiliz şair ve yazar Siegfried Sassoon’un hayat hikâyesini perdeye taşıyan Davies, iyi çekilmiş sanatçı biyografilerinin izlediği yoldan gidiyor ve Sassoon’un neyi neden yaptığına kesin cevaplar aramak yerine bir hissin peşine takılıyor. Çizgisel bir akış olmadan çağrışımsal bir kurguyla zamanda serbestçe ileri ve geri giden film, bu şekilde aidiyetsizlik hissini de güçlendiriyor. Sassoon’un Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan travmalarıysa bazen bir konser salonunda karşısında oturduğu sahneye, bazense baktığı boş bir alana yansıyan savaş görüntüleriyle filmin bütününe yayılıyor. Pek çok ânına can acıtan bir hüzün ve kasvetin hâkim olduğu Benediction, kesinlikle Davies’in en iyi filmlerinden.
İki yıl önce Free Solo’yla (2018) Oscar kazanan belgeselci ikili Elizabeth Chai Vasarhelyi ve Jimmy Chin, yine tehlikeli sporlarla bağlantılı ama bu sefer duygusal açıdan çok daha sarsıcı bir olayın filmini yapmışlar. Üç yıl önce tüm dünya günler boyunca nefesini tutmuş ve Taylandlı bir çocuk futbol takımı ve antrenörlerinin mahsur kaldıkları Tham Luang mağarasından kurtarılma çalışmasını takip etmişti. Vasarhelyi ve Chin The Rescue’da kurtarma ekibinden gönüllülerle yaptıkları röportajları, haber görüntülerini ve kurtarma operasyonu sırasında yapılmış kayıtları (bir kısmı olayı yaşamış kişilerle çekilmiş yeniden canlandırmalar) birleştirerek tüm süreci kronolojik olarak anlatıyorlar. Açıkçası burada belgesel sinema adına yeni ve heyecan verici hiçbir şey yok. Fakat gerek olayın etkileyiciliği gerekse dalış sahnelerinin gerilimiyle baştan sona ilgiyle izlenen bir belgesel. Özellikle Free Solo’nun başarısı nedeniyle The Rescue’nun da ödül sezonunda adından söz ettirmesi bekleniyor.
İlk filmi Socrates’le (2018) pek çok festivalde yarışan ve dikkat çeken Alexandre Moratto, ikinci filmi 7 Prisioneiros’la Toronto’nun Güncel Dünya Sineması bölümündeydi. Mütevazı bir büyüme hikâyesi anlatan Socrates sonrasında Moratto daha büyük ve iddialı bir işe kalkışmış. Bu sefer genç erkekleri kaçırıp zorla kaçak işçi olarak çalıştıran bir çetenin eline düşen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Karakterlerin gelişimi ve çatışmaları açısından beklenen hemen her hamleyi yapan film, yenilikten uzak ama bir klasik sinema örneği olarak bakarsak da derdini düzgünce anlatan ve temiz bir iş. Socrates’te olduğu gibi Ramin Bahrani ve Fernando Meirelles’in yapımcı desteği verdikleri 7 Prisioneiros’un başrol oyuncusu da yine Socrates’ten tanıdık Christian Malheiros. Film kasım ayından itibaren tüm dünyada Netflix üzerinden izlenebilecek.
Festivalin Platform yarışmasındaki filmlerden Montana Story ise ilk dakikalarında pek olumlu intiba bırakmayan bir film. Ölüm döşeğindeki babalarını ziyaret etmek üzere taşradaki çiftlik evine dönen iki üvey kardeş ve sürekli geçmişin eşelendiği sorunlu bir aile… 90’larda ve 2000’lerin başında, Amerikan bağımsız sinemasının o parlak zamanlarında buna benzer ne çok film izledik diye düşünüyor insan ister istemez. Zaten Montana Story’nin yönetmenleri Scott McGehee ve David Siegel da tam bu bahsettiğimiz zamanlardan beri aktif; Suture (1993), Dipsiz (The Deep End, 2001), Umut Mevsimi (Bee Season, 2005) veya Arada Kalan (What Maisie Knew, 2012) gibi filmleriyle hatırlayabileceğiniz bir ikili. Heyecan verici olmaktan ziyadesiyle uzak demodeliği en başta izleme zevkini azaltsa da ağır ağır gelişen ve zamanla kendini bulan bir film bu. Hikâyenin ve karakterlerin oturması biraz zaman alıyor ve bu süreçte oyuncu performansları da iyiye doğru bir ivme kazanıyor. Yine filmin ikinci yarısında olayların geçtiği coğrafya da işlevsel bir hâl alıyor. Açık alanlar ve ekranı kaplayan manzara görüntüleri arttıkça, hikâyenin dertleri de tek bir evin ve ailenin sınırlarının ötesine geçerek Amerika’ya dair bir hisse ulaşıyor. Bir şekilde asla tam anlamıyla tatmin edemese de Montana Story’den geriye, içinde bir yerlerde yeterince parlatılamamış iyi bir film olduğu duygusu kalıyor.
46. Toronto Film Festivali’ni takip eden Engin Ertan’ın festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Toronto Günlükleri 2021‘
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde gazetecilik eğitimi alırken, 2000 yılında, Sinema Dergisi'nin kadrosuna editör göreviyle dâhil oldu ve profesyonel sinema yazarlığına başladı. 2009-2013 yılları arasında yazı işleri müdürlüğünü üstlendiği Sinema Dergisi'nde 13 yıl boyunca düzenli yazmaya devam etti. Bugün sinema yazılarına Altyazı ve Milliyet Sanat'ta devam ediyor.