Şu An Okunan
Umut Subaşı ile Sanki Her Şey Biraz Felaket Üzerine Söyleşi: ‘Balkona Kadar Umutlu’

Umut Subaşı ile Sanki Her Şey Biraz Felaket Üzerine Söyleşi: ‘Balkona Kadar Umutlu’

Umut Subaşı’nın ilk uzun metrajı Sanki Her Şey Biraz Felaket, geride bıraktığımız yılın iz bırakan yerli filmlerinden biri. Yönetmenle filmin seyirciyi bölme biçimini, mizahi tonunu ve o tanımlayamadığımız büyük mutsuzluk hâlimizi konuştuk. 

Söyleşi: Ekrem Buğra Büte

Sanki Her Şey Biraz Felaket, dünya prömiyerini Rotterdam’da yaptıktan sonra Türkiyeli izleyiciyle ilk olarak İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma’sında buluştu, ardından özellikle Adana Altın Koza’da kazandığı ödüllerle dikkat çekti. Film devam eden festival yolculuğu boyunca bilhassa üzerine eğildiği toplumsal his ve yönetmenin kendi kuşağına dair açtığı alanla seyircinin ilgisini çekmiş durumda. Zira yirmili yaşlarını yaşayan dört karakterin hayatını paralel olarak takip ettiğimiz filmde bu karakterleri ortaklaştıran temel şey devamlı toslayıp durdukları, hayatın köklerine sızmış mutsuzluk ve çaresizlik hissi. Bu hisse boğuculuğu kadar komikliğini de görecek bir mesafeden yaklaşan, bunun günlük hayattaki yansımalarını izleyen Sanki Her Şey Biraz Felaket’i yönetmeni ve senaristi Umut Subaşı’yla konuştuk. Filmin çıktığı festival yolculuğundan oyunculuk tercihlerine, durduk yere ağlamanın nedenlerinden şu meşhur çaresizliğimize farklı noktalara, sinir uçlarına uzandık.

Filmin festival yolculuğuyla başlayalım mı? Festival seyircisiyle buluşma yolculuğu nasıl geçti, geçiyor? Tepkiler nasıl?

Güzel ve koşturmalı geçiyor. Rotterdam prömiyeri sonrası New York’a gittik New Directors/New Films için. Sonrasında Güney Kore’den Brezilya’ya sene boyunca sürdü gösterimlerimiz. Türkiye’de de İstanbul, Ayvalık, Adana ve Ankara film festivallerinde yer aldı. Genel olarak soru-cevaplarda gördüğüm, insanların farklı duygular hissediyor olduğu. Bu çokseslilik, çeşitlilik benim hoşuma gidiyor. Filmi çok duygusal bir yerden ele alanlar da var, sadece mizahi olarak ele alanlar da. Aslında tabii ikisi birlikte benim için. Ortak genel yaklaşımsa seyircinin filmi sıkışmışlıkla bağlamlandırması oldu. Her yerde bu jenerasyonun benzer bir hissin içinde bulunduğunu düşünerek yapmıştım filmi, bunun sahiden böyle olduğunu dünyanın çok farklı yerlerindeki seyircilerden duymuş oldum.

Aslında majör bir his var filme temel olan. Bu bir yandan jenerasyonel olarak açıklamasını yapabileceğimiz ve karşılıkları olan bir şey, bir yandan da Türkiye’de olmakla ilgili çok spesifik bir şey. Sizi böyle bir film yapmaya iten şeyler nelerdir?

Benim de bunun içinde olmam, aynı şeyleri hissetmem aslında. O yüzden çok temel bir yerden çıktı film. Hikâye anlatıcılığı benim için çok kutsanması gereken bir şey değil. Dolayısıyla beni motive eden, bir film yapmaya iten şey bu perspektif değil. Ben daha çok yaşadığım, hissettiğim ve gözlemlediğim çok baskın bir durum ya da bir ruh hâlini ifade etme üzerine bir yola çıktım. Tabii ki bunun kökü burada, bu ülkede yaşananlar. Ama dediğim gibi bu şu an dünyanın birçok yerinde geçerli. Burada bir hâletiruhiyeden bahsediyoruz ama bunun bir sürü kolu var aslında ve her seyirci başka bir yerinden yakınlık kuruyor. 

O ruh hâli dediğiniz şey ne peki, nasıl tanımlarsınız?

Aslında bunu tam ifade edemiyor olmak, bunu anlamaya çalışmak, bunu bulmak için de sanırım böyle bir film yaptım. Sıkışmışlık, karamsarlık… Mutsuzluk değil çünkü çok genel bir tanım. Aslında sıkışmışlık ve karamsarlığın getirdiği bir mutsuzluk diyebilirim ona. Delirme hâli de diyebilirim birazcık. 

Burada yaşamanın spesifik bir hissiyatı var ve bunu anlatmanın yolunu henüz bilmiyoruz, aslında yeni bulmaya çalışıyoruz. Film o bakımdan çok önemli bir yere oturuyor bence, bunu anlatma sorumluluğunu almış olması açısından. 

Bunu anlatmanın zorluğu karmaşıklığından geliyor sanırım. Çünkü içinde o alaycılık da var. Bunun içindeyiz ama bir depresyon hâli değil bu bizim için. Bir şekilde başa çıkabilmek için, hafifleştirmek için günlük hayatta bunun mizahını kovalayan bir gençlik var. Bu da aslında delirmemek için olanla başa çıkabilmek için gelişen bir şey. Hüzünlü, çaresiz hissettiren ama bir yandan sürekli dalgasını geçerek başını dik tutmaya çalıştığın bir hal.

Bir yandan mutsuz karakterler izliyoruz, her biri ağlayarak giriyor filme. Bir yandan da konusuna bir komedi mesafesi alan bir iş bu. O hissin daha hafif, daha komik taraflarını gören bir film aslında. Bu ikisini bir arada kullanma fikrinden bahsetmek ister misiniz?

O mesafeye katılıyorum ama onu komedi mesafesi olarak tanımlar mıyım, emin değilim. Orada filme konusu kadar karanlık bir yerden yaklaşmamak için kullandığım bir ton var aslında. Çünkü son tahlilde hayat bence öyle. Bir sürü kötü şey oluyor her gün. Ama bir şekilde hayatı yaşarken onu hafifleştirecek bir şeyler bulmak için çaba sarf ediyoruz. Bir de tabii ki seyirciyi bu karamsarlığın bir parçası yapmaktansa “Bunlar niye mutsuz?” dedirtmek istediğim için hem karakterlere bir mesafe var hem de film birçok şeyle seyirciyi rahatsız edip kendinden koparmaya çalışıyor. 

Bu bir yandan riskli bir şey. Çünkü üzülen, ağlayan bir karaktere bir tür mesafeyle bakmak, bunu komedi unsuru hâline getirmek riskli bir şey. Burada denge unsuru çok önemli diye düşünüyorum. O riske dair ne düşünüyorsunuz? 

Benim üzerine en çok düşündüğüm şeylerden biri olabilir bu. Ben şunu istedim: Ne karakterlerle üzülsünler, “Vah, tüh, çocuklara yazık” desinler ne de “Salaklara bak” deyip onlarla alay etsinler. Öyle bir yerde durmak istedim ki hani ikisine de meyledebilecek bir yerde ama son tahlilde dışarıda. Hem kendim hem seyirci için öyle bir konumlandırma yapmaya çalıştım. Tabii riskli bir seçim olduğunu ben de düşünüyorum. Sonuçta birçok seyirci için anlamlandırılamayan bir rahatsızlık da barındırıyor olabilir bu tercih. Çünkü çoğunlukla karakterlerle özdeşlik kurup film boyunca onlarla birlikte olmaya çok alışığız. Filmlerin büyük çoğunluğu öyle olduğu için buna alışık seyirci. Bazı seyirciler bu durumu, tercihlerin böyle olmasını yadırgıyor. 

Seyircinin tepkisine gelebiliriz yine, daha üst jenerasyonlar nasıl bakıyor filme?

Orada da gerçekten çeşitlilik var. Bazıları kendi çocuklarının ya da torunlarının jenerasyonunun durumunu gördüğü için daha duygusal yerden yaklaşabiliyor. Ama yaş skalamızın epey geniş olduğunu söyleyebilirim salonlarda gördüğüm kadarıyla. 

Buradan bir adım sonrasına, daha pratik kısma gelmek istiyorum. Dört karakterli bir akış var filmde, biraz o tercihten bahsetmek iyi olabilir, niye dört karakter var? 

Çoklu karakter olması başından beri istediğim bir şeydi. Daha geniş çerçevede bir şey anlatmaya çalışırken elverişli oluyor. Çalışırken bunun dört karakter olacağı belli oldu. Ondan sonra da aslında karakterler ve hikâye birlikte şekillendi ve yazıldı diyebilirim. Ama hikâyenin çatışma unsurları ve birbirlerine bağlanması yolda ortaya çıktı.

Film hem oyuncu seçimi hem de oyuncu yönetimi açısından da önem kazanıyor bu bakımdan. O mutsuzluk ve çaresizlik hâline mesafe alınması deadpan mizahı hatırlatan bir yere kayıyor zaman zaman. Oyuncuları seçerken, daha pratikte oyuncularla çalışırken önemsediğiniz, dikkat ettiğiniz şeyler nelerdi?

Seyirciyle film arasında bir mesafe koymaya çalıştım diyorum ya buna rağmen birçok seyirci karakterlerle bir şekilde, bir ölçüde özdeşlik kurmayı başardı. Ben tabii yüzde yüz, tamamen bir mesafe olsun istemedim. Çünkü o zaman tam tersine, alay ediyor gibi bir noktaya gidebilirdi. Karakterlerle bağ kurulmasını sağlayan şeylerden biri bence oyunculuk. Evet deadpan’e kayan bir taraf var ama hiç üzerine konuştuğumuz bir şey olmadı bu. Benim üstüne düşündüğüm bir şey de olmadı. Ve nihayetinde genel çerçevede bakıldığında oyunculukların öyle olduğunu düşünmüyorum.

Oraya doğru gidecek gibi oluyor ama gitmiyor aslında.

Zaten genel olarak çok git gelli bir film bu bence. Mizahi ama bir yandan çok hüzünlü de. Bir yandan çok mesafeli bir yandan çok yakın hissediyorsun, çok tanıdık geliyor. Oyunculuktaki tercihler de bence böyle. Yani filmin birçok unsuru bu garip tahterevalli dengesinde gidiyor, geliyor. Oyunculukla ilgili şunu söyleyebilirim: Ben yeni yüzlerle çalışmak istiyordum. Daha önce çok görülmemiş hatta tercihen ilk kez bir filmde rol alacak oyuncular istiyordum. Ve tabii dört başrollü bir film olduğu için bunların kendi içinde de bir ahengi olması gerekiyordu. O süreci şanslı bir şekilde atlatıp bu dört iyi oyuncuyla bir araya geldikten sonra provalarda onları kafamdaki yere çekmeye çalıştım. Oldukça memnunum oyunculuklardan.

Karakterlerin her birinin hikâye aksında hep bir rol içinde rol durumu var. Başka rollerin içine girme çabalarını görüyoruz aslında. Ben filmdeki mizahi dediğimiz şeyi yaratanlardan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü karakterler yaptıkları şeyleri çok inanarak ve içselleştirerek yapmıyorlar. Onların hepsi birer rol. Bu rol içinde rol durumuyla ilgili ne düşünürsün onu sormak istiyorum.

Orada iki tane şey var benim için. Birincisi insanın kendi başına evde olduğu hâliyle dışarıda birileriyle görüştüğü hâli arasındaki fark. Filmde tabii biraz daha abartılmış bir şekilde var ama gerçek hayatta da bu böyle. Bir yere gittiğinde, dışarıda olduğunda, senden ziyade olman gereken kişi gibi davranma durumun oluyor. İkincisi de aslında biraz sosyal medyadaki duruma benzetiyorum, kendi personanla sosyal medyadaki personan arasındaki farka. Rotterdam’daki katalog metninde “Sosyal medyasız bir sosyal medya filmi” yazmışlardı film için, bunu çok sevmiştim. Ona çok benziyor çünkü. Genellikle insanların kendi olduğu hâliyle sosyal medya sayfasındaki hâli arasında ciddi bir uçurum var. Filmde de biraz öyle. İnsanlar kendi başına olmaktan çıkıp başka insanlarla bir araya geldiği zaman başka bir personaya bürünüyorlar gibi bir durum var, öyle bir yerden yaklaşmıştım. 

Bu noktada hikâye anlatımına nasıl yaklaşıyorsun oraya gelmek istiyorum. Çünkü karakterlerin kendilerini içine soktuğu rol durumu o mesafenin dramatik unsurlara da yansımasına neden oluyor. Karakterlerin motivasyonları, yaptıkları şeyler ve vardıkları yerlerden ziyade bunun hakkında ne hissettiklerine bakıyor film. Burada daha dolaylı bir şey anlatılıyor hissiyatı var. Bunu yaratmanın yollarını biraz konuşalım isterim. 

Bununla ilgili kafamdaki şeyi anlatabilecek bir örnek vereceğim filmden. Bu filmde bir para döngüsü durumu var. Buna benzer bir konu genellikle filmlerin bütününe yayılır; çözülmesi gereken bir ana çatışmaya dönüştürülür. Ben onu üç dört dakikada anlatıp geçtim çünkü benim derdim değil orası. Normal hikâye anlatıcılığında hikâye için çok hayati öneme sahip olabilecek bir şeyi, filmin merkezinde değil, diğer şeyler gibi, odanın köşesindeki bir eşya gibi kullandım. Bu aslında bir yaklaşım biçimi. Eylemlerle, değişimlerle değil karakterlerle, olan bitenle, ufak tefek şeylerle ilgilenen bir yaklaşım. Bu söylediğiniz gibi dolaylı yoldan birçok şey söylemek anlamına geliyor ve seyirciden efor talep ediyor. Buna rağmen yine de ilgi çekici bir film yapmak istedim. Seyir deneyimi birçok yolla sabote edilmesine rağmen seyircinin filmden sıkılmaması ve tamamen kopmamasını sağlamaya çalıştım. Onun dışında karakterlerin dönüşümü, gelişimi, hikâyenin act’leri vs. benim çok gözettiğim şeyler olmadı. Benim önemsediğim şey filmin günlük hayatla ilgili olması, beslendiği alanın ve malzemesinin de ondan olması oldu. Filmin hikâye yapısı günlük hayat kadar uçucu bu yüzden. Mesela filmlerdeki kadar uzun düşünerek planlar yapmazsın günlük hayatında. Sıkıştığında bir beyaz yalan söylersin, onun üç dört hamle ötesini düşünmezsin, söylersin ve gider o, unutulur.

Bir kolektif psikoloji duvarı var ve karakterler hep ona çarpıyorlar ama ona çarpacaklarını biliyorlar da bir yandan. Onun verdiği bir rahatlık var gibi geliyor bana filmde karakterlerin kendisinde kristalize olan. Felaket hissinin ‘sanki’ kelimesiyle karşılanabilmesi gibi. Filmin adını soracağım bu noktada. Nasıl karar verildi filmin adına?

Bunu ben de bilmiyorum aslında. Kısa filmlerimin adları da biraz değişik. Buna şöyle bir cevap buldum sonradan: Sanırım ben filmlerde net bir şey yerine bir sürü şey anlatmak istiyorum. Dolayısıyla filmlerin ismi de direkt bir şeyi ifade edecek şekilde olamıyor. Daha geniş bir şeye işaret etmeye çalışıyor. Bu açıdan isminin filmi iyi yansıttığını düşünüyorum. Biraz önce bulamadığım o kelime galiba “kararsız”. Mizahi mi, depresif mi, öyle mi, böyle mi durumu aslında kararsızlık ve bu jenerasyonu tanımlayan şeylerden biri de olabilir kararsızlık hâli. Filmin ismi de öyle: Sanki Her Şey Biraz Felaket. Tam olarak bir şey anlatmıyor ama düşündüğün zaman bir sürü şeyi de ifade edebiliyor. Benim için en önemli şey tabii filmi yansıtması oldu. Özellikle filmi izledikten sonra daha da anlamlandırılacak bir isim olabilir. 

Bu kararsızlık meselesi hepimizin en favori sorusuna götürüyor beni: İyimser bir film mi karamsar bir film mi sence Sanki Her Şey Biraz Felaket? Finalle ilgili farklı şeyler düşünüyor sanırım insanlar bu bağlamda. 

Evet orada da ikiye bölünmüş durumda insanlar. Kimisi bu filmin çok mutsuz bittiğini düşünüyor kimisi de umutla bittiğini. Ben açıkçası sadece finalde değil filmin birçok yerinde seyirciye alan bırakmaya çalıştım. Onun bulduğu şey benim hiç aklıma gelmeyen bir şey olabilir ve bu hoşuma gider.. Kendime gelecek olursak ben sanırım minik bir umutla bittiğini düşünüyorum filmin. Ama tabii bu marjinal bir umut değil o iki genç kadının, bu hikâyede gördüğümüz kadarıyla birbirine ancak bu kadar yaklaşabileceğini düşünüyorum ilk aşamada. 

Hayata devam edecek kadar… 

Ben ona “balkona kadar” diyorum. Çünkü film boyunca Zeynep, Ayşe’yi dışarı davet ediyor. Gidelim, yıldızları izleyelim, dışarı çıkalım falan diyor. Ayşe de bakarız, ederiz diye geçiştiriyor. Filmin sonunda “Hadi gel, hava alalım” diyor Zeynep’e. Zeynep de dışarı çıkacaklar sanıyor ama Ayşe’nin teklifi sadece balkona çıkmak. O yüzden balkona kadar umutlu diyorum. 

Neden ağlıyor peki bu karakterler? Ağlamalarla başlıyor film ve başlamaktan da öte belirleyici de bir şey film için. Ağlamayı kullanma motivasyonunuzu merak ediyorum.

Aslında temelde dört karakterin ortak bir noktası olsun istedim bu filmde. Onların her birinin farklı dünyası, farklı derdi var ama ortak noktaları her gece eve gidip tek başlarına hüngür hüngür ağlamaları olsun istedim. Çünkü bunun onları bir arada tutan bir şey olması gerektiğini hissettim. Ağlamanın hem öyle bir işlevi var hem de mutsuzluk hissini çok pür bir şekilde çok da lafa gerek olmadan basit bir şekilde anlatma işlevi. Filmin ağlamalarla başlaması da benim baştan seyirciyle bir mutabakata varmak istememden kaynaklanıyor. “Bu film öyle bir film değil” ya da “Bu film böyle bir film” diye baştan vermek istedim. Çünkü filme öyle başlamak, geri kalanındaki izleme deneyimini derinden etkiliyor. Filmlerde ağlama, seyirciyi karakterlerin üzüntüsüne ortak etmek için etkileyici bir şekilde kullanılıyor genelde. Ama normalde ağlamak hiç de estetik bir şey değil, çoğunlukla çirkin bir şey. O yüzden ağlamayı dramatize etmektense böyle mesafeli bir yerden göstermek daha doğru olabilir diye düşündüm.

Filmde karakterlerden biri “Sinemaya gidelim mi?” sorusuna “Duygularımın manipüle edilmesinden hoşlanmıyorum” diyor. Bu film bunun neresinde diye sorarak bitirmek isterim bu durumda.

Bunu şöyle cevaplayayım. Geçen bir soru-cevapta bir izleyici “Ağlama sahnelerinde o müziği koyarak siz de benim duygularımı manipüle ettiniz” dedi. Ben de ona “Koymasaydım duyguların manipüle olacaktı, ben duygularının manipüle olmasını manipüle ettim” dedim.


Sanki Her Şey Biraz Felaket, MUBI Türkiye’de gösterimde.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.