Şu An Okunan
Felix Van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch ile Sekiz Dağ Üzerine Söyleşi: ‘Hayat Yolunda Tırmanışlar’

Felix Van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch ile Sekiz Dağ Üzerine Söyleşi: ‘Hayat Yolunda Tırmanışlar’

Sekiz Dağ

Yönetmenliğini Felix Van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch’in üstlendiği Sekiz Dağ, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında yaptı ve burada Jüri Ödülü’nü kazandı. Groeningen ve Vandermeersch ile beraber çalışma pratiklerini, biçimsel tercihlerini ve doğada yaşamı konuştuk.

Söyleşi: Öykü Sofuoğlu

Pietro ve Bruno. Biri şehir faresi diğeri de ‘dağ’ faresi; çocuklukları birlikte geçirdikleri yaz aylarının anılarıyla bezenmiş, yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında İtalya’nın heybetli dağları boyunca yetişkinliğin patikalarında beraber yürümeye karar veren iki dost. Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch’in Paolo Cognetti’nin aynı isimli romanından uyarladığı Sekiz Dağ (Le otto montagne, 2022), bu yolculuklarında kimi zaman takılıp düşen, kimi zaman da yolunu kaybeden bu gezginlerin hikâyesini anlatıyor bize. Yavaş yavaş, derinlemesine aldığımız ve içimizi dolduran ferah bir nefesi anımsatan film, yönetmenlerinin kendi kişisel yolculuklarının ve ortak paylaşımlarının bir parçası hâline gelmesiyle de dikkat çekiyor. Geçtiğimiz yıl Jüri Ödülü aldıkları Cannes Film Festivali’nde sohbet etme şansı bulduğumuz Felix Van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch’ten, aralarındaki hem sanatsal hem de duygusal bağı güçlendiren Sekiz Dağ’ın ortaya çıkış serüvenini dinliyoruz.

Sekiz Dağ

Felix, Sekiz Dağ öncesi Güzel Oğlum (Beautiful Boy, 2018) ve Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown, 2012) filmlerin de edebiyat uyarlamalarıydı. Bu tercihinin senaryo yazımı bağlamında özel bir sebebi var mı?

Felix Van Groeningen: Sanırım daha kolay olduğu için. Gerçekten de, sıfırdan bir şey yazmak yerine mevcut bir metni uyarlamanın daha kolay olduğunu düşünüyorum. Ama şu sıralar bunun tam tersi bir noktadayım. Sonraki filmlerimde kendi sınırlarımı zorlamak için özgün senaryolar üzerinde çalışmak istiyorum. Uyarlamalarda bir dayanak noktanız oluyor ve bence bu harika bir şey. Çünkü bir metne âşık oluyorsunuz ve bu yolculukta ona nasıl yaklaşacağınızı, onu nasıl yorumlayacağınızı düşünüyorsunuz. Oysa özgün bir metinle çalışmak, derin sulara atlamak gibi. Yani zaman zaman korkutucu olabiliyor. 

Peki ‘Sekiz Dağ’ romanı özelinde sizi çeken unsurlar nelerdi?

Charlotte Vandermeersch: Öncelikle çok katmanlı bir hikâye anlatması benim oldukça hoşuma gitmişti ve ele aldığı aldığı bazı fikirleri ilginç bulmuştum. Örneğin dünya son derece hızlı bir şekilde değişirken ve bazı şeyler kaybolurken, geçmişe özgü yaşama biçimini devam ettirmenin artık imkânsız hâle gelmesi fikri. Ve bu dünyayla beraber insanların da değişmesi. Ayrıca kitaptaki karakterlerin doğayı özgürce deneyimlemeleri sayesinde kendi çocukluk anılarıma, geçirdiğim o harika yazlara geri döndüğümü hissettim. Ergenlik döneminde yaşadıkları kaybolmuşluk hissi ve yetişkinlikte yollarını bulma çabaları da oldukça tanıdıktı. Karakterlerden biri kısa sürede bunu dağlarda bulurken diğeriyse hayatta nasıl ilerleyeceğine bir türlü karar veremiyordu. Yaratıcı bir şeyler yapmak istese de kendinde o güveni bulamıyordu. Hayatta yolunu bulmaya çalışan bu karakterde, yani Pietro’da kendime ait çok şey buldum. Örneğin geçmişte asla bir yönetmen olacağımı hayal etmemiştim ben. Baba figürü de önemli bir unsurdu. Felix de ben de babalarımızı kaybetttik. Hikâyedeki baba, çocuğunun iletişim kurmak için çabaladığı bir yabancıydı. Sonrasında babasına öfke dolu olsa da onu affetmeye ve yeniden sevmeye çalışması da kendime yakın bulduğum detaylar arasındaydı. 

Sekiz Dağ

Sekiz Dağ’ın hikâyesi günümüz toplumunun yaşam biçiminden ve temposundan oldukça uzakta. Anlatı akışında da hissedilen ve seyirci alışkanlıklarına meydan okuyan ağırkanlı bir tempo benimseyerek risk aldığınızı düşünüyor musunuz? Filmde bu tempoyu yakalamakta zorlandınız mı?

C. V.: Bu hikâye bizim için bir armağan gibiydi. Kitabı pandemi öncesinde, kapanma süreci başlamadan okumuştuk. Ve yazmaya başlayacağımız sırada kapanma kararı açıklandı. 22 Mart 2020 günü yazmaya başladığımızı hatırlıyorum. Herkes gibi biz de kendi evimize sıkışıp kalmış hâldeydik. Tam da bu yüzden kitap bize çok iyi geldi çünkü zihnimizde bir yolculuğa çıkmamıza vesile oldu. Aslında ben filmdeki bu tempoya bir anlamda aşina olduğumuzu düşünüyorum. Ancak gerçek hayatta bunu deneyimlemek çok daha zorlaşıyor. Hiçbir şey yapmadan yalnızca bir yerde olmayı deneyimlemek, insanlarla etkileşim kurmak ya da yürüyüşe çıkmak… Bunlara gerçekten zaman ayırmak çok daha zor. İnsanın çatışma hâlinden kendini özgür kılma çabası filmde de mevcut. Örneğin doğa sevgisi ve doğanın ne olduğu sorusu filmde çok önemli bir yere sahip. Eğer biz de doğanın bir parçasıysak neden ona ayrı bir isim veriyoruz mesela? Bunun gibi sorular… Filmde derinlemesine işlediğimiz bu sorular kitapta zaten mevcuttu. Yazar şehirden bıktığı için çoktan dağlarda yaşamaya başlamıştı. Atlattığı depresyon sonrasında, kötülükten uzak ve dürüst bir yaşam sürdürmek istiyordu. Kitabı da bu arzudan ve dağlarda tanıştığı insanlarla kurduğu temastan besleniyordu. Ve tüm bunların bize tanıdık geldiğini, orada bir şeyler bulduğumuzu düşünüyorum. Benim çocukluğum taşrada geçti. Felix de küçükken yazlarını ailesiyle beraber Fransa’da böyle bir yerde geçiriyormuş. Kısacası ikimiz de bu atmosfere aşinaydık.

F. V. G.: Sanırım insan, hayatının belli bir döneminde ailesinden, sosyal çevresinden, işinden kısacası her şeyden uzaklaşıp hayatı son derece basit ve saf bir şekilde deneyimlemek istiyor. 

C. V.: Biz de filmi bu harika arzuyla donatmak ve bu saf yaşam deneyimiyle kurduğumuz bağı korumamız gerektiğini kendimize hatırlatmak istedik. 

Sekiz Dağ

Bu yönetmen olarak beraber çalıştığınız ilk film ve Charlotte’un da ilk yönetmenlik deneyimi. Bu işbirliği fikri nasıl ortaya çıktı? Beraber çalışırken nasıl bir yol izlediniz?

F. V. G.: Sanırım bu kaçınılmaz bir şeydi. Zaten beraber film çekmek istiyorduk. Daha önce beraber bir senaryo da yazmıştık. Ayrıca Charlotte’un rol aldığı ve benim yönetmenlik yaptığım çeşitli işbirliklerimiz de olmuştu ve bundan hep çok keyif aldık. Charlotte romanı çok sevmişti ve ikimiz de bunun bizim için doğru proje olduğunu düşündük. Ama senaryoyu yazmaya başladığımız sırada ilişkimize bir kriz hâli hâkimdi. Pandemide herkes gibi aynı odada sıkışmış bir hâlde, iletişim kurmakta zorlanırken bir yandan da bu filmi yapmak istiyorduk. Zamanla bu hikâyeye ve karakterlerine beslediğimiz tutku aracılığıyla aramızda hâlâ güçlü bir bağ olduğunu fark ettik. İlk senaryo taslağını bitirdiğimizde kapanma süreci bitmişti. Birbirimizden uzaklaşmış hissetsek de on üç yıldır beraberdik ve bu süreçte harika bir şey ortaya çıkarmıştık. İkimizin hem ebeveyn, hem partner, hem de arkadaş olması hikâyeye o kadar çok şey katmıştı ki Charlotte’a yönetmenlik yapmasını teklif etmesem olmazdı. Ama o sırada bizi nasıl bir şeyin beklediğini bilmiyorduk çünkü önümüzde çok uzun bir yol vardı. 

C. V.: Ben de nasıl bir şey ortaya çıkacağını bilmeksizin evet dedim. Tek bildiğim çok büyük bir film olacağıydı. Dolayısıyla diğer projelerimi iptal ettim. Gerçekten de zorlayıcıydı, çünkü iki buçuk yıl boyunca her şeyi beraber yaptık. Ki bu oldukça uzun bir süre. Ama bu süreçte iyileştiğimizi, hâlâ da iyileşmeye devam ettiğimizi düşünüyorum.

Filmde dilin önemli bir konuma sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Farklı diyalektlerin nüanslarının önemli olduğu yabancı bir dilde film çekme deneyiminden biraz bahsedebilir misiniz? Örneğin bu süreçte bir diyalekt koçundan destek aldınız mı?

F. V. G.: Filmin İtalyanca olması bizim tercihimizdi. Kitabın özgün dili İtalyancaydı ve filmde olmasını istediğimiz bazı özgün nitelikler barındırıyordu. Film için İtalyanca öğrendik. Sette bir diyalekt koçumuz da vardı. Ama bu kişi aynı zamanda Bruno karakterinin küçüklüğünü oynayan oyuncunun babasıydı. Ve tam bir dağ insanıydı. Bruno gibiydi yani. Dolayısıyla bizim için diyalekt koçunun da ötesinde bir ilham kaynağı oldu. Aslında Charlotte dil konusunda benden daha yetenekli. Ben genelde sette diyalektleri ayırt etmekte, tonlamaların doğru ya da yanlış olduğunu anlamakta zorluk çekiyordum. 

C. V.: Bence sette iyi bir ikili olduk çünkü İtalyanca bir film çektiğimiz için her şeyi dikkatlice dinlemek ve vurgulardaki en ufak değişikliğe bile odaklanmak zorundaydık. Ben bundan çok keyif aldım. Çünkü dilleri çok seviyorum ve müzik kulağımın iyi olduğunu düşünüyorum. Felix ise film çekme konusunda yetkin ve ben de ondan çok şey öğrendim. Yalnızca oyuncu yönetimi konusunda değil, Ruben’le (Impens) beraber çalıştıkları görüntü yönetimi açısından da ne yaptığını çok iyi bilen birisi.

Sekiz Dağ

Dağların mekân olarak kullanıldığı filmlerde çoğunlukla onların uçsuz bucaksız, görkemli yönlerini vurgulayacak sinemaskop benzeri geniş açılı formatların tercih edildiğini görürüz. Sekiz Dağ’da böyle bir görsel yaklaşım yerine 4:3 formatını kullanmaya nasıl karar verdiniz?

F. V. G.: 4:3 formatı bizim açımızdan büyük bir gizemdi. Çekimler öncesinde kendi kendimize sonuçta bir dağ filmi çekiyoruz, geniş ekran tercih etmemiz gerekir diye düşünmüştük. Ama sonrasında da çerçeve üzerine çok kafa yorduk. O sıralar mekân seçimi için çekilen dağ fotoğraflarına bakıyordum ve orada 4:3 oranının kullanıldığını fark ettim. Bu format o kadar doğru geldi ki fotoğrafları Ruben ve Charlotte’a gösterdim ve onlar da bununla birçok şey deneyebileceğimiz konusunda bana hak verdi. Görüntünün perdede nasıl duracağını görmek ve doğru kararı verdiğimizden emin olmak için testler yaptık. Ve seyircinin arkasına yaslanıp görüntünün onu kucaklamasına izin verdiği geniş ekranın aksine, bu formatın seyirciyi görüntüye yaklaştırdığını, âdeta kendine doğru çektiğini hissettik. 

Sekiz Dağ, oyuncu yönetimi açısından oldukça güçlü bir film. Dağda yaşamaya başlayan iki erkeğin arasındaki yakınlığın, fizikselliğe dayanan bir temsil biçimi yerine yalnızca bakışlarla, jestlerle anlatıldığına şahit oluyoruz. Bu bağlamda, başrol oyuncularınızla çalışırken nasıl bir yol izlediniz?

C. V.: Oldukça detaylı bir senaryomuz vardı. Oyuncularla beraber karakterlerinin nasıl iletişim kuracakları, birbirlerine neleri söyleyip söyleyemeyecekleri ve karşılaşmalarının onlar için ne anlam ifade ettiği üzerine uzun uzun konuştuk. Çünkü her şeyin çok açık olmasını istemiyorduk. Hem seyirci hem de onlar açısından bazı şeylerin üstü kapalı bir şekilde anlaşılması daha çok hoşumuza giden bir yaklaşımdı. Ayrıca doğru oyuncuları bulup onlara doğru rolleri verebilmek adına oldukça uzun bir oyuncu seçim süreci geçirdik. Başlangıçta iki oyuncumuz da diğerinin rolüyle daha çok ilgileniyordu. Yani Luca (Marinelli) Bruno’yu, Alessandro (Borghi) ise Pietro karakterini canlandırmak istemişti. Bunun tam tersinin daha doğru olacağını fark etmeleri dört beş ay sürdü ama sonrasında âdeta sihirli bir şekilde her şey yerli yerine oturdu. İkisinin de birbirlerine çok benzeyen ama bir yandan da çok farklı özellikleri var. Gerçek hayatta da yakın arkadaşlar ve oyuncu olarak da aralarında harika bir kimya yakalamayı başarıyorlar. Çünkü ne kadar farklı olsalar da sessizce birbirlerini anladıkları bir arkadaşlığa sahipler. Karşılıklı olarak birbirlerine alan açarken bir yandan da kendi kişisel alanları korumasını biliyorlar. Sayısız oyuncu denemesi ve kombinasyonu sonrasında bu enerjinin aradığımız şey olduğunu fark ettik. Ve buna sahip olunca, işimizin yüzde sekseni zaten tamamlanmış sayılırdı. Çocuk oyuncular için de aynısı geçerliydi. Deneme çekimlerinde onlardan beraber koşup oynamalarını istemiştik. O anda öyle bir enerji ortaya koydular ki, “İşte bu!” dedik.


Sekiz Dağ, 24 Mart’tan itibaren Başka Sinema salonlarında izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.