Şu An Okunan
Venedik Günlükleri 2023 #2: Ferrari, Bastarden, The Wonderful Story of Henry Sugar, Poor Things

Venedik Günlükleri 2023 #2: Ferrari, Bastarden, The Wonderful Story of Henry Sugar, Poor Things

Venedik Film Festivali tüm hızıyla devam ederken pek çok önemli yönetmenin yeni filmi seyirciyle buluşuyor. Geçtiğimiz günlerde Michael Mann, Wes Anderson ve Yorgos Lanthimos’un yeni filmleri ilk gösterimlerini festival kapsamında gerçekleştirdi. Lanthimos’un Poor Things‘i şimdiden festivalin öne çıkan filmlerinden biri olmuş durumda.

“Ölümcül tutkumuz, korkunç neşemiz.” Michael Mann’in sekiz yıl aradan sonra çektiği filmi Ferrari’de karizmatik otomobil devi Enzo Ferrari’nin kendi tasarladığı arabalarda kaybettiği yarışçılarının (aynı zamanda da dostlarının) arkasından sarf ettiği sözler bunlar. Kişinin kendisine zarar veren, hayatını kontrol edemeyeceği şekilde değiştiren tutkuları başka nasıl ifade edilebilir ki? Belki ölümcül değil ama, neredeyse iki hafta boyunca en fazla beş saat uykuyla günde üçer dörder film izlemek de buna benzer değil mi? Işıklar kapanıp perdede ilk görüntü belirdiğindeki o his, korkunç neşemiz. 

Ferrari

Başrollerini Adam Driver ve Penelope Cruz’un paylaştığı Ferrari, konu edindiği sporun suretinde inşa edilmiş sanki. Mann’ın hedefe yönelik, titiz ve pragmatik yaklaşımına, daha dürtüsel, aksiyon ve atraksiyon hissi adına yapılan tercihler eşlik ediyor. Pragmatik çünkü biyografi anlatımı bağlamında sınırlı bir zamansal çerçeveyi esas alan yönetmen Enzo Ferrari’nin kişiliğini, yaşamındaki dönüm noktası niteliğindeki bir süreçte tanımamızı sağlıyor. Oğlu Dino’yu kaybetmesinin üzerinden yalnızca bir yıl geçmiş, fabrikası iflasın eşiğinde bir Ferrari var karşımızda. Aynı zamanda iş ortağı olan Laura’yla ilişkilerinin geri dönülemez bir dönemece girdiği bu dönemde sevgilisi Lina Lardi’yse oğulları Piero’yu meşru olarak tanımasını bekliyor ondan. Satışların artması ve eski görkemli günlere dönmek için tek çözümse, o yılki Mille Miglia yarışında ezeli rakibi Maserati’yi alt etmek. 

Enzo Ferrari’nin hem özel hem de profesyonel yaşamı arasında başarılı bir denge yakalayan Mann, dikkatimizi bir an olsun kaybetmemek için elinden geleni yapıyor. Ferrari kendisini abartılı bir biçimde ciddiye almayan, seyircisine tarihsel ve biyografik kesinlikten ziyade karakterinin yaşamını motive eden hız, heyecan ve tehlike duygularına odaklanan bir film. İngilizce konuşan oyuncuların İtalyan aksanları veya Adam Driver’ın Enzo Ferrari’ye fiziksel olarak benzeyip benzememesi filmin başarısını ölçecek koşullar değil kesinlikle. Özellikle ani kesmeler ve tekrarlarla mekanik bir ritme sahip yarış sahnelerinde filmin peşinde olduğu hisleri ustalıkla aktaran Mann, kendi film ve hız tutkusunu da tatmin ediyor böylece. Sonuç olarak da hem anlattığı karaktere hem de sanatçı olarak kendisine sadık kalan bir film çıkartıyor ortaya.

Bastarden

Gösterimi Ferrari’nin ardından yapılan Nikolaj Ancel imzalı Bastarden de gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor. Film 18. yüzyıl Danimarkası’ndaki, çalılıklarla kaplı elverişsiz Yutland topraklarında tarım yaparak bir yerleşim kurmayı hedefleyen Ludvig Kahlen adında bir yüzbaşının hikâyesini anlatıyor. Bir toprak sahibinin gayrimeşru çocuğu olan Kahlen, toprağı işlemeye hazır hâle getirmek için uğraşırken, bir yandan da arazinin kendisine ait olduğunu iddia eden acımasız aristokrat Frederik de Schinkel’le mücadele ediyor. Kahlen’in çevresinde ona bu zorlu süreçte yardım eden ve hikâye ilerledikçe yaşamı ve hayaliyle ilgili kararlarını sorgulatan insanlar var. Schinkel’in zulmünden kaçan hizmetçi Ann Barbara ve kocası, iyi kalpli rahip Anton Eklund, koyu tenli olduğu için uğursuz olduğu düşünülen öksüz çingene kızı Anmai Mus ve Schinkel’den kurtulup Kahlen’le evlenmek isteyen kuzeni Edel Helene. Her yan karakterin film içinde önemli bir konuma sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, Bastarden’in büyük ölçüde hikâye odaklı bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkün. Mads Mikkelsen’in Kahlen’in çelik gibi iradesini ve saplantılı kararlılığını başarıyla aktardığı film, doğaya hükmetmenin peşinde olan Aydınlanma Çağı insanının bir portresini çiziyor esasen. Film konusu itibariyle Werner Herzog’un Aguirre, Tanrının Gazabı (Aguirre, der Zorn Gottes, 1972) ve Fitzcarraldo’su (1982), Lucrecia Martel’in Zama’sı (2017) hatta Kubrick’in Barry Lyndon’ı (1975) gibi Prometheus arketipli hikâyelerden çağrışımlar yapsa da Kahlen’in en nihayetinde insani duyguları seçmesiyle tam tersi bir yöne evriliyor. Mikkelsen’in yanı sıra özellikle Ann Barbara’yı canlandıran Armand Collin’in ve Schinkel rolünde, en başarılı kötü karakter temsilleri listesine girmeyi kesinlikle hak eden Simon Bennebjerg’in performanslarının öne çıktığı Bastarden’in olumsuz eleştiriyi hak eden bir yönünü bulmak zor. Film hikâye ve karakter inşası açısından belli bir seviyenin üstünde olsa da benzer temaları ele alan tarihsel dramalardan farkını ortaya koymasını sağlayacak özgün biçimsel bir yönünün bulunmadığını da belirtmem gerek. 

The Wonderful Story of Henry Sugar

Son yılların en aktif sinemacılarından biri olan, ve buna rağmen yaratıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen Wes Anderson, The Wonderful Story of Henry Sugar filmiyle festivalin Yarışma Dışı bölümünde yer alıyor bu sene. Roald Dahl’ın aynı adlı öyküsünden uyarlanan ve üç diğer filmle beraber bir antoloji serisi oluşturacak Henry Sugar, otuz yedi dakikacık süresiyle tadı damağımızda kalan bir hikâyeye sahip. Devamlı aynı isimlerle çalıştığını görmeye alışık olduğumuz yönetmenin bu defaki oyuncu kadrosuda Ralph Fiennes dışında ilk kez beraber çalıştığı Benedict Cumberbatch, Richard Ayoade, Dev Patel ve Ben Kingsley var. Filmi Henry Sugar isminde para kazanmak kadar harcamayı da seven zengin bir kumarbazın, gözü kapalı bir şekilde görebilen bir gurunun sırrını öğrenme çabası şeklinde özetlemek pek doğru olmaz zira Dahl’ın anlatısı bir hikâyeden diğerine atlayan karmaşık bir yapıya sahip. Özellikle Fransız Postası’nda (The French Dispatch, 2022) başlayan ve Asteroid Şehir’de (Asteroid City, 2023) de etkisi hissedilen bu iç içe hikâye anlatımı Anderson sinemasında yerleşik bir konum edinmiş gibi gözüküyor. Anderson ayrıca anlatıcı karakterlerinin doğrudan kameraya bakışları ve anlatıya vurgu yapan hikâye zaman kipli replikleriyle (dedi, söyledi, yaptı vs.) hikâye anlatımını filminin esas odağı hâline getiriyor. Filme biçimsel yönden baktığımızda, sahne dekorlarında da kullanılan kaydırmalı maketleri tercih eden yönetmen üç boyutlu çocuk kitaplarını akla getiren bir estetik inşa etmiş. Gözü kapalı bir şekilde etrafını görebilen bir adamın hikâyesini anlatan Henry Sugar’ı sinemasal bir anlatı içinde ele almak ilginç bir tercih. Yazılı bir metni okurken zihnimizdeki ‘görselleştirme’ süreci aslında Dahl’ın bahsettiği sürece karşılık geliyor zira. Oysa görsel dünyanın karşımızda durduğu film formu bağlamında, hele de Anderson’ınki gibi görecek çok fazla şeyin olduğu mizansenlerde, bu süreci aktarmaya çalışmak zorlu bir iş. Belki de Anderson, detaylar karşısında hissizleşsen görsel dikkatimizi, bizzat görme eylemine yoğunlaştırarak harekete geçirmeyi hedefliyor böylelikle. İnternette yapay zekâyla üretilen Wes Anderson tarzı görseller dolaşadursun, usta yönetmen sinemasının pastel renkler ve simetriye indirgenemeyeceğini bir kez daha hatırlatıyor bize. 

Poor Things

Gelelim şimdiye kadar ana yarışmada yer alan filmler arasında tartışmasız bir şekilde herkesin favorisi olan Poor Thingse. Yorgos Lanthimos’la Emma Stone’un bir kez daha buluştuğu film Alasdair Gray’in aynı adlı romanına dayanıyor. (Roman, 2012 yılında ‘Zavallılar’ başlığıyla ve Süha Sertabiboğlu çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından Türkçede yayımlandı fakat güncel bir baskısı bulunmuyor.) Poor Things birçok eleştirmenin dikkat çektiği üzere temelde Frankenstein’ın anlatısını akla getiriyor. Godwin Baxter isminde dâhi bir cerrahın, intihar eden hamile bir kadının beynine bebeğinin beynini yerleştirerek hayat verdiği Bella Baxter, filmimizin esas kahramanı. Godwin, öğrencilerinden Max MacCandless’ı Bella’nın gelişimini gözlemesi için görevlendiriyor ve onunla beraber biz de Bella’yı tanımaya başlıyoruz. Tıpkı bir bebek gibi bölük pörçük cümleler kuran ve motor becerileri yeni gelişen bir bebeğin duruşunu bire bir aktaran Emma Stone özellikle bu bölümlerde harika bir performans sergiliyor. Zaman geçtikçe zihinsel anlamda büyüyen Bella, cinselliğini keşfediyor ve onu baştan çıkaran sinsi avukat Duncan Wedderburn’le Avrupa’da yeni keşiflerle dolu bir maceraya atılıyor. Poor Things’in benzetildiği tek anlatı Frankenstein değil. Yaşadığı kapalı ve korunaklı evden bambaşka bir dünyaya adım atan Bella’nın hikâyesi, Greta Gerwig’in Barbie’sini (2023) de akla getiriyor zira. Ayrıca Duncan Wedderburn, ‘Ken-erjisi’ oldukça yüksek bir karakter! Wedderburn’ü canlandıran Mark Ruffalo’nun belki de kariyerinin en başarılı performansına imza attığını da söylemek gerek. Bu açıdan bakıldığında Poor Things feminist yönü oldukça ağır basan bir anlatıya sahip. Bella, bir erkek tarafından ‘yaratılan’ ancak kuralları erkeklerin koyduğu dünyada özgürce kendi arzularını keşfederek benliğini inşa etmeyi başaran bir kadın çünkü. Avrupa’da onu yüksek sosyeteye sokmaya çalışan Duncan Wedderburn’ü kadınlara dayatılan toplumsal normlara uymayan açık sözlülüğü, tavırları ve doymak bilmeyen seks düşkünlüğüyle çileden çıkarması da bunun en somut kanıtlarından biri.

Poor Things’le Lanthimos’un biçimsel anlamda en yaratıcı filmine imza attığını söylemek yanlış olmaz. Sarayın Gözdesi’nde (The Favourite, 2018) de tarihsel bir anlatıyı ele alsa da, Poor Things Viktoryen dönemi hatırlatan ancak modern bir dokunuşa da sahip fırfırlı, volanlı kostümleri, Gaudi tarzı kıvrımlarla dolu iç mekân tasarımlarıyla rengarenk bir film evreninden besleniyor. Bella’nın evde Godwin’in gözetimi altında yaşadığı kısım siyah-beyazken sonrasında renkli hâle gelen filmde balık göz lensle çekilen, alışılmışın dışındaki açılar bu evrene dışavurumcu bir boyut da katıyor. Festival dışında Oscar sezonunda potansiyel adaylıkları da konuşulan Poor Things gerçekten de hem oyuncu performansları hem de kurduğu görsel-işitsel evren açısından eksiksiz bir film. Şu an itibariyle Venedik’ten ödülsüz dönmeyeceğine kesin gözüyle bakıldığını da not düşelim.


80. Venedik Film Festivali’ni takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Venedik Günlükleri 2023

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.