Şu An Okunan
Guy Maddin ile Yasaklı Oda Üzerine Söyleşi: ‘Ey Film, Geldiysen…’

Guy Maddin ile Yasaklı Oda Üzerine Söyleşi: ‘Ey Film, Geldiysen…’

Guy Maddin

Guy Maddin ile bugüne kadar çektiği en sesli ve en renkli filmi olan Yasaklı Oda hakkında sinema tarihine hapsolmuş kayıp filmlerin ruhlarını geri çağırdığımız bir seans düzenledik.

Söyleşi: Senem Aytaç

Fotoğraf: Bahar Gökten


Bu söyleşi, Altyazı’nın Mart 2015 tarihli 148. sayısında yayımlanmıştır.


Sessiz sinemanın kodlarını ustaca kullanan, kendine has bir estetiğe sahip filmler yapan Guy Maddin, !f İstanbul’un konukları arasındaydı. Kanadalı yönetmenin son filmi Yasaklı Oda (The Forbidden Room, 2015) sadece barındırdığı hikâye sayısıyla değil görüntülere yaptığı müdahalelerden ses bandına, arayazılarından kurgusuna, her şeyiyle aşırılığın hâkim olduğu bir kolaj. Filmin yanı sıra Maddin’in on bir kısa filmden oluşan ‘Hayaletler’ adlı yerleştirmesi de Salt Beyoğlu’nun giriş katındaydı. On altı parçadan oluşan Yasaklı Oda ve farklı perdelere yansıtılan on bir kayıp filmden oluşan ‘Hayaletler’ aynı zamanda ‘Seanslar’ isimli çok daha büyük bir projenin de parçası. Maddin’in çekimlerini de ayrı bir yerleştirme olarak tasarladığı ‘Seanslar’ kendi deyimiyle sinema tarihinin coğrafyasında kayıp hâlde gezinen filmlerin hayaletlerini geri çağırıyor. Maddin, kendini bir medyum olarak düşünerek yeniden çekiyor bu filmleri, onlara hayat veriyor. Biz de bu sayfalar aracılığıyla medyumluğa soyunup Maddin’in sesinde vücut bulan kayıp sinema tarihine kulak veriyoruz.

Son filminiz Yasaklı Oda, yerleştirmeniz ‘Hayaletler’ ve aslında bu ikisinin de parçası olduğu ‘Seanslar’ (Seances) projesinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Görmeyi çok arzu ettiğim bir sürü kayıp film olduğunu ilk kez 90’larda fark ettim. Murnau’nun, Abel Gance’ın, Hitchcock’un çektiği ama kaybolmuş filmler… Belki, onları ben çekebilirim, diye düşündüm sonra da. Ne Murnau’yum ne de Hitchcock ama o filmlerin farklı versiyonlarını, kendime ait versiyonlarını yapabilirim diye düşündüm. 19. yüzyılın sonunda bir Salomé çılgınlığı vardır ya; Aubrey Beardsley’nin Salomé çizimleri, Gustave Moreau’nun Salomé tabloları, Strauss’un Salomé operası, Oscar Wilde’ın oyunu… Ben de kayıp bir filme kutsal metin muamelesi yapmaya ve kendi versiyonumu çekmeye karar verdim. 90’larda yaptığım kısa filmlerin birçoğu da aslında böyle kayıp filmlerin isimlerinden ya da sinopsislerinden çaldığım şeylerden oluşur. Yani aslında bu işi yapmaya çok daha önce başlamıştım. Ama zamanla bu filmlerden çok fazla sayıda yapmak istediğimi ve doğru mecranın da internet olduğunu fark ettim. Böylece yüzlerce kayıp filmi kendi yorumumla çekebilecek ve bir ‘seans’ta onların birbirleriyle etkileşime girmesini sağlayabilecektim. O kayıp filmleri, nihai huzura kavuşamamış ruhlar gibi düşünüyordum; gösterim şansı bulamamışlar, bu yüzden de sinema tarihinin coğrafyasında sonsuza dek gezinmekle lanetlenmiş hayaletler onlar. Eğer bu öte dünyayla, lanetli bir biçimde yaşamak zorunda oldukları bu arafla iletişime geçebilirsem, tıpkı bir ruh çağırma seansında olduğu gibi oyuncuları bir masanın etrafına toplayıp onların uzun zaman önce unutulmuş olay örgülerini oynamalarını sağlayabilirsem, ben de bir ruh fotoğrafçısı gibi çalışabilir ve bu uyurgezer oyuncuların o hikâyelere hayat vermelerini kaydedebilirdim. Kurguladıktan sonra da, onları bu internet programına yükleyebilir ve bu kez de ziyaretçilerin bir ruh çağırma seansına katılmasını sağlayabilirdim. Bir film seansı gibi de aynı zamanda. Bir seyirci bir filmi ziyaret edecek, bir filmin ruhu yorulunca ya da sinyal zayıflayınca başka bir film araya girecek ve o filmin içine yerleştirecek kendisini bu yeni film ve bu böyle devam edecek. Bu filmler de gelişigüzel bir şekilde birbirlerine eklenecekler. Her ziyaret biricik olacak, yani izlediğiniz film rastlantısal bir kombinasyonla oluşmuş olacak; bazen çok etkileyici bazense çok sıkıcı bir şey ortaya çıkacak ve bir daha asla tekrar etmeyecek.

Herkes başka bir kombinasyon izleyecek ve hiç kimse bütün kombinasyonları izleyemeyecek yani, öyle değil mi?

Evet, sayısız kombinasyon var ve bu da bize izlenen kombinasyonları silme lüksü sağlıyor. Her deneyim de biricik oluyor böylelikle. Ayrıca bir başlık da üretiyor program; rüyamsı, sayıklama gibi bir başlık. Programı kurduğumuzda ortaya çıkan ilk başlık şuydu: Wise Trumpets of the Milky Midnight (Gakuso o Idete, 1925). Biz o filmi izledik ve program onu yok etti, yani o film artık kayıp.

Yasaklı Oda, Forbidden Room

Peki, Yasaklı Oda?

Bu projeye devam ederken, bir uzun metraj çekmeye karar verdik. Bunun sebeplerinden biri de, filmin bu yeni medya projemize maddi destek sağlayacak olmasıydı –çünkü yeni medya projelerine fon bulmak daha zor. Bir yandan da bu kısa filmleri Fransız romancı Raymond Roussel’den devşirdiğim bir yöntemle yapılandırmanın güzel olacağını düşündüm. Bir filmin içinde olan başka bir filmin içindeki başka bir film… Bir parantez içi yapısı. Çok derin bir ortak merkezi paylaşan bir anlatı yığınının içine girmenin verdiği tatminin yanı sıra oradan çıkmanın, çıkarken de “ha, bu film aslında bu filmin içindeydi” diye yeniden hatırlamanın da büyük bir hazzı var. Tek bir anlatıya sahip, alınan hazzın karakter, aksiyon ya da üslup temelli olduğu filmlerden çok farklı olarak… Bu yüzden de Yasaklı Oda’yı bir kereliğine yapmış olmaktan memnunum, ama bir daha bu türden bir film yapacağımı hiç sanmıyorum.

Yasaklı Oda on altı kısa filmden oluşuyor ama biz çok daha fazlasını çektik ‘Seanslar’ için. Paris’te ve Montreal’de yaptığımız çekimlerin kendisini de bir tür yerleştirmeye dönüştürdük. Böylece izleyicileri de dahil ederek setin kendisini bir seansa, bir ritüele çevirmek istedik. Bir de pratik sebep vardı: Sanat camiasına adım atmak istiyordum. Filmlerim sinema dünyasının olduğu kadar sanat dünyasının da parçası olduğu için o camiaya girmenin daha sonra kolajlarımdan bir-ikisini satabilmek için faydalı olabileceğini söylediler bana (gülüyor). Önümüzdeki sonbaharda Yasaklı Oda vizyona girerken internet projesini de açacağız, ben de yoluma devam edeceğim.

Peki ya ‘Hayaletler’, onlar da bu projenin parçası olan filmler mi?

‘Hayaletler’de kullandıklarım çok daha ilkel, erken versiyonlar. 2010’da Toronto Film Festivali yeni bir bina için benden bir iş istemişti. Bina o kadar yeniydi ki, daha hiçbir anı tarafından ele geçirilmemişti; çok steril, çok cansızdı. Ben de bazı kayıp filmlerden parçalara yeniden hayat verirsem iyi olur diye düşündüm. Ama o işleri çekerken filmler tam olarak ruhumu ele geçirememişti, bugün bakınca da bu filmlerin ruhlarının eksik olduğunu düşünüyorum. Bir medyum olarak kayıp filmlerin ruhlarına ulaşma çabamın ilk ürünleri yine de onlar. Bu arada, elimde kamera olmadığı sürece mistik şeylere katiyen inanmadığımı da söylemek isterim. Kamerayı elime aldığım anda hayaletlere, ruhlara, reenkarnasyona, ele geçirilmişliğe; melodramatik, dizginlenmemiş ve histerik olan ne varsa inanıyorum, çünkü eğer bir hikâye yaratmaya çalışıyorsanız bu tür şeylere inanmanız gerekiyor.

‘Hayaletler’de birden fazla perdeyle çalışmak nasıl bir deneyim sizin için? Yerleştirmeyi bir tür kurgu olarak düşünüyor musunuz?

Bu yerleştirme işine alışmam uzun zaman aldı açıkçası. Bir sürü insanın filmlerimin lineer ya da anlatısal olmadığını düşündüğünü biliyorum ama ben yine de sıradan bir yönetmen gibi düşünüyorum filmlerimi yaparken; başka araçlarla çalışan sanatçılar ise başka türlü düşünüyorlar. Bunu görsel işler üreten çok yetenekli sanatçılarla düzenlediğim kolaj partilerinden biliyorum. Çoğu otuzlarının başlarında, yetenekli Kanadalı sanatçılarla yapıyoruz bu kolaj partilerini. Eski kitap ve dergileri ben temin ediyorum. Beraber kolaj yaparken çok net anladım ki onların düşünme biçimiyle bir yönetmen olarak benim düşünme biçimim arasında dağlar kadar fark var. O yüzden de sanat dünyasına girdiğimde kendimi bir yönetmen olarak sahtekâr gibi hissettim biraz aslında, Centre Pompidou sanat merkezindeki film çekimleri de yerleştirme filan değildi, düpedüz film çekimiydi benim için. Bana kalsa, iş olarak, o filmleri mesela su buharından oluşan bir buluta yansıtarak göstermeyi tercih ederdim. Duvarlar terlerdi filan…

Yasaklı Oda, Forbidden Room

İtiraf etmeliyim ki ben de bir seyirci olarak, müze ve galerilerdeki videolar karşısında zorlanıyorum. Her bir videoyu sonuna kadar izlemeli miyim yoksa parçalı bir biçimde mi deneyimlemeliyim karar veremiyorum.

Çok haklısınız. Bir ziyaretçinin MoMa’daki bir resmin önünde geçirdiği ortalama süre sanırım yedi saniye filan. Benim amacım seyirciyi bir videonun önünde uzun süre tutabilmek elbette ama ‘Hayaletler’de bunu başarabildiğimden emin değilim. Bu sergidekileri açıkçası ben bile izlemek istemiyorum ama ileride daha ilginç bir şeyler yapmak istiyorum. Pompidou’daki film çekimlerini saatlerce izleyen insanlar oldu mesela. Büyük ihtimalle onlar da bir şeyler olmasını bekliyorlardı tabii ama film çekimi bildiğiniz gibi çok sıkıcı bir şey. Ben yine de elimden geleni yaptım, hem her şeyin hızlı ilerlemesiyle hem de bol bol çıplaklık ekleyerek (gülüyor). İlk kez bir film setine gittiğimde yönetmenin kim olduğunu dahi anlayamamıştım. Birinci reji veriyordu komutları çünkü, etrafta bir sürü hiçbir şey yapmıyor gibi görünen insan vardı. O yüzden kendi setlerimin hızlı ilerleyen yerler olmasına ve yönetmenin ben olduğumun anlaşılmasına hep özen gösterdim.

Ne yaparak mesela?

“Oyun” ve “kestik” gibi şeyleri bizzat söyleyerek, hem de mümkün olduğunca yüksek bir sesle.

‘Hayaletler’deki filmler de kayıp filmler mi? Sergide filmlerin adları belirtilmemişti.

Hangisinin hangisi olduğunu şu an ben bile hatırlamıyorum ama mesela uçaklı bir tane vardı, o kayıp bir Mizoguchi filmi, Out of College adında. Yirmili yaşlarındaki iki erkek çocukla ilgili bir film ama ben birini yetmiş yaşındaki Udo Kier’in diğerini de seksen altı yaşındaki Louis Negin’in oynamasını istedim. Kayıp bir Oscar Micheaux filmi vardı, adı Brute (1920). Onunki Afrikalı Amerikalı oyuncuların oynadığı bir boks filmiydi, benimki de bir boks filmi. Kayıp bir von Sternberg filmi de var. Ama dediğim gibi hepsini hatırlamıyorum. Filmlerin adlarının bilinmemesi daha iyi geldi bana galiba. Ama çektiklerimden memnun değilim; keşke görsel olarak Yasaklı Oda’ya benzeyebilselerdi, daha ektoplazmik olsalardı.

Peki bu filmlere yeniden can verirken, o yönetmenlerin üsluplarını hiç düşünüyor musunuz yoksa tamamen kendi filminizi mi yapıyorsunuz?

Medyum benim o yüzden film benden geçerek hayata gelmek zorunda. Paranormal bir seansta olacağı gibi. Abraham Lincoln da Churchill de gelse, medyumun sesine sahip olacaklar. O yüzden benim yönetmen sesime sahip olmak zorunda filmler de. Ben sıradan bir yönetmenim; Griffith, Murnau, Hitchcock ya da Sternberg değilim; bir filmi zar zor bir araya getiriyorum. O yüzden o ses ne kadar kötü olursa olsun benim sesim olmak zorunda. Bir ara bu işi MoMa’da yapmayı da düşündük, benden yönetmenlerin tarzını da göz önünde bulundurmamı istiyorlardı ama bir sürü durumda yönetmenin tarzını dahi bilmiyordum ki. Örneğin, araştırmalarım beni unutulmaya yüz tutmuş bir İtalyan yönetmene, Alvaro Vitali’ye getiriyor ama tarzını pek bilmiyorum. Bir sürü yönetmenin tarzını anlayabilmek için sadece bir değil neredeyse tüm filmlerini izlemeniz gerekebiliyor, bu da çok zor. Bazen tam tersini yapmaya çalışmak daha basit: Bu ruh o kadar kayıp ki, yolda başkalarının tarzını geçirmiş üzerine, tanınmaz hâle gelmiş. Ölmüş hayvanınızla ilgili rüya görmek gibi. Şivavanızı kaniş olarak görmek gibi. Ben mesela ölmüş babamla ilgili çok rüya görürüm, rüyalarımda başka bir ırka mensup olduğu bile olur. O yüzden de gelen filmin kafasının karışık olması bana makul geldi.

Yasaklı Oda, Forbidden Room

Arşiv çalışması nasıl gerçekleşti? Herhangi bir kısıtlama var mıydı, yoksa dünyanın herhangi bir dönem ve yerinden kayıp filmleri dahil ettiniz mi?

Bir sınırlama getirmedik; Kamboçya’dan, 1970’lerden, Kızıl Kmerler’in katliamı sırasında yok edilen bir filmi de aldık, çok düşük bütçeli istismar filmlerini de. Ama çoğunluğu sessiz dönemden. Bir tek başlık ya da bir iki cümlelik sinopsis bile beni çok heyecanlandırabiliyor. Araştırmaların çoğu internet üzerinden yapıldı. Amerikan Film Enstitüsü’nün mükemmel bir arşivi var. Kayıp filmlerin sinopsisleri bile çok iyi yazılmış. Bazen bir filmin sadece başlığı bile o kadar cezbedici oluyor ki: Ladies Be Careful of Your Sleeves (Onna wa Tamoto wo Goyôjin, 1932). Ya da Mikio Naruse’den The Strength of a Moustache (Hige no Chikara, 1931). Variety dergisi 1903’ten beri film eleştirisi yayımlıyor o yüzden bazen bu filmlerin eleştirisini okuma fırsatı bile yakalayabiliyorsunuz, daha iyi bir fikriniz oluyor filme dair. Önce daha çok Avrupalı beyaz erkeklerin yaptıkları filmlerle başladım ama çalışmayı genişlettikçe pek çok erken dönem kadın yönetmenin, Müslüman yönetmenlerin, Amerikan yerlisi yönetmenlerin, kısacası marjinalize edilmiş insanların filmlerini de projeye dahil ettik. Zaten çoğunun kaybolma sebebi de marjinalize edilmiş insanların filmleri olmalarıydı. Yazılmış ama çekilmemiş filmleri de kullandık çünkü bence o hiç çekilememiş filmler de kayıp kategorisine giriyor. Eğer bir film o insan öldürüldüğü için, ezildiği için ya da bir kenara itildiği için çekilemediyse, bu da bir tür kayıp filmdir. Bir noktada, bu projeyi yüzyıllar önce o topraklarda yaşamış olan Kanada aborijinleri için yapma fikrine kapıldım. Tamamen başkaları hakkındaki bu kayıp filmleri yeniden yaparak bir tür büyük delik, boşluk hakkında konuşabilmek istiyordum. Kanada’nın gerçekleştirdiği soykırıma ondan hiç bahsetmeyerek işaret etmeye çalışıyordum ama enerjim ve param yetmediği için, ülkemi utandırmayı çok istediğim bu projeyi şimdilik rafa kaldırdım. Ama ileride mutlaka bu konuda filmler yapacağım.

Listede Türkiye’den film var mı?

Var ama şu an adını hatırlamama imkân yok.

O kadar çok kayıp filmimiz var ki, size zengin bir malzeme sunabiliriz.

Görmeyi çok istediğiniz bir film varsa haber edin, sizin için çekeyim. Star Wars’unuz kaybolursa onu yeniden çekmeyi isterim mesela (Dünyayı Kurtaran Adam’dan [1982] bahsediyor).

Yasaklı Oda’ya dönecek olursak, internet projesi kendi kombinasyonlarını üretiyor ama film için on altı adet filmi siz seçip bir araya getirdiniz. Biraz bu süreçten bahseder misiniz?

Hikâyelerin hepsi tematik bir yerden birbiriyle bağlanıyor aslında. Belki ilk izleyişte fark etmek zor. Birinden bu filmi ikinci kere izlemesini istemek de biraz fazla olur gerçi. Sanırım hikâyelerin çoğu, kadınlar ve ‘yasak oda’ yüzünden kafası karışan erkeklerle ilgili. Kadınlardan korkmakla ilgili. Kadınlar için detaylı ve iyi roller yazabilecek kadar zeki biri olmayabilirim ve bir erkek olduğumun farkındayım. Aşk hayatımı yönlendirmekte de oldukça başarısızım. Olayları sadece erkek bakış açısından yazabiliyorum, bu yüzden de sadece adil ve dürüst olmaya çaba gösteriyorum. Sundance Film Festivali’ndeki gösterimin ardından filmin toplumsal cinsiyet politikasıyla ilgili bazı eleştiriler de geldi zaten. Biraz hayal kırıklığına uğradım sanırım. Çünkü filmdeki herkes, tüm kadın ve erkekler karakter değil tip. Sessiz sinemada olduğu gibi. Kahraman oduncu ve korkaklar ordusu, denizaltı tayfası vb. Kadınlar da onlar için bir sır, gizem. Erkeklerin korkuları konusunda dürüst bir şey yapabileceğimi sanmıştım. Aborijin katliamı konusundaki yaklaşımım gibi, onu temsil etmeyerek ona dair bir şey söylemek gibi, W.G. Sebald’ın adını hiç anmadan soykırımdan bahsetmesi gibi, sadece kendi gülünç korkularımdan bahsedersem orada biraz dürüstlük bulurum diye düşündüm. Stratejim buydu, çünkü bir erkeğim ve olmadığım bir şey gibi davranamam. Hikâyeler birbirlerini yankılıyordu bu anlamda ama araya bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin başka bir erkeğe âşık olduğu hikâyeler de giriyor. Onlar da birbirlerine aynı şekilde hayal kırıklığı yaşatıyorlar. Kadınlar konusunda kafası karışık erkekler ana eksende olsa da cinsiyetlerin sınırlarının birden ortadan kaybolduğu ve herkesin kafasının karışık olduğu yerler var filmde. Arzu ve hayal kırıklığı. Renk, cinsiyet, yaş gözetmeden. Yasaklı Oda aynı zamanda tamamen beyazların oynadığı bir film oldu bir de. Normalde filmlerimde daha ‘renk körü’yümdür ama bunda böyle oldu. Filmdeki herkesin beyaz olduğunu kurguyu yaparken fark ettim.

Yasaklı Oda, Forbidden Room

Cinsiyet ve ırk konusunda açıklamalar yapmaya başlamanıza istinaden soruyorum; filmlerinizi çekerken politik doğruculuk sizin için önemli mi?

Moda olduğu için politik doğrucu bir tavır takınmak değil, hayır. Sadece duyarsız bir insan olmamaya çalışıyorum. Kimsenin duygularını incitmek istemem, özellikle de eğlence için yapılmış bir filmle. Bu tam olarak doğru değil tabii, bir burjuvayı incitmek her zaman eğlencelidir. Ama filmlerimde kimseye hakaret etmem. İçimdeki duyguları açığa çıkarmaya çalışıyorum ve belli ki onların ne oldukları konusunda da tam bir fikrim yok. Baksanıza duygularımı ifade etmekte bile zorlanıyorum.

Belki de bu yüzden iyi filmler yapıyorsunuz. Uzun süre sonra ilk kez renkli bir film çektiniz, bu filmin özellikle renge ihtiyacı olduğunu mu düşündünüz?

Evet, kesinlikle. Bu filmde yer alan kayıp filmlerin ‘ölümden sonraki hayatlarında’ renk ve ses tamamen serbest bırakılmış, dizginsiz olmalı diye düşündüm.

Arayazıların, kelimelerin kullanımı da öyle.

Bir ara 3d kullanmayı bile düşündük. Dün akşam da filmin Türkiye’deki vizyonunun dublajlı olması konusunda insanları ikna etmeye çalışıyordum. Daha çok katman eklensin bu çöp yığınına istiyorum. Daha da yapay olsun istiyorum. Hayatta en sevdiğim yönetmenlerden biri Oscar Micheaux. Filmlerini izlediniz mi bilmem, süper-bağımsız bir Afrikalı Amerikalı yönetmen. Çok ucuza yapılmış filmler çekiyor. Filmlerinin her ânı “ben bir filmim!” diye, “Bu bir aktör, bu bir aktris, bu bir şarkı, bu kötü bir kurgu!” diye bağırıyor. Ama kötü bir kurgu asla değil, aslında heyecan verici muhteşemlikte bir kurgu. O kurguya ‘kötü’ demek, çocukların yaptığı sanata kötü demek gibi bir şey. Ve elbette Micheaux bir çocuk değil. Sadece kurgunun üretilmiş, yaratılmış, elle yapılmış bir şey olduğunu çok belli ediyor. Bu da bana çok heyecan veriyor. Aynı şekilde dört yaşındaki torunumun yaptığı resimler de beni çok heyecanlandırıyor; kolajları mesela, aniden işin içine yiyecek dahil edivermesi, dahice bence. O yüzden ben de çocuklar gibi hızlı hızlı üretmek istiyorum. Filmi de bu tarzda tasarladık. Evan ve Galen Johnson’ın bu işe dahil olması benim için büyük şanstı. Arayazıları Galen yaptı. Bir noktada yanlış bir dilde arayazılar bile beliriyor filmde. Ses tasarımı da çok önemliydi. Kirli, hızlı, derme çatma ve baştan savma olması gerekiyordu ve bunu yapmak çok emek istiyor. Ama filmin ruhunun baştan savma olması gerekiyordu. Hatta filmin uzunluğu bile önemli, bu filmin fazla uzun olması gerekiyordu, o kadar uzun ki seyirciyi cezalandırıyor. Her şey çok fazla olmalıydı, o bile yetmiyordu bana. İnsanların yorulmasını, tükenmesini istiyordum; boğulmaktan kurtulmuş, mahvolmuş bir şekilde kendini plaja atmış biri gibi çıkmalarını istiyordum filmden. Rahatlıkla bir saat daha kısa yapabilirdim bu filmi ama hiç eğlenceli olmazdı.

Yapaylığı tercih eden bir yönetmen olarak sinemadaki bu gerçekçilik takıntısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Chris Marker, filmlerinin birinde çektiği görüntüleri bozuyordu, yapay oldukları belli olsun diye kasten zarar veriyordu görüntülere. Ben de insanların, onları kandırdığımı düşünmesini istemiyorum. Bir film gerçekçi görünebilir ama çok sahtekâr olabilir, elbette tersi de geçerli. Ama görüntü yapay olduğunda, en azından seyirci gerçeğin orada olup olmadığına kendi karar verir. Bir filmi ya da kitabı anlamak istediğimde masallar aracılığıyla düşünürüm ben. Masallar çok yapaydır ama zamana direnenler bazı gerçekleri barındırıyor olsa gerek. Bu bana başlamak için iyi bir fikir gibi görünüyor. Tüm filmler, tüm kitaplar, sanatın tamamı yapaydır ve iyiyse aynı zamanda da çok hakikidir. Bu yüzden başkalarının filmlerini izler ya da kitaplarını okurken bir masalın kapısından girerim içlerine. Kendi filmlerimi de masallardan yola çıkarak kurarım. Ama herkese göre olmadıklarını da kabul ediyorum.

Belki de farklı biçimlere ya da yapay bir estetiğe yeterince aşina olmadıkları için…

Doğru. Sinemaya ilk başladığımda seyircim orta yaşlı ‘queen’lerdi; ben o zaman genç ve havalı bir tiptim ve post-punk’ların filan filmi daha çok beğeneceklerini sanıyordum ama ilk onlar çıkıyorlardı salondan. Kendimi bir garaj grubunun sinema versiyonu gibi hissediyordum, enstrümanını yeni yeni kullanmaya başlamış ama ‘cool’, o yüzden de benim gibi olanların filmlerimi seveceklerini sanıyordum ama olmuyordu. Yirmi yıl içinde seyirci kitlem değişti, belki o zamanın ‘queen’leri yaşlandı, belki de bunca rock videosu, multimedya işleri derken gençler alıştı bu işlere. Artık daha çok genç sinema öğrencilerini ve hipster’ları görüyorum salonda. Ama ben ‘queen’lerimi özlüyorum.


Yasaklı Oda, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor. MUBI’nin Altyazı okurlarına özel kampanyasıyla 30 gün boyunca MUBI’ye ücretsiz erişim sağlayabilirsiniz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.