Şu An Okunan
Berke Baş ile Dargeçit Üzerine Söyleşi: “Bir Yeryüzüne Çağırma Çabası”

Berke Baş ile Dargeçit Üzerine Söyleşi: “Bir Yeryüzüne Çağırma Çabası”

Hafıza Merkezi işbirliğiyle hayata geçirilen Berke Baş imzalı Dargeçit, Mardin, Dargeçit’te devlet güçlerinin elinde kaybedilmiş yedi kişinin ailelerinin ve avukatların verdiği hukuki mücadeleyi takip eden, çok katmanlı bir belgesel. Yönetmen Berke Baş’la filmin ortaya çıkış sürecini, çekimler sırasında deneyimlediklerini ve kayıp yakınlarına yaklaşımını konuştuk. 

Geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülü kazanan ve özel gösterimlerle seyirciyle buluşmaya devam eden Dargeçit, 1995 yılında Mardin, Dargeçit’te devlet güçlerinin elinde kaybedilmiş yedi kişinin ailelerinin ve avukatlarının verdiği hukuki mücadeleye odaklanıyor. Yönetmen Berke Baş’ın, yapımcı Enis Köstepen’le birlikte Hafıza Merkezi için yaptığı film, davanın açıldığı 2014 senesinden bugüne kadarki süreci takip ediyor. Yönetmen Berke Baş’la Hafıza Merkezi ve avukat Erdal Kuzu’yla olan işbirliğini, kayıp yakınlarına ve ailelere yaklaşımını, Cizre ve Lice davalarından Dargeçit’e uzanan süreci ve sanatçı Anıl Olcan’ın mermer anıtlarının filmin çerçevesini nasıl belirlediğini konuştuk. 

Filmin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz? Hafıza Merkezi’nin Faili Belli projesine nasıl dâhil oldunuz ve Enis Köstepen’le olan işbirliği nasıl ortaya çıktı? 

Benim için süreç şöyle başladı, 2017 Eylül’ünde Enis’ten bir telefon geldi. Enis’i 2005’ten beri tanıyorum, daha önce de aynı ortamda bulunmuştuk. Buluştuk ve orada bana Hafıza Merkezi’nin düzenlediği Faili Belli projesinden bahsetti. Aileleri, hukukçuları, sivil toplum temsilcilerini bir araya getiren bir toplantıda filmin konusu açılmış. Yani Hafıza Merkezi kayıp yakınlarına ve avukatlara “sizin için ne yapabiliriz?” diye sorduğunda, “biz böyle bir belgesel film yapılmasını isteriz” diye cevap vermişler. Zaten yıllara dayanan bir temasları, dayanışmaları, birliktelikleri var. Hafıza Merkezi, kayıp yakınları, hukukçular… Hafıza Merkezi de nasıl bir adım daha ileri götürebiliriz düşüncesiyle bu konuyu Enis’e götürüyor. Enis o dönemde Hafıza Merkezi’nde çalışıyor ama aynı zamanda onu Türkiye sinemasında iyi bir yapımcı olarak da tanıyoruz. Böyle bir proje yapılırsa nasıl yaparız, kimle yaparız? O da tabii ki birileriyle konuşuyor ve bir araştırma süreci başlıyor. Ama kafasının bir yerinde ben varım anladığım kadarıyla. Sonra birkaç kişi Berke’yle görüşebilirsin deyince Eylül ayında gelip bana açtı konuyu. “Böyle böyle, kayıplarla ilgili, zorla kaybedilmelerle ilgili bir belgesel çalışması yapmak istiyoruz. İlgilenir misin?” Tabii ki çok ilgilendiğim, onore olduğum ve heyecanlandığım bir teklifti bu. Hep söylüyorum, ben Enis’e inanılmaz minnettarım. Beni düşünüp o gün bana geldiği için çok heyecanlandım ama çok da korktum. Çok büyük bir konu. Hani insanın, bırak filmleri izlemeyi, böyle bir filmi üretme sürecini hayal bile edemedim. Çok zor. Bu ailelere nasıl yaklaşılır? Kafamdaki ilk soru oydu. Bu kadar böyle acının ve büyük bir kaybın hayatlarının merkezine yerleştiği insanlarla nasıl ilişki kurulur? Böyle çat kapı gidip, biz bir belgesel yapıyoruz diyerek hayatlarına giremeyiz. Ve ben altından kalkabilir miyim? Aslında en büyük korkum oydu, ben altından kalkabilir miyim sorusu. Fakat Enis’in deneyimi ve bana verdiği güven, bu işi onunla beraber yapacak olmamız ve  Hafıza Merkezi’nin de arka planda olup sonuna kadar bizi destekleyeceğine dair inançla… Evet, bu tek başına girişilecek bir konu değil ama böyle bir ekiple, böyle bir deneyimin üzerine kurulacak şekilde yapılabilir gibi geldi.

Sonrasında da bana Faili Belli projesinin ve Hafıza Merkezi’nin kaynaklarını açtılar. Biz de düşünmeye başladık, ne yapılabilir? Çünkü biz fikri öyle hemen geliştirmedik. Ben Hafıza Merkezi’nin arşivlerine girdim. Onların yaptığı sözlü tarih çalışmalarını izledim, okudum, dava tutanaklarına baktım. Gerçekten inanılmaz bir web sitesi, failibelli.org. Orada bütün dava süreçlerini, kayıpların hayat hikâyelerini, ailelerin deneyimlerini anlatan ama aynı zamanda hukuksal süreci de takip eden inanılmaz bir bilgi birikimi vardı. Bu kadar katmanlı bir arşivden çıkmak tabii ki kolay olmadı.

O arada filmler izledim, kitaplar okudum ve hep Enis’le de iletişim halindeydik. Yaklaşık dokuz ay süren bir ön hazırlık çalışmamız oldu. Bu dokuz ayda şunu itiraf edebilirim ki kafamızda Dargeçit yoktu. Duymuştum tabii ki Dargeçit’i ama hiçbir davaya odaklanmayıp genel bir bilgi edinme çabasındaydık. Ve o edindiğimiz bilgiyle artık birilerine yaklaşabiliriz diye bir adım attık. Mart 2018’de Enis’le birlikte Diyarbakır’a gittik. Orada avukatlar, İnsan Hakları Derneği, bu konuda çalışmış sivil toplum çalışanları…. Onlarla bir tanışma toplantısı ayarladık ve görüşmelere gittik. Avukatlarla görüştük. O zaman elimizde kameramız falan hiçbir şey yoktu. Sadece, Diyarbakır’da nasıl bir deneyim var, onlar neyin anlatılmasını isterler ya da böyle bir çalışmaya nasıl bakarlar diye bir baktık… O zaman bizi çok destekleyenler de oldu. “Yok, asla altından kalkamazsınız, bırakın” diyenler de oldu. Ama biz bir şekilde başladık diyebilirim. 

Başta filmde Lice ve Cizre davaları da olacakmış fakat sonrasında Dargeçit daha ağır basmış. Orada süreç nasıl ilerledi? Lice ve Cizre davalarına dair materyal kaldı mı elinizde? Onlarla ilgili bir şey yapmayı düşünüyor musunuz? 

Bence bu çok kritik bir soru. Belgeselin nereye evrildiği konusu… Yani bir belgeselcinin çok zorlanarak cevap verdiği bir soru bu. O birileriyle ve bir şeylerle vedalaşma sürecimiz çok zor oldu, onu baştan söyleyeyim. O dönemde Hafıza Merkezi’nin devam eden bir dava izleme projesi vardı ve o dönemde 12 davayı takip ediyorlardı. Zorla kaybetmeler, faili meçhuller, 90’larda işlenen insan hakları ihlalleri ve devlet şiddetiyle ilgili. Ve biz sanki bir şekilde merkeze onu aldık, bu 12 davaya bir bakalım dedik. Bunu baştan söylemem gerekirdi belki, en büyük temamız tabii ki zorla kaybedilme ve kayıpların hikâyesiydi. Ama biz Enis’le baştan beri hep şöyle bir yere doğru kaydırdık kendimizi: Bugün aslında bize yaşatılan, bu ailelere yaşatılan hukuksuzluk olayını merkeze almak, bugünden bakabilmek… Bu hukuksuzluk nasıl olabilir, bu insanlar 95’te bu korkunç olayı yaşıyorlar. Seneye 30 yıl olacak, hâlâ böyle büyük bir mücadele veriyorlar. Ama bugün de çok canlı ve devam eden bir süreç bu. Ve bugün de devletin onları maruz bıraktığı şiddet geçerli ve görünür durumda. Biz Enis’le hep bunu soruyorduk: Bugünden bakıp bugüne kadar kalan, bugün de devam eden bu şiddeti ve hukuksuzluğu nasıl anlatabiliriz? 

Bizim sürece bugünden bakabilmemizi sağlayan şey tabii ki mahkeme süreçleri oldu. Dava 20 yılın sonunda zaman aşımına uğramadan birtakım davalar açılmıştı ve biz o dönem çok büyük bir davaya, Tahir Elçi’nin de avukatlarından biri olduğu Cemal Temizöz davası diye bildiğimiz Cizre davasına baktık. Çünkü çok fazla kayıp vardı orada. 95 kayıp var ama sadece 20 tanesi iddianamede yer alabiliyor. 75 kişinin adı iddianamede anılmıyor ama herkes aslında bunun farkında. Çok büyük bir suç örgütü var orada. O sürede bu avukatlarla görüşürken devam etmekte olan Lice davası vardı. 1993 yılında Lice’nin yakılması ve 17 kişinin öldürülmesiyle ilgili o dava devam ediyordu. Biz bu ön görüşmeleri yaparken, Kızıltepe davasıyla birleşecek diye bir buçuk yıldır Yargıtay’da resmen bir masadaki dosyada bekletilen Dargeçit davasını duyduk. Biz önce İzmir’e Lice’nin duruşmalarına gitmeye başladık, o arada da Dargeçit’in avukatı olan Erdal Kuzu’yu duymuştuk. Gidip onunla da tanışmak istedik. Erdal Kuzu’yla bir Temmuz günü Kızıltepe’deki ofisinde buluştuk, çok uzun bir sohbet ettik ve “biz bu davaları takip etmek istiyoruz, bu süreci sizinle takip edebilir miyiz?” diye sorduk. O da “tabii ki gelin” dedi ve bizi Dargeçit’in Ekim 2018’deki 10. celsesine çağırdı. Biz o arabaya bindik ve bu yolculuğu Erdal Kuzu’nun yanında ailelerle birlikte yapmaya başladık, böylece filmin çekim süreci de başlamış oldu. 

O dönemde bir yandan da Cizre’nin avukatlarından Veysel Vesek’le görüşüyorduk. Lice duruşmasını İzmir’e gidip takip ediyorduk. Diyarbakır’da avukatlarla ve yakınlarla da görüşmelerimiz olmuştu. Yani biz üç koldan belgesel için çalışmaya devam ediyorduk. Bu böyle iki sene boyunca sürdü. Cizre için güzel röportajlarımız var, bayağı arşiv görüntüsü topladık, çektik. Lice’yi de ailelerle tanıştık, avukatların çalışmalarını çektik. Ama öyle bir noktaya geldi ki… Yani o kadar çok malzeme ve o kadar çok anlatılacak, anlatılması gereken şey var ki… Bunların hepsini bir filme koyarsak hiçbirini anlatamayız, çorba yaparız diye çok korktuk ama yine de kurgu denemelerimiz oldu. Cizre’yle başlıyor film, sonra Lice’ye geçiyoruz, sonra Dargeçit’te yoldayız… 2021 Eylül’e kadar biz aslında üç parçalı bir film yapıyorduk fakat 2021’in sonbaharında artık bir karar vermemiz gerekiyordu. Dargeçit çok daha baskın çıkıyordu çünkü ailelerle o yolculuk, o gözleme dayanan çekim, o bekleyişler… Diğerlerinde kaydedemediğimiz birçok anı Dargeçit’te kaydettiğimiz için, Dargeçit’in zamanla gelişen duygusal inşasını aslında filmin merkezine almamız gerektiğini ve diğerlerine haksızlık yapmamamız gerektiğini düşündük. Yani ne Dargeçit’in zamanından çalalım ne de diğer davaları kısa kısa anlatıp geçelim…O kadar büyük iki meseleyi buraya sıkıştırmayalım dedik. O yüzden böyle çok zor, aylar süren bir vedalaşma süreci oldu. 

Öte yandan biraz önce söylediğim gibi elimizde görüntüler var. Ve tabii ki bu bir sorumluluk da aynı zamanda. Çünkü Cizre’nin avukatlarının ve Lice’nin ailelerinin da hayatına girdik. Onlarla o kadar zaman geçirdik ve şimdi “film yok, bir şey yapmadık” deme lüksümüz de yok. Bu sene Dargeçit nedeniyle biraz yoğun geçti ama o malzemeyi bir şekilde değerlendirebileceğimiz, en azından Hafıza Merkezi’nin kendi arşivinde yer alıp paylaşabileceği çalışmalara dönüştüreceğiz kesinlikle. Çünkü çok değerli oradaki malzememiz de, röportajlar, bizimle paylaşılanlar… Onları bir derleyip toparlayıp tabii ki değerlendirmek istiyoruz. Ama Dargeçit gibi bir film yapamayız artık. Yani Dargeçit bence şu anda tek. Onun devamı gibi bir tasarı yok kafamızda. 

Kutsal Motor’daki röportajınızda Erdal Kuzu’nun ailelere olan mesafesinin, filmin kayıp yakınlarına olan mesafesini belirlediğinden bahsediyorsunuz. Erdal Kuzu aynı zamanda çevirmen de, bir tür filtre gibi arada. Biraz onun dâhiliyetinden ve o mesafeyi nasıl ayarladığınızdan bahsedebilir misiniz? 

Erdal Kuzu, bizim için, film için ve dava için çok önemli. Enis’le konuştuğumuz bir konu vardı. Öncelikle biz hiçbir şekilde kayıpların veya kayıp yakınlarının hikâyesini merkezden kaydırmak istemedik. Film hep bir şekilde onların etrafında şekillendi. Günümüzde devam eden adalet mücadelesinin de hep onların mücadelesini onore eden bir yaklaşımla anlatılması gerektiğini düşünüyorduk. Ama dediğim ortada bir de inanılmaz bir hukuksuzluk vardı. Yeni üreyen bir şiddet biçimi olarak bu hukuksuzluk, cezasızlık… Bunları anlatmak için gayret ettik. Bunu da ancak bir avukatın rehberliği ve filtresiyle, bir avukatın dili ve bakış açısıyla öğrenebiliriz ve anlatabiliriz gibi düşündük. Ve bunun da çok uzun konuşmalar ve uzun kurgu süreçleriyle ortaya çıktığını söylemem gerekiyor. 

Biz bir avukat filmi de yapmak istemiyorduk. Biz tek bir kayıp filmi de yapmak istemiyorduk. Yani bizim için önemli olan; kayıplar, kayıp yakınları ve onlar için mücadele eden, onların sözünü taşıyan bir avukat figürüydü. Biz bunları birbirinden hiç ayırmadık ve kurguda da en çok çabaladığımız bu oldu. Üç ilişkiyi de güçlü bir şekilde kurmak ve filmi bu bağın üzerine inşa etmek. Birbirinden bağımsız değildi hiçbiri. Erdal Kuzu’nun yakınlarla ilişkisi, onlara verdiği güven ve destek duygusu, o güzel tatlı dili, o tatlı muhabbetleri… Bütün bu meseleleri konuşurken bile hep bir tür yumuşaklık içerisindeydi. Bir şekilde filmde de çıkmasını arzuladığımız bir şeydi bu. O yüzden Erdal bizi yönlendirdikçe ve bizi dâhil ettikçe devam ettik. Bürosuna gittik, arabasında oturduk, ailelerle yan yana oturduk. Aramızda o olsun istedik. Yani belgeselciler geldiler ve röportajlar yapılacak, hikâye tekrar tekrar anlatılacak gibi olmasın dedik. Meseleleri Erdal’la onların ilişkileri üzerinden aktarmaya çalıştık. Ki bunlar için aslında çok az kayıt şansımız oldu. Adliyede çekim yapmak zor. Mahkeme salonunda zaten yapamıyoruz ama adliyenin kantininde, bazı koridorlarda ve dışarıdaki çay bahçelerinde birbirleriyle olan konuşmalarını kayda aldık ve mahkeme içinde yaşananları bu şekilde aktarmak istedik. Bunu bir şekilde başardığımızı da düşünüyorum. Bunu bana söyleten de izleyiciden gelen tepki. 

Erdal aynı zamanda İHD Mardin şube başkanı olmasından dolayı ilk gidilen kişi olmuş süreçte. Aileler ilk olarak ona gitmişler. Aralarındaki bağın gücünü yansıtmak bizim için çok önemliydi. O yüzden film biraz sırtını Erdal’a dayıyor. Öte yandan bir Erdal Kuzu filmi de değil. Onun dengesini de çok aradık çünkü bizim için bir ana karakter varsa, o da o ilişki ve aralarındaki bağ. 

Bir yerde Erdal Kuzu’ya şöyle soruyorsunuz, “hep çok sakinsin, öfkelenmiyor musun?” Filmin duygusu da sanki böyle. Öfke duygusu hiç mi – en azından bizim bildiğimiz şekliyle – yoktu? Onu dışarıda, kadrajın dışında mı tutmak istediniz? Siz nasıl hissettiniz? Öfkeli ama bir yandan çok sakin bir film. Bu dengeyi nasıl ayarladınız? 

Yine aynı cevabı vereceğim ama onlardan gelen bir duyguydu bu… Erdal’ın o sahnede de açıkladığı gibi. Erdal hiçbir zaman o tavrını değiştirmedi, hiçbir zaman saldırgan bir dil kullanmadı. Çünkü aslında kızdığını biliyorsun, kızılmayacak gibi değil. Ama o öfke patlamaları yaşanmadı ailelerde de. Çünkü biliyorlar ki… Kayıp yakınlarından biri şöyle diyordu: Hukuk ölmüş ama başka çaremiz yok. Bu hakkı arayabilecekleri başka neresi var? Yani o mahkeme salonuna tekrar gelmek zorundalar. Bu sürecin nereye evrildiğinin de farkındalar ama başka çaremiz yok diyorlar. Kayıplarının haklarını nerede arasınlar? En azından onu dile getirebilecekleri ve haklılıklarını ortaya koyabilecekleri bir yer o mahkeme salonu hâlâ. Tutanaklar tutuluyor, kayıtlar alınıyor, Hafıza Merkezi dava izleme raporları hazırlıyor… Her ne kadar mahkeme başka bir yöne doğru çevirmeye çalışsa da orada inanılmaz kanıtların, belgelerin, gerçeklerin ortaya döküldüğü bir şey yaşanıyor. Onun hakkını vermek lazım. O mahkeme salonunda çok yoğun bir gerçeklik duygusu var ve olayın gerçekliği, o deneyimin gerçekliği… Bunları yok saymak mümkün değil zaten. Ve bu haklılık sayesinde dayanıyorlar diye düşünüyorum. Onlara güç veren, tekrar onları o salona geri götüren ve üç ay sonra o yolculuğu bir kez daha yaptıran şey, hem bu inat hem de inanılmaz bir sabır. Orası öyle öfke gösterilebilecek bir yer değil. Ama karar duruşmasında ben yoktum. Karar duruşmasından çıkışlarını Enis çekti. Zaten adliyede çok üzüldüklerini ve seslerin biraz yükseldiğini biliyorum ama o böyle kaydedebileceğimiz bir şey değildi zaten, mahkeme salonunda çekim mümkün olmadığı için. Bize yansıtılan ya da bizim görüp de kullanmadığımız bir çekimimiz yok. Bizim de zorla filme dâhil edebileceğimiz ya da bizim öfkemizi onların üstüne yerleştirebileceğimiz bir şey yapmak da mümkün değildi. 

Biraz bununla bağlantılı bir şey soracağım.  Baştan davanın kaybedileceğini bilmiyorsunuz ve bunu çekmek, yani “kaybedilmiş” bir davayı çekmek ve kurgulamak nasıldı sizin için? Bir şekilde o “umut” duygusunu nasıl korudunuz ve çerçevelediniz?

Çok güzel bir soru. Bizim çok düşündüğümüz, çekerken de, kurgu aşamasında da çok takıldığımız bir konu tabii ki. Mesela bu umut meselesi 11. duruşmada çıkıyor filmde. Yani ikinci kez gittiğimizde… 15. duruşmaya kadar sürüyor diyebilirim. 15. celseye kadar bir umut teması var. Çünkü Erdal Kuzun’un da dediği gibi, “yok sayamazlar” diyor ya. Yedi cenaze bulunmuş, bu kadar kanıt var. Zaten yaşayanların tanıklıkları, orada aynı şeyi yaşayan insanlar ve 95 yılından beri bunu bir şekilde anlatanların tanıklığı… O kadar güçlü bir tanıklık var ki insanın aklı almıyor. Bunun görünemeyeceğini, duyulamayacağını ve buna kayıtsız kalınabileceğini gerçekten insanın aklı son duruşmaya kadar almıyor. Orada gerçekten müthiş bir kopuş yaşıyorsunuz. Gerçeklikle bağınız kopuyor. Ama biraz önce dediğim gibi, durdukları yer, yaşadıkları şey ve haklılıkları o kadar güçlü ki. Ve mahkeme salonuna giren, polis memurundan jandarmaya mahkemeyi gözlemleyen herkes, orada yaşanılan ve duyulan gerçekliğin farkında. Ve bunu biz film gösterimlerinde de çok duyduk. Biz vicdanen kararımızı verdik. İzleyiciler de verdi, belgeselciler de verdi. Bizim beraber çalıştığımız Hafıza Merkezi, ekip olsun, sivil toplum olsun… Herkes o kararı verdi aslında. Ama o mahkeme salonundan bu karar çıkmadı. 

Burada umudu taşıyan şey bence haklılık. Büyük bir yıkım yaşanıyor tabii ki, hiçbir şekilde başkalarının duygusunu tarif etmeye ya da onların duygusunu anlatma çabasına girmek istemem. Bizim gözlemlediğimiz, bir tür inanamama hali vardı. Çok, çok zor. Mesela geçen yine bir filmin gösteriminden sonra biri söyledi, onu yaralayan şu olmuş: Filmde son karar duruşmasından sonra Hazne Doğan diyor ya, “Şimdi bize soracaklar. Herkes ‘biz zaten biliyorduk.’ diyecek.” O izleyici de öyle dedi, o söz onu çok yaralamış, “biz zaten biliyorduk” sözü… Bu kadar bilinmesine rağmen onları oraya götüren, o mahkeme sürecini yaşatan, onlara yedi yıl o yolu yaptıran başka bir güç var. Bence ona saygı duymak lazım. 

Bu filmde bilgi vermek istemediğinizi ve insanlara süreci tekrar anlattırmak istemediğinizi söylüyorsunuz ama, yine de tüm bu olanlara dair bir belge niteliğinde bir film ortaya çıkmış. Kaydediyor her şeyi. Toplumsal hafıza adına bu filmin sizin için nasıl bir işlevi var? 

İlk soruna döneceğim. Bazen kendimizi tam o başladığımız yerdeyiz gibi hissediyorum. Altından kalkabilir miyiz? Hakkını verebilir miyiz? Hâlâ yani her gösterim öncesi bu duyguyu yaşıyorum. Ne kadarını anlatabildik? Böyle bir şey yeterli olabilir mi? Sağ olsunlar, ailelerin dile getirdikleri bazı şeyler sayesinde filmin etkisini net bir şekilde görebildik. Davut’un ailesinin “sesimizi çoğalttınız. Bizi duyulur kıldınız” demesi, bu filme bu kadar sahip çıkmaları… Filmde çok az yer veriyoruz ama hep filmin arkasında duran, büyük güç aldığımız Cumartesi İnsanları’nın bu filme bu kadar sahip çıkması… Ya da filmden çıkan bir kayıp yakınının, “bire bir benim hikâyemi anlatmışsınız” demesi… 

Bu kadar büyük bir olayı bütün boyutlarıyla anlatabilmek mümkün değil ama biz en azından şunu başardığımızı düşünüyoruz: Bu ailelerin mücadelesini onların ulaşamayacağı kesimlere ulaştırdık. Neredeyse kırk gösterim yapmış olacağız ve her biri çok özel, önemli geçen gösterimler oldu. En azından bu buluşmaları gerçekleştirdik. Onların hikâyelerini duyan, tanıyan ve artık onlar için bir şey yapmak isteyen ya da artık bütün bunların bilgisiyle yaşayan büyük bir izleyici kitlesi var artık. En son İzmir’deki göstermemizden sonra Bülent Şık dile getirdi, “biz kamu olarak yargımızı verdik” dedi. Ki bence aileler için de biraz önemli olan bu. Yani bu gerçek, inkâr edilemez bir gerçek. En azından onun duygusunu yüzlerce, binlerce insanla paylaşabildiler. Onların haklılığını gösteren bir güç oldu onlar için bu. 

Biraz filmde bir çerçeve görevi gören mermer anıtlardan bahsedebilir misiniz? Anıl Olcan’ın projesi filme nasıl dâhil oldu?

Flmin asıl çıkış noktası olarak kayıpların anısına saygı duymak. Onlar için verilen bir mücadele var. Ama kayıpların anısına başka türlü, sinematik bir dille saygımızı nasıl gösterebiliriz, onlar filmde biraz daha duygusal bir bağ kurabileceğimiz bir biçimde nasıl yer alabilir diye çok düşünüyorduk. Filmle ilgili ilk çalışmalarımıza başlarken, 2017-2018’de Hafıza Merkezi başka bir proje gerçekleştiriyordu, bir “hackathon”. Yaratıcı fikirlerle bu hak ihlallerini ve zorla kaybetmeleri konuşturabilecek ve gösterebilecek bir proje. Anıl Olcan onlara bu teklifle gidiyor, teklif kabul ediliyor ve Hafıza Merkezi’nin desteğiyle bu mermer baskıları üretmeye başlıyor. O dönem Hafıza Merkezi’nin kendi arşivinden, Yakay-Der gibi kayıp yakınlarının bir araya gelerek oluşturduğu derneklerden, İnsan Hakları derneklerinden ve Cumartesi İnsanları’ndan birçok fotoğraf topluyorlar. Bir şekilde hikâyesini takip edebildikleri ve araştırdıkları üzerinden sanırım dört yüzün üstünde mermer yapıyor. Anıl tek tek bu fotoğrafları bulup taradığı ve daha sonra kimyasal bir işlem uygulayarak o mermerlere bastığı bir sanat projesi geliştiriyor. 

Anıl Olcan’ın çalışması filmin dili konusunda bize aslında çok yardımcı oldu. O temas, mermerlerin suya girip çıkması, o uzun bekleme süreci… En son bir gösterimimizde filmdeki ikinci avukat Veysel Vesek, “ben o sahneye baktığım zaman bir arınma görüyorum” dedi. O sahne bir şekilde bir cenaze sürecini de çağrıştırıyor. Ama o sabır, o ince iş, suyla temas… Bunlar filmde çok tematik ve sembolik olarak da kullanmak istediğimiz şeylerdi. Tabii ki en temel şey çoğu kaybın mezarının olmaması ve bir şekilde o mezar referansını verebilmek. Ama en temelde Anıl’ın filmin en başında söylediği şey var: Onları bir şekilde yeryüzüne çağırma çabası. Biz bu sözü alıp filmde de bunu bir alt tema olarak kullanmaya çalıştık. Onlar için verilen bir adalet mücadelesi var ve bu mücadeleyle onlar da yeryüzüne tekrar geri çağrılıyor. Filmin temel sözü buydu diyebilirim.


Dargeçit, 20. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında gösterimlerine devam ediyor. Belgesel 10 Mayıs Cumartesi günü saat 17:00’de Aynalı Geçit’te festival izleyicisiyle buluşacak. Gösterimin ardından Hasan Cömert’in moderatörlüğünde, yönetmen Berke Baş ve Hafıza Merkezi’nin katılımıyla “Zamana Direnenler: Kayıplar İçin Adaletin İzinde” paneli düzenlenecek.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.