Şu An Okunan
Michael Önder’le Taksim Hold’em Üzerine Söyleşi

Michael Önder’le Taksim Hold’em Üzerine Söyleşi

Taksim Hold’em’in yönetmeni Michael Önder bir ‘Gezi filmi’nden ziyade insanlık hâllerine odaklanan bir komedi olarak gördüğü bu ilk uzun metrajının yapım serüvenini anlatıyor. 

Söyleşi: Ayça Çiftçi, Fırat Yücel

Fotoğraf: Taha Temiz


Bu söyleşi, Altyazı’nın Mayıs 2018 tarihli 183. sayısında yayımlanmıştır.


Yolculuğuna 2017’nin Ekim ayında 30. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde yarışarak başlayan Taksim Hold’em birçok festival dolaştıktan sonra, Gezi Direnişi’nin beşinci yıldönümünde Türkiye’de vizyona giriyor. Gezi Direnişi’yle ilgili bir film değil bu, daha çok farklı karakterdeki bireylerin kitlesel eylemlere bakışıyla ilgili mizahi bir münazara. Ancak yine de bu zamanlarda seyirciyle buluşacak olması anlamlı. Zira film Türkiye tarihindeki en geniş katılımlı kitlesel eylemlerin yaşandığı bir zamana, beş yıl öncesinin Mayıs’ına, hayallerin ve korkuların en canlı olduğu o âna geri götürüyor seyirciyi. Özellikle de beyaz yakalıların bu dönemde yaşadığı duygu ve çelişkilere dokunan bir mikro dünya kuran Taksim Hold’em, tamamı orta sınıf genç bir çiftin evinde geçen bir çeşit komedi-gerilim. Her ne kadar ‘ev içi’ne odaklansa da, insanların sokaklara döküldüğü zamanların, kendi hayatlarını ve yakın çevrelerini değiştirme iradesi göstermeye en çok yaklaştıkları zamanlar olduğunu da ortaya koyuyor. Felsefe öğrenimi görmüş yönetmen Michael Önder’in bakışı, değişime inanma/inanmama, sinizm/isyan duygusu, üşengeçlik/aktiflik, korku/cesaret karşıtlıkları ve bunların gri alanları çevresinde genişçe bir tartışma alanı açıyor.

Böyle bir film yapma fikri Gezi’nin sonrasında ortaya çıktı herhâlde. Senaryo yazım sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?

Gezi’den sonraki Ekim ayında başladı süreç. İlk metinde Gezi’nin, o dönemde kabarmış duygularımın, heyecanlarımın izi çok baskındı. O ilk versiyon zamanla değişti, bugünkünün temeli oldu. Böylesine büyük bir toplumsal konudan hareketle bir şey yaparken yanlış bir şey yapma kaygısı taşıyordum. O yüzden daha çok kendi yaşadıklarıma, gözlemlediklerime, arkadaşlarımla oturup muhabbet ettiğimizde anlattığımız anılara odaklandım.

Senaryonun yazılması iki yıl sürdü. O süreçte bu konuyla alakalı başka filmler yapılacağını, onların yanında Taksim Hold’em’in Gezi’yi sadece fonunda barındıran bir film olarak kalacağını düşünüyordum. Başından beri bu filmi politik derinliği olan bir film olarak düşünmedim. Sadece bir insanlık hâlinden bahseden bir film Taksim Hold’em; Molière’in ‘Adamcıl’ında orta sınıfa ya da kralın etrafındakilere yönelen eleştiride, oradaki komedide olduğu gibi biraz. Bu karakterlerin gündelik hayatlarına bakmak istedim. Mesela politik sohbetlerde adaletten bahsedip işyerinde ya da ilişkinde adaletsiz davranmak gibi riyakârlıklar üzerine düşündüm. Bazen kendimde de rastladığım şeyler… Sözle eylem arasındaki uçurumlara bakmak istedim.

Gezi’ye dair bir film değil bu tam olarak. Bu anlamda insanları hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum, filmi olmadığı bir şeymiş gibi sunmak istemiyorum. “Sonunda Gezi’nin filmi çıktı” diyebileceğimiz bir durum yok ortada. Taksim Hold’em bir insan komedisi, davranış komedisi. Ben zaten bugüne kadar Gezi hakkında bir film ya da başka bir şey çıkar diye düşünüyordum. İlk çıkan bir taraf olur, diğeri başka bir taraf olur, sonra da böyle daha aradaki muğlaklıklar ortaya çıkar diyordum. Çıkmaması benim için talihsizlik oldu. Filmi mümkün mertebe bu gibi kodlardan arındırmaya çalıştım; o dönemde çok kullanılan imgeleri tercih etmedim. Çünkü filmdeki asıl mesele politik bir tartışma değil.

Zaten Taksim Hold’em Gezi dönemindeki o siyasi gündemlerden ziyade eyleme inanç/inançsızlık üzerine bir film gibi daha çok. Karakterlere bakarsak, temelde onları ayrıştıran şey kitle eylemliliğine inanç/inançsızlık bağlamında nasıl bir pozisyon aldıkları mı?

Evet, örneğin ana karakter eylemi belli ki hayatından dışlamış ve bunu rasyonel argümanlarla meşrulaştırıyor. Ama işte liberalliğin getirdiği bir sorun da var, Hamlet durumuna düşüyorsun; düşün düşün düşün, eyleme geçene kadar iş işten geçmiş oluyor. Hâlbuki birçok grup düşünmeden harekete geçip hayatta çok daha fazla ilerliyor. Ama ben “bu filmi yaparak bu adamları eleştirdim” dersem yanlış olur çünkü kendim de sürekli bu ikilemi yaşıyorum. Dünyayı eyleme geçen cesur insanların değiştirdiğini düşünüyorum. Ama bir fikre inanıyor olman, senin o insan olabileceğini göstermiyor. “Keşke öyle olabilsem” diyorsun ama olmadığını gördükçe bu bir çeşit laf ebeliği yaratıyor; “ben karıma, çocuğuma bakıyorum” ya da “ben toplu eylemlere inanmıyorum” gibi başka argümanlar bulmaya başlıyorsun. Bence bu tür lafların hepsinin altında korku var aslında, eylemin sonucundan duyulan korku. Entelektüel muhabbetler eylemsizliği kılıfına uydurmaya yönelik olabiliyor.

Ana karakter Odun’da korkudan ziyade kibir öne çıkıyor; kitlesel bir hareketin parçası olmaya kibirli yaklaştığı için de eylemin içine girmiyor sanki.

Evet, etrafındakilere, insanlığa karşı net bir kibir var. Çevresine duyduğu antipati, insanlara yaklaşımı bunu gösteriyor. Ama onun trajik hatasının kibir olduğunu düşünmüyorum. Onun durumunda üşenme de var, kendi fanusunun dışını düşünmeme de var. Fark ettiniz mi bilmiyorum; bir tane akvaryum resmi var evde, onun oturduğu yerin tam arkasında. Akvaryumda da bir çatlak var. Ev onun fanusunu temsil ediyor çünkü. Bütün film esasında o fanusun içinde geçiyor. Bir yandan, bencilliğinin şöyle bir açmazı da var; bir gün kendi yarattığı o güzel fanusun içine girdiklerinde yapacak hiçbir şeyi kalmayacak.

Altan ise çok kalın çizgilerle çizilmiş bir karakter; bir nevi ‘içi boş idealist’. Aslında Gezi döneminde kimse birbirini “sen sosyal medya devrimcisisin” diye eleştirmiyordu. Bu anlayış geçen zamanla birlikte ortaya çıktı. Film de geriye dönüp bakarken bu anlayışı sahiplenmiş gibi görünüyor.

Bir anekdot anlatayım: Bir arkadaşın evinde bekliyorum, sokağa çıkacağız. Orada otururken sosyal medyadaki paylaşımlarını görüyorum, şöyle yapacağız, böyle yapacağız diye iddialı şeyler. Ama o esnada içeride bandana beğeniyor, eğleniyor. “Ben gerçeği biliyorum, benden nasıl çekinmiyorsun?” diye düşünüyorum içimden. Yarım saat oyalandıktan sonra çıktık dışarı, köşeyi döndük, birdenbire “abi içimde kötü bir his var, geri döneceğim ben” dedi ve gerçekten de döndü. Ben de yukarıya yürümeye devam ve kendimi ondan daha iyi biri gibi hissettim. “Vay” dedim, “ben bir şey yapıyorum ve bazıları bunu yapmıyor, demek ki ben bu insanlardan daha iyiyim.” O gün, ilk haftanın ardından saldırıların yeniden başladığı gündü. Benim de ayağımda terlikler var, hiçbir şeye hazır değilim. Ondan sonra saldırı oldu, sağa sola koşuşmaya başlandı. En sonunda dar bir yere girdik, orada sıkıştık kaldık. Artık nasıl bir ego varsa, düşündüğüm şey bir sonraki gün gazetede adımın yazmayacağıydı, yüz kişiyiz sonuçta. Bayağı bayağı rakam olarak gideceğiz yani. Sonra aklıma geri dönen arkadaşım geldi. “O çocuk mu daha zeki yoksa ben mi? Hangimizin yaptığı daha değerli? Benim orada olmam neyi değiştirdi?” gibi düşüncelere daldım. Ben ona kalkıp “ben senden daha iyiyim, daha cesurum” diyebilir miyim artık? Hayır, olay ânında korku bende de tavan yaptı sonuçta. Kaçtıktan sonra taşa oturduğum bir an vardı, Altan’ın korku hâlindeki o kilitlenmesini oradan aldım mesela.

Mizansene baktığımızda evde dikkat çeken şeylerden biri de duvarların kitaplarla kaplı olması. Filmin tek mekânı da olduğu için evin kimliği, ana karakterin biçimlenmesinde önemli bir öğe. Odun o gruptaki görece entelektüel kişi belli ki ama diğer yandan sinizm batağına batan da o.

Ev objektif bir gerçekliği değil de, Odun’un kendini nasıl gördüğünü ve gösterdiğini yansıtıyor. Bütün film –hattâ poker metaforu da oradan geliyor– temsiller üzerine. Kim kendini nasıl görüyor, nasıl gösteriyor? Poker oynarken senin elinde de, benim elimde de kâğıt var. Ama oyunun sonuna kadar ne olduğunu bilmiyoruz.

Taksim Hold’em bir yandan da kadın-erkek ilişkileriyle ilgili bir film. Gezi’den çok evlilik üzerine olduğu bile söylenebilir. Ya da bir insana hayatını adamak, bu fedakârlığı yapmak, bu adımı atmak üzerine. Diğer yandan bir erkeklik komedyası olarak da görülebilir. Dramatik yapıyı bu anlamda nasıl kurguladınız?

Senaryo üzerinde oyuncularla çalışırken onlara da söyledim; filmin iskeletinin politik bir yanı yok, iki insan arasındaki ilişkiden ibaret. Defne ve Odun’la başlayıp o ikisinin hikâyesiyle bitiyor. İnsanın sosyalleşme evreleri var. Bir tanesi ailenle, sevdiğin insanlarla olan ilişkin. Bir sonraki, tanımadığın ama aynı ülkede yaşadığın insanlarla olan ilişkin. Mesela, başka birisi için hayatından taviz verme sorusunun cevabı, politik anlamda konuştuğumuzda çok bariz gibi görünüyor. “Başkalarının mutlu olmasını ister misin?” diye sorsanız “evet, isterim” derim. Asıl zor olan “bunun için bir şey yapacak mısın?” sorusu. Bu soru ailenle, arkadaşlarınla, sevdiklerinle olan ilişkinde çok kişisel bir soru gibi görünüyor ama çok daha büyük sosyal kodları var.

Bu noktada bence, hele de Türkiye özelinde, erkeklik meselesi devreye giriyor. Erkeklik, belli anlamda yük gibi taşıdığın bir şey. Ortada sanal bir kavram var ve onun içinde var olmaya çalışıyorsun, o gruba ait olmaya çalışıyorsun. Filmde bana en eğlenceli gelen şeylerden biri, arkadaşların birbirleriyle ilişkilerindeki maçoluk. Çünkü bunu asla kabul etmeyecek türden karakterler bunlar bir yandan. Kendi hayatımda da gözlemledim, poker masasında erkekler arasında pasif-agresif bir atmosfer oluyor. Sosyal hayatlarda oynanan tiyatroda da var olan o iktidar mücadelesi, poker masasında çok daha bariz hâle geliyor.

Gezi’nin Kore’deki, Japonya’daki ve hattâ Brezilya’daki toplumsal hareketlerle ortak yanlarından biri, beyaz yakalıların varlığı ve inisiyatif almalarıydı. Birçoğu örgütsüz olan insanların sokağa çıkmaları ama bir yandan da filmde de gördüğümüz üzere kafalarının karışık olması gibi bir durum vardı. Taksim Hold’em’in bir düzleminde de bu sınıfın kendi güvencesizliğini fark etme hikâyesinin olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben yola bu sınıfın derdini anlatma amacıyla çıkmadım. Başkası adına film yapmak gibi bir çıkış noktam olmadı; bu filmdekilerin çoğu benim çevremden insanlar bir bakıma. Bu da filmde bana avantaj sağlamıştır diye umuyorum. Bir yandan da bu karakterlerin yurtdışında da ne kadar tanıdık bulunduğunu görüp şaşırdım; yanıma gelip “benim de Altan gibi bir arkadaşım var” diyen o kadar çok insan oldu ki.

“Bunu Gezi filmi olarak kodlamanın filmi izleyecek insanları mutsuz edeceğini düşünüyorum. Ben Gezi’yle ilgili ‘o’ filmi yapmadım.”

Gezi sonrası pek çok insan yenilgi hissiyle mücadele etmeye çalıştı. Bu anlamda biraz da o yenilgi hissini ve nedenlerini araştırmanın bir parçası mı bu film?

Eğer öyle bir anlam taşıyorsa da bunu bilerek yapmadım, “yenilgi hissi” konusuna çok katılmıyorum ben. Çünkü böyle adlandırdığımızda sanki grupça hedeflediğimiz bir şey vardı da başaramadık gibi bir anlam beliriyor. Benim Gezi’ye dair sevdiğim şeylerden biri de –belki de Gezi’yi başarısız yapan şeylerden biri– o örgütlenememe hâli. İnsanların buluştuğu o ortak paydanın bambaşka bir şey olması. Kendi deneyimime bakarsam beni heyecanlandıran Gezi’deki mizahtı, duvar yazılarıydı. Oradaki mutluluğun sadece bir gruba ait olmakla açıklanabileceğini düşünmüyorum.

Taksim Hold’em’in nerede durduğuna gelirsek, az önce de dediğim gibi, bunu Gezi filmi olarak kodlamanın filmi izleyecek insanları mutsuz edeceğini düşünüyorum. Ben Gezi’yle ilgili “o” filmi yapmadım, yapamam, yapma sorumluluğunu alamam. Nasıl yapılır onu da bilmiyorum çünkü herkesin o günlere dair hissettikleri farklı. Ben de kendi deneyimimi anlatmaya çalıştım ve elimden geldiğince dürüst oldum. Eğer bu film bazı konularda belli gruplarda hayal kırıklığı yaratırsa, bu beni üzer. Mesela festivallerde, “böylesine bir şiddetin uygulandığı yerde siz böyle komedi yapmaya utanmıyor musunuz?” diye sorular geldi. Hayır, utanmıyorum, aksine amacım tam da bu. Tamam, uygulanan bir şiddet var ama bu şiddetin kötü olduğunu anlatmanın izleyiciye hakaret olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bende hep mizahın iktidarla bir ilişkisi olduğu düşüncesi hâkim. Antik Yunan’dan bugüne bütün otoriter rejimlerde komediye karşı antipati vardır. İkinci Dünya Savaşı’nda da Hitler karşıtı propagandada yok “adamınki küçüktür”, yok “bir topu eksiktir” diye bir tema vardır mesela. Napolyon için de öyle. Mizah bir şeyi değiştirmeyebilir belki ama yapana anlık iktidar kazandırır. Taksim Hold’em’e dönük bahsettiğim tepkinin, komedinin hedefiyle konusunu ayırt edememekten kaynaklandığını düşünüyorum. Mesela, Hayat Güzeldir (La Vita è Bella, 1997) toplama kampını konu alıyor, onu izlediğimizde “vay, adam soykırımla dalga geçiyor” demiyoruz ki. Ya da Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör’ü (The Great Dictator, 1940), Bertolt Brecht’in yazdığı ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’…

O dönemden geriye kalan, benim hatırlamak istediğim anlar üzerine düşündüm; eğlenceli ve paylaşmak istediğim anlar… Hayatımızdan bir kesitin, o ânın bir fotoğrafını çekiyoruz diye düşündüm. Güzelleme yapmak gibi bir niyetim olmadı hiç, dürüst olmaya çalıştım. Ben birilerine “sen şunu yapıyorsun” demek istemiyorum. Hep bunu yaptık zaten. Arada büyük bir uçurum var, bir taraftan diğerine “sen yanlış yapıyorsun!” diye bağırıyoruz sürekli. Ama ben yanımdakileri konuşmak istiyorum.

Biraz da tek mekân tercihinin senaryo yazımına ve filmin yapım sürecine nasıl etki ettiğini konuşalım mı?

Öncelikle tek mekân, düşük bütçenin dostu! Aslında zaten kafamın bir yerinde hep tek mekân yazayım fikri dolaşıyordu. En beğendiğim, senaryolarına hayranlık duyduğum filmler genelde tiyatrodan uyarlananlardır. Ama bir filmi sırf tek mekânda geçsin diye yapınca olmuyor tabii. Taksim Hold’em’de tek mekânın öykü içinde bir nedeni, bir işlevi var.

Tek mekân kararı, bütün yükün oyuncuların üzerine düşmesi de demekti. Bu anlamda oyuncular çok önemliydi. Kimin dediğini hatırlamıyorum, “yönetmenin görevinin yüzde sekseni doğru oyuncu seçmektir” diye bir söz var. Gerçekten de öyle, doğru oyuncuları bulursan sen sadece kaos yönetimi yapıyorsun. Sürecin son aşamasında da montaj, tek mekânda geçen bir filmin dilini ve ritmini doğru yakalamak açısından çok belirleyici oldu. Belki bir karede biraz daha beklesen, seyirciye o cümleyi düşünecek şansı tanıyacaksın, “bir saniye, bu nasıl bu kadar hızlı cevap veriyor buna?” diyecekler. David Mamet, “seyircinin her zaman yarım adım arkandan gelmesi lazım çünkü senden daha zekidir” der. Bu anlamda biz de seyircinin önünde gidelim istedik.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.