Şu An Okunan
Apartman: Kalabalık İçinde Yalnız Kalmak

Apartman: Kalabalık İçinde Yalnız Kalmak

Billy Wilder’ın unutulmaz klasiği Apartman, Beykoz Kundura’nın beşinci yılı vesilesiyle yeniden büyük perdede seyirciyle buluşuyor. Güçlü mizah duygusu, zekice esprileri ve altmış yıl sonra bile geçerliliğini koruyan tespitleriyle klasik mertebesinde yer alan film, gerek şehre bakışı gerek karakterlerini ele ama biçimiyle Wilder’ın başyapıtlarından biri konumunda.

Yalnızlık, sadakatsizlik, intihar, şantaj, torpil… Bütün bunların Hollywood tarihinin en sevilen komedilerinden birinde büyük rol oynadığına inanmak güç. Usta yönetmen Billy Wilder’ın unutulmaz başyapıtlarından Apartman (The Apartment, 1960), tüm bu karanlık öğeleri bir araya getiren, yalanlarla örülü bir öykü anlatıyor. Çalıştığı sigorta şirketindeki monoton işinden kurtulup terfi alabilmek için dairesini patronlarına garsoniyer olarak kiralayan, fakat müdürlerden birinin umutsuzluğa kapılan sevgilisi evinde intihara kalkışınca kendini zor bir durumun ortasında bulan C. C. Baxter (Jack Lemmon) filmin ana karakteri. Ama kolaylıkla tatsız hâle gelebilecek bu riskli öykü; Wilder’ın sihirli ellerinde baştan sona keyifle izlenen, izleyiciyi hem gülümsetip hem düşündüren, zamanının çok ötesinde bir komedi klasiğine dönüşüyor. Amerikan stüdyo sisteminin genellikle değinmeye çekindiği pek çok önemli konu, Apartman boyunca kalibre edilmesi çok güç bir mizah duygusuyla, zekice espriler ve altmış yıl sonra bile geçerliliğini koruyan tespitler vasıtasıyla ele alınıyor.

Şehir ve Melankoli

Beykoz Kundura Sinema’nın beşinci yıldönümü vesilesiyle yeniden büyük perdede gösterilecek olan Apartman, eksiksiz bir şehir filmi. Daha karakterler hakkında hiçbir şey öğrenmeden ya da filmin merkezindeki aşk hikâyesi başlamadan önce New York manzaraları ve şehrin karmaşasına dair detaylar karşılıyor bizi. Genellikle Bud lakabıyla anılan Baxter’ın izleyiciyle paylaştığı ilk bilgi, New York’un sekiz milyonu aşan nüfusu ve binlerce kişinin çalıştığı dev sigorta şirketi hakkında istatistikler oluyor. Hemen anlıyoruz ki Apartman boyunca Wilder modern şehir yaşamını boğucu şirket kültürü ile ilişkilendirecek, iş dünyasının sömürü ve haksızlıklarla dolu yönlerini gözler önüne serecek. Hepsi birbirine benzeyen sayısız çalışanın her gün aynı saatte aynı ofise gelip aynı işi yaptığı, insanların sürekli çevrelerini saran kalabalığa rağmen derin bir yalnızlık duygusuyla boğuştuğu; pencereli bir ofise geçmenin, en yeni ürünü satın almanın ya da bir üst kata çıkabilmenin hayattaki yegâne amaç haline geldiği bir şehir portresi sunuyor yönetmen. Baxter’ın evinde yemek yerken televizyon izlediği bölüm, sponsor reklamları yüzünden bir türlü başlayamayan bir program üzerinden değişen tüketim alışkanlıklarına değiniyor örneğin.

Apartman şirket hiyerarşisini, bu sistemde yükselebilmek için alınan etik açıdan tartışmalı kararları, rekabet dolu bu ortamın yönetici katına (henüz) çıkamamış binlerce insanı nasıl görünmez hâle getirdiğini incelikle eleştiriyor. Baxter terfi almayı başarıyor, hatta 15 dolara mal olan “yönetici tarzı” pahalı şapkası ile gösteriş yapma fırsatı bile buluyor. Ama bunlar genç adamın mutlu olmasına, çevresindekilerle anlamlı ilişkiler kurmasına yetmiyor tabii ki. Kent yaşamının insan ilişkilerine etkisi hakkındaki bu fikirler günümüz seyircisi için de oldukça tanıdık. Modernleşme olarak anılan sürecin ve tüketime ya da sınıf atlamaya dayalı idealin yarattığı duygusal boşluğa dair öyküler, sinema tarihinin daha sonraki dönemlerinde başka coğrafyalarda da (mesela Tayvan sinemasının büyük ustası Edward Yang’in 80’li ve 90’lı yıllarda çektiği Taipei filmlerinde) sıklıkla karşımıza çıkacak. Apartman’ın belki de en şaşırtıcı ve değerli yönü ise tüm bu temalara çok önceden, 60’lı yılların perspektifinden, yanıltıcı bir hafiflik eşliğinde bakabilmesi.

Film boyunca Baxter’ın durumu acı-tatlı bir üslupla, hem mizah malzemesi hâline getirilerek hem de zarif bir keder eşliğinde öyküleştiriliyor. Bir yanda genç adamın çok sayıda sevgiliyi bir arada idare ettiğini sanan meraklı komşular veya daireyi paylaşamayan sadakatsiz patronlar ve huysuz sevgilileri hakkında espriler mevcut. Diğer yanda ise akşam saatlerinde boş ofiste tek başına oyalanan, dairesine dönemediği için soğuk havaya rağmen parktaki bir bankta oturup titreyen, hastalandığında bile kendisine yardım edecek kimsesi olmayan Baxter’ın yalnızlığına dair sahneler dikkat çekiyor. Filmin Noel arifesinde geçen bölümü bu açıdan özellikle dokunaklı; çünkü genellikle aile, dostluk ve birliktelik gibi kavramlara vurgu yapan neşeli Noel filmlerinin aksine Apartman, bir bara gidip tek başına içki içen ve kocası Küba’da hapiste olduğu için kendisi gibi yalnız kalmış bir kadınla tanışan Baxter’ı takip ediyor. Wilder bu noktada da mizahı elden bırakmıyor; mesela barda Noel Baba kostümüyle sarhoş olmuş bir müşteri görüyoruz, ya da Fidel Castro’nun “çılgın” sakalı hakkında absürd bir sohbete tanıklık ediyoruz. Baxter da ironik bir gülümseme ve hafif bir kırgınlıkla bir ailesi olmamasına rağmen dairesinin hiç boş kalmamasından yakınıyor. Ama şirketteki tantanalı partiye, yapılan bütün şakalara ve şehre hâkim olan Noel coşkusuna rağmen bu sahnelerin dokusunu belirleyen temel unsur, Baxter’ın yalnızlığı ve hüzünlü hâli oluyor.

Fran’in Duygu Dünyası

Noel bölümü, filmin ikinci ana karakteri Fran Kubelik (Shirley MacLaine) için de çok önemli bir dönüm noktası teşkil ediyor. Baxter’ın kendisinden hoşlanmasına rağmen yakınlaşmaya cesaret edemediği Fran, aynı şirkette asansör görevlisi olarak çalışan ve insan kaynakları müdürü Sheldrake ile ilişki yaşayan bir genç kadın (Wilder’ın en ünlü filmlerinden Sunset Bulvarı’nda [Sunset Blvd., 1950] da Sheldrake isimli başka bir karakter mevcut). Apartman’ın en büyük meziyetlerinden biri Fran’i çok boyutlu, karmaşık bir karakter olarak sunması ve onun perspektifine de Baxter ile aynı ölçüde ağırlık vermesi. Bu öykünün daha sıradan ve kaba bir versiyonunda yalnızca bir arzu nesnesi olarak tasvir edilecek, belki de erkek karakterlerin “çapkınlıklarını” mizah malzemesi yapan zevksiz bir seks komedisinde yardımcı role indirgenebilecek bir figür Fran. Ama Wilder, Fran’i Apartman’ın odak noktasına yerleştiriyor; karakterin hedeflerine, hayal kırıklıklarına, duygu dünyasında yaşadığı gelgitlere, önce her şeyden vazgeçip sonra yeniden gücünü toplayışına geniş yer ayırıyor. Fran, Sheldrake ile ilişkisini gözden geçiriyor, bu ilişki sebebiyle ödün vermek zorunda kaldığı zamanları sorguluyor. Yalnızca Sheldrake’in gönül eğlendirdiği kızlardan biri ya da Baxter’ın yardımına muhtaç bir kadın olarak değil, kalbinin ve zihninin söyledikleri arasında bocalayan, nazik, zeki ve kararlı bir birey olarak çiziliyor. Hatta Baxter’ın değişiminde, terfi uğruna yaptıklarını gözden geçirip hayatına yeni bir yön verişinde de Fran’in kilit bir rolü var. Ayrıca filmin en hoş metaforlarından biri olan Fran’in kırık cep aynası, iki ana karakterin de ruh hâlini yansıtan bir detay olarak kullanılıyor. Tabii Fran’i böylesine ilginç bir karakter hâline getiren Shirley MacLaine’in unutulmaz performansına da değinmek gerek. Jack Lemmon ile harika bir ikili oluşturan MacLaine kariyerinin bu noktasına kadar genellikle iddiasız komedi filmleri ve yan rollerdeki başarısıyla tanınsa da Apartman sonrasında kuşağının en önemli drama aktrisleri arasında yerini almıştı.

Wilder, Fran’in perspektifini ön plana çıkarmak için hikâyedeki bazı dönüm noktalarını zekice yeniden şekillendiriyor. Mesela Sheldrake ve eşi arasında Sheldrake’in sekreteri sebebiyle yaşanan önemli olaylar kısa birkaç replikle, yalnızca ima aracılığıyla perdeye taşınıyor. Fran’in kayınbiraderi Karl hakkındaki sahneler de benzer bir anlatım ekonomisine sahip. Yönetmen Sheldrake’in ya da Karl’ın bakış açısına zaman ayırmaktansa Fran’in deneyimine öncelik tanıyor. Fran Sheldrake’in yalanlarını anlayıp Baxter’ın kendisini sevdiğini fark ederken kamera Shirley MacLaine’in yüz ifadesindeki değişimlere odaklanıyor, en küçük detayı bile kaçırmak istemezcesine Fran’in tepkilerini takip ediyor. Apartman’ın sonlarına doğru başka filmlerde pek çok benzerini gördüğümüz bir romantik komedi kalıbını tersine çevirip şehrin bir ucundan öbür ucuna koşuşturan da yine Fran oluyor.

Billy Wilder Klasikleri

Apartman Billy Wilder’ın başyapıtlarla dolu filmografisinde özel bir yere sahip. Wilder pek çok başka filmde de trajik, karamsar, hatta rahatsız edici öğeleri beklenmedik bir mizah duygusu ile ele almış, birbirine zıt gibi görünen türleri hünerle birleştirmiş bir isim. Farklı tonlarda sahnelerden bütünlüklü bir seyir deneyimi inşa edebilmesi, bir bakıma komedi ve dram arasında hassas bir denge kurma becerisi Wilder’ın sinemasının köşe taşlarından biri. Bu açıdan hemen akla Wilder’ın Apartman’dan bir önceki filmi Bazıları Sıcak Sever (Some Like It Hot, 1959) geliyor. Başrolünde yine Jack Lemmon’ın yer aldığı bu klasik, cinsiyetçilik ve kısıtlayıcı toplumsal roller üzerine bir hikâyeyi türden türe atlayarak ama müthiş bir tutarlılıkla anlatır çünkü. Bir suç filmi gibi başlayan Bazıları Sıcak Sever, önce eğlenceli bir parodiye, sonra bir müzikale, hatta romantik bir aşk hikâyesine dönüşür ama bütün bu farklı tarz ve türleri bir araya getirirken cinsiyet ve cinsel kimlik kavramları hakkında zamanının çok ilerisinde fikirler sunmayı da ihmal etmez. Diğer Wilder komedileri arasında Casuslar Kampı (Stalag 17, 1953) ve Bir, İki, Üç (One, Two, Three, 1961) de neredeyse öykülerinin ağırlığına zıt düşen mizahi tonlarıyla dikkat çeker. Çünkü aslında bu filmlerden ilki İkinci Dünya Savaşı’nda savaş mahkûmlarının esir tutulduğu bir Alman kampında geçerken ikincisi Soğuk Savaş yıllarının paranoyasını, çalkantılı politik atmosferini yansıtır. Apartman Wilder’ın dram ve komedi öğelerini yetkin biçimde harmanladığı bu çok boyutlu filmlerin en başarılısı, en bütünlüklü olanıdır.

Toplam yedi filmde Jack Lemmon ile birlikte çalışan Wilder, En İyi Film dâhil beş Oscar kazanıp gişede büyük ilgi gören Apartman’ın başarısının ardından, 1963 tarihli Sokak Kızı Irma (Irma La Douce) filminde de Jack Lemmon ve Shirley MacLaine’i bir araya getirmişti. Ayrıca Apartman’ın senaristlerinden I. A. L. Diamond’ın adını da Wilder ile ondan fazla filmde işbirliği yapmış ve yönetmenin stiline büyük katkıda bulunmuş bir yazar olarak anmak gerek. Tüm bu isimlerin kariyerlerindeki doruk noktasını teşkil eden Apartman; cesur ve dokunaklı hikâyesiyle izleyiciyi derinden etkileyen, sayısız unutulmaz repliği ile büyük seyir keyfi veren, mutlaka büyük perdede görülmeyi hak eden bir klasik.


Billy Wilder’ın unutulmaz klasiği Apartman, Beykoz Kundura’nın beşinci yılı vesilesiyle yeniden büyük perdede seyirciyle buluşuyor. Detaylı bilgi edinmek için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.