Şu An Okunan
Ulysses Çevirmek: Kurucu ve Yabancı

Ulysses Çevirmek: Kurucu ve Yabancı

Yönetmenliğini Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in üstlendiği Ulysses Çevirmek, çevirmen Kawa Nemir’in James Joyce’un başyapıtı ‘Ulysses’i Kürtçeye çevirme yolculuğuna tanıklık ediyor. Bu tanıklık, dilin tarihsel özünü açık etme, anadilin ve uluslaşmanın farklı görünümlerine kulak kesilme anlamı taşıyor.

‘Ulysses’in Penguin Books baskısı için kaleme aldığı uzun girişte Declan Kiberd, elitist bir anlaşılmazlıkla itham edilen Joyce’un aslında ısrarlı bir şekilde edebiyatın demokratikleştirilmesinin peşinde olduğunu anlatır: Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında dört bir yanda egemen olan soyut ve hamasi değerlere karşı materyalist bir beden epiği. “Bizi bunca mutsuz eden bu büyük kelimelere” karşı bir kitap.[1] Joyce, aksak bir tanrı olan Odisseus’u da öncelikle savaşları mümkün kılan boş kahramanlık övgülerine inanmayan gönülsüz bir kahraman olduğu için seçmiştir. Şiddeti kendini beğenmiş bir sahtekârlık olarak gören yazarın niyeti epiği evcilleştirmektir.

Kiberd’e göre modern edebiyatın çok önemsediği eşsizlik duygusuna karşılık ‘Ulysses’ hem metnin kendisini hem de başlıca karakterlerini tırnak içine alıyordu. Leopold Bloom hem sıradan ve tekildi hem de Odisseus’un (bu kez bir kral değil kahramanlıktan, militarizmden, hatta fetihlere ve zaferlere dayalı erkeklikten çok uzakta İrlandalı bir Yahudi olarak) yeniden dünyaya gelmesi demekti.[2]

Joyce’un çizgisel tarihin zalimliğine karşı tutunduğu bir dal olan döngüsel tekrar fikri, Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Ulysses Çevirmek (Wergerandina Ulyssesê, 2023) filminin üstü örtük merkezini oluşturuyor. Kuryel ve Yücel, Kawa Nemir’le çözüm sürecinin sona ermesiyle başlayan çatışmaların ardından 2018’de Amsterdam’a yerleştiğinde tanışmış ve bu tanışıklığın hikâyesini kaydetmişler. Böylece seyirci olarak hem Nemir’in 2012’den beri devam eden ‘Ulysses’ çevirisinin tamamlanma sürecine şahit oluyor hem de onu tek kişilik bir tercümanlık bürosu gibi çalışarak ömrünü Shakespeare’den Yeats’e edebiyat kanonunun en önemli metinlerini Kürtçeye kazandırmak için adamaya yönelten süreci anlama şansı buluyoruz. 

Dil ve Ulus

Geçen birkaç yüzyılda dil reformları ve onlara giden yolda yapılan hararetli tartışmaları takip edince, keskin siyasi dönüşümlerle olan paralelliklere insan biraz şaşırıyor. Görüyoruz ki modern çağda ulus dili, dil ulusu yapmıştır. Napolyon’un aydınlanmanın ideallerini yerle bir ettiği sırada hummalar içinde kavrulan Alman aydınlarının en büyüklerinden Johann Gottlieb Fichte’ye göre ne bir ırkın ne ortak kültür ya da tarihin tanımlayabileceği Almanlığın özünü kuran şey, başka dillerden farklı olarak onları duyuların erişemeyeceği yüksek görülere çıkaran, felsefi düşünceye yatkın kılan Almanca dilidir. Geçen yüzyılın en karanlık dönemeçlerinde hep başrollerde yer almış olan Alman milliyetçiliğinin görece az bilinen kaynaklarından olan Fichte’nin dile atfettiği bu kurucu ve merkezî yer, Heidegger’in ünlü “varlığın evi” tanımının da kökenlerinde yatar. Almanlar aşırıydı ama yalnız değildi; Avrupa ulus devlet paradigmasına geçerken işe hep dilden başladı. Kojin Karatani, ‘Derinliğin Keşfi’nde daha da ileri giderek Meiji Restorasyonu’ndaki söz-yazı birliği hareketinin Japonya edebiyatında içselliği, dolayısıyla da Batılı anlamda özneyi icat ettiğini söyler.[3]

Geoffrey Lewis’in Almanlar başta olmak üzere birtakım ulusların “milliyetçi eğilimlerle yürüttüğü, dillerindeki yabancı kelimeleri tasfiye edip yerlerine yerli olanları koymak şeklindeki bilinçli seferberlik” olarak tanımladığı dil mühendisliğinin bir parçası olan Türk dil reformu birbirinden çok farklı iki faaliyet aşamasının sonucuydu: 19. yüzyıl ortasında ilk nüveleri ortaya çıkan, özel kişiler ve grupların izole çabalarının ardından 1930’larda başlayan seferberlik.[4] Lewis’in ilerleme değil kesintiye yönelik olduğundan Türkçe ifadesiyle devrim olarak gördüğü 1930’ların arılaştırıcılık/özleştirmecilik temelli yöntemlerinin olumlu olumsuz sonuçlarıyla yaşamaya devam ediyoruz. Dahası, meselenin siyasetteki kurucu özünün altını çizer şekilde bu tartışmanın iki dünya görüşü arasındaki basit turnusollerden biri olarak belli dönemlerde tekrar canlandırıldığına da şahidiz. 

Tercüme hareketleri dil reformlarıyla iç içe geçen olgulardı. Bizde Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki çevirilerden Martin Luther’in İncil çevirisine kadar gidersek, çeviriye yüklenen anlam ve görevlerin büyüklüğüne de şaşarız. Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel’in gözetiminde kurulan Tercüme Bürosu’nun, onun bakan olduğu 1940-1946 yılları arasında 468 kitabın basılmasını sağladığını belirtiyor (ve muhafazakâr cenahın Batı merkezci suçlamasını haklı çıkaracak şekilde “bunlardan 15 tanesi, yani sadece yüzde üçü Doğu klasikleriydi” diye ekliyor).[5] Genç Cumhuriyet, Yücel önderliğinde bu çeviriler sayesinde Batı’yla mesafesini kısa yoldan kapamaya çalışıyor, bir yandan yüzünü döneceği kanonu, bir yandan ortak dilin sınırlarını belirliyordu. Almanca düşünen bir başka dil felsefecisi Wittgenstein’ın tabiriyle dilin sınırlarının dünyanın sınırlarını belirlediğine duyulan inanç aslında herkesçe paylaşılan bir doğru değildir. Nitekim Lewis’in kitabının Türkçe çevirisine muhafazakâr taraftan bir giriş yazısıyla başlayan editörü, Yahya Kemal’i alıntılar: “İmlamız, lisanımız düzelince, lisanımız da kafamız düzelince düzelecek; çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur, fazla değil!”

Tercüme hareketlerine devlet televizyonunun etkilerini ekleyebiliriz. Örneğin İtalya’da ortak dil için yapılan düzenlemelerin tümünün ancak televizyonun gündelik hayata egemen olduğu 50’lerden sonra kesin olarak etkili olduğunu görüyoruz. 

Dil devriminin arılaştırıcılığı Osmanlıcaya ve Doğu dillerinin etkisine karşı bir hareketti. Bazı muharebeleri kazandı, bazılarını kaybetti. Bazı yeni sözcükler eskileri yendi, bazıları vücutta tutunamayan yabancı maddeler gibi atıldı gitti. Bu tartışmanın içinde bir muharebe alanı ise neredeyse hiç görünür olmadı: Türkçeyi şekillendirmeye yönelik her devlet politikası ve faaliyeti, Türkçenin konumunu yalnızca Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında konuşulan dillerden biri ve en önemlisi değil, yegâne ve mutlak olan olarak sabitlemek işlevine sahipti.  

Kawa Nemir’in Serüveni

Bu uzun tarih parantezini kapatıp hem Tercüme Bürosu, hem Dil Kurumu gibi çalışan Kawa Nemir’in ve Kürtçenin serüveninin biricikliğini anlamaya çalışalım. Sürecin çözülmesinden önce Diyarbakır’daki evinde çekilen görüntülerde aslında her yerde sürgünde olduğunu söyleyen Nemir’in, kendisinin de sonradan öğrendiği anadili Kürtçeyi, annesinden derlediği kelimeleri içeren el yazması sözlükler ile kaydetmeye, sınıflandırmaya, yer yer de inşa etmeye çalıştığını görüyoruz. “Sonradan öğrenilmiş anadilin” yarattığı bu paradoks, uzun zamandır devletin yokluğunda kültür politikaları işletmeye çalışan aydınlar için, Nemir’in de gördüğü gibi hem avantaj hem de dezavantajlar içeriyor. Devletin eliyle düzleştirilmemiş dil, çeşitliliğini ve organikliğini koruyor ama standardın ve kaynakların yokluğu her dilsel faaliyeti bir kurucu hareketin güçlükleri ve ağırlığıyla sınıyor. Nemir, ‘Ulysses’i bir roman değil bir sözlük, bir katalog, bir gramer kitabı ve bir kanonun temel direği olarak çevirdiğinin farkında. Bu misyona, Kürtçenin kurucu hareketini bir yüzyıla yakın bir süre geciktiren sömürgecilikten intikam alma arzusunu da ekliyor. 

Burada ‘Ulysses’e yüklenen konumun anlamıyla karşı karşıya geliyoruz. Barış sürecinde zaman zaman bir model ve bir derman umudu olarak yüzümüzü çevirdiğimiz İrlanda, Kürtler için modern sömürgeciliğin paradigmatik sembolü İngiliz sömürgeciliği ve ona karşı verilen mücadele demektir. Tırnak içine alınan, yinelenen yalnız Odisseus-Bloom-Joyce-Nemir değil, Paskalya Ayaklanması ile Cizre olur, onların arasındaki bağ görünür kılınır. Ancak başta tartıştığımız gibi Joyce’un gündelik ve minör dünyası, naif denebilecek pasifizmi ve İngiliz milliyetçiliğinin taklidi diye küçümsediği İrlanda milliyetçiliğine olan tepkisiyle dikkat çeker. Joyce kahramanlık mitlerinden uzak, sakin ve derin İrlandalılara inanır, dahası (Adorno’ya göre Batılı bireyin bir prototipi olan) Odisseus’u dünyaya Dublin’de de bir yabancı, Yahudi Bloom olarak döndürmüştür. Geçen yüzyılın yarattığı insanı, Nemir’in evine misafir olduğu ve Bloom’dan kendisine uzanan yolda bir yoldaşlık halkası olarak gördüğü Anne Frank’ı hesaba katmadan anlayamayız. 

Kiberd, “bütün kitapların sonunu getirecek kitap” olarak nitelendirdiği ‘Ulysses’te Joyce’un “edebiyatın tüm olanaklarını tüketmeye” çalıştığını söyler. Joyce, İrlanda dilini kurmaya çalışmaz; İngilizceyi içeriden parçalamaya ve onun içinde misafirler ve yabancılar için alanlar açmaya çalışan bir yapıbozum hareketine girişir. Bu yüzden Nemir’in projesini Cumhuriyet’in seferberliğine benzetemeyeceğimiz gibi, 19. yüzyılda Osmanlı’daki bireysel çabalara da benzetemeyiz. Geç kalan ve sistematik olmayan bu hareket, Kürtçenin oyuna edebiyatın sınırlarından girdiği, öyle bir modernleşmenin, hızlandırılmış aydınlanmacılığın, taklit yoluyla aslını yakalamanın mümkün olmadığını anladığımız bir dönemin parçasıdır. Aynı zamanda, belgeselde Amsterdam’da konut krizi parantezinde hissedilen ortak ve yeni bir evsizlik deneyiminin. (Filmin bölüm başlıklarından biri “Bir ev var ama nerede?” diye sorarken Heidegger gülünçleşir.) Yaşar Kemal mi Oğuz Atay mı sorusuna tereddütsüz Oğuz Atay diyen Kawa Nemir’in (tıpkı Joyce gibi) soru ne olursa olsun yanıtı milliyetçilikte aramadığı bellidir. 

Nemir, Ali Rıza Binboğa’nın mitleştirmeye çalışırken parodileştirdiği öğretmen-televizyona öfkelidir. Daha çarpıcı bir sahnede ise Kürt televizyonuna konuk olmuştur, aynı gezegende yaşadıklarına inanmakta güçlük çektiğimiz sunucuya yemek yaparken derdini anlatmaya çalışır: “Kürt şair Cigerxwîn’u yüceltiyoruz. İdollere tapmayı seviyoruz. Yemek zorunda bırakıldığın tatsız yemekler gibi…” Sunucu dinlemiş gibi başını sallar ve kaşığı uzatmasını ister, Nemir kaşığı uzatır, devam eder: “Kürtçe bir deyiş vardır, puding yerken dişimiz kırılır. Kurban gibi hissetmeyi bırakmalıyız.” Filmin Kürtçe bilmeyen iki yönetmeninin hiç alışık olmadığımız bir şeyi yaparak, karakterlerinin ağzından konuşmak yerine filmin içine dinleyici olarak girmeyi başardıklarını görürüz ve elbette bu başarıda kendi kendinin eleştirisini hamuruna dönüştüren ‘Ulysses’in de payı olabilir. 

Kanonunu edebiyatın sınırlarında arayan Kürt dili ve edebiyatının sonraki yüzyılını merak ve heyecanla takip edeceğimizi sanıyorum; sözü Kawa Nemir’e veren Ulysses Çevirmek bu yolculuğun -içeriden- tanıklarından biri.


NOTLAR

1 – Declan Kibert, Ulysses Introduction, Penguin Books, Londra, 1992.

2 – James Joyce, Ulysses, çev. Armağan Ekici, Norgunk Yayınları, İstanbul, 2012.

3 – Kojin Karatani, Derinliğin Keşfi, çev. Devrim Çetin Güven ve İnan Öner, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.

4 – Geoffrey Lewis, Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, çev. Mehmet Fatih Uslu, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2007.

5 – Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s. 245.


Ulysses Çevirmek, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.