Anora: Sahici Savruluşlar
Tangerine, The Florida Project ve Red Rocket gibi filmleriyle tanıdığımız Sean Baker, yeni filmi Anora’yla Cannes’ın büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazandı. Bir seks işçisinin yaşadığı vaatkâr aşk macerasını takip eden film karakterlerinin savrukluğundan kuvvetli bir sahicilik devşiriyor.
Sean Baker, anlatmayı seçtiği hikâyeleri anlatma şekli ve karakterlerini var oldukları sosyal ve sınıfsal bağlam içerisinde anlama çabasıyla tanınan bir yönetmen. Bu özellikleriyle son dönem Amerikan bağımsız sineması içerisinde de öne çıkan bir figür. Yönetmen, Shih-Ching Tsou’yla beraber yönettiği 2004 yapımı Take Out’tan itibaren ABD’nin katı sınıfsal yaşamının sistem dışına ittiği alt sınıftan figürleri, yasa dışı göçmenleri, seks işçilerini ve toplumsal hiyerarşinin en alt basamaklarını öyküleştirmeyi tercih etti. Yönetmenin bakışı temel olarak bu hikâyelerin merkezinde yer alan karakterleri kendi yaşam koşulları, sisteme adapte olma çabaları ve kendine has hayat dertleriyle beraber ele almaya odaklı bir sahicilik girişimine dayanıyor. Sean Baker’ın bu yıl Cannes’ın ana yarışmasından büyük ödül Altın Palmiye’yle dönen ve şimdiden yıla damga vuran filmlerden birine dönüşen yeni filmi Anora da bu girişimin olgunluk eserlerinden biri.
Anora, New York’ta bir striptiz kulübünde çalışan Ani’nin (kendisinin pek de tercih etmediği isimle Anora) yaşamına ve içine düştüğü bir sınıfsal sıçrama ihtimaline odaklanıyor. Kökeni Eski Doğu Bloku ülkelerinden birisine dayanan Ani’nin çalıştığı gece kulübünde Rus bir oligarkın oğluyla tanışmasının ardından, hayatını temelden değiştireceğini düşündüğü bir aşka yelken açmasını ve ardından yaşananları takip ediyoruz film boyunca. Striptiz kulübünde dansçılık ve seks işçiliği yaparak hayatını kazanan Ani, Rusça konuşabiliyor olmasının da yardımıyla tanıştığı zengin ergen İvan’la (Vanya) yakıcı bir ten uyumu yakalıyor ve kurulan bu profesyonel ilişki bir anda alelacele bir aşka dönüşüyor. Bir haftalık ‘sevgililik’ anlaşması Vegas’a, buradan da çabuk bir evlilik kararına varıyor. Bu sıradışı aşk macerası ve Külkedisi hikâyesi İvan’ın ailesinin durumdan haber almasıyla bal kabağına dönüşüyor ve ailenin olaya dâhil olmasıyla film de bambaşka bir yöne savruluyor.
İki Farklı Bölüm
Filmi yazan, yöneten ve kurgusunu üstlenen Sean Baker, Anora’yı dönüştürücü bir orta bölümün ayrıştırdığı iki farklı bölüm olarak kurgulamış. İlk bölümde Ani ve İvan’ın karşılaşmasını, yirmili yaşlarındaki iki gencin kabına sığmaz tanışma hikâyesini izliyoruz. Neon ışıkların, gece kulüplerinin, savruk bir zengin hayatının baskın olduğu bu ilk kısımda yönetmenin gözü de bu dinamizmin bir parçası oluyor. Baker’ın filmin belki de en güçlü yanı olan ve kendi imzasını taşıyan kurgusunun daha ilk sahnelerden itibaren seyirciyi bu bol ışıklı dünyanın kadrajdan taşan temposuna ortak ettiğini, onu kolaylıkla anlatının parçası hâline getirdiğini söylemek gerek. Bunu yaparken de ne hikâyenin geçtiği görkemli gece hayatı ortamının ne de böyle bir film için ciddi bir albeni riski teşkil eden seks sahnelerinin cazibesine kapılıyor Baker’ın gözü, tüm enerjiyi ve dinamizmi bu ikilinin arasında kurulan enerjiden, iki gencin birbirini bulma coşkusundan devşiriyor. Kariyeri boyunca seks işçilerinin yaşamına anlamaya açık gözlerle yaklaşan Baker’ın Anora’nın hikâyesinin sunduğu cinselliğe de özenli bir hassasiyetle yaklaştığını, seyirciye bir dikizleme zemini sunmaktan imtina ederken cinsellikten gözünü kaçırmadığını, bunu hayatın olağan bir parçası yapabildiğini söylemek gerek.
Ani ve İvan’ın bu gerçek olamayacak kadar çılgın tanışma hikâyesi İvan’ın ailesinin durumdan haberdar olmasıyla farklı bir anlam kazanıyor. Zira evlilik haberi duyulunca İvan’ın ailesi için çalışanlar çiftimizi ailenin evinde basıyor ve gençleri evlilik kararlarını iptal ettirmeye zorluyorlar. Burada yaşanan arbede, şiddetin filmde yer alma biçimi ve bilhassa olayı kaba kuvvetle çözmeye gelen adamların çizilme biçimi, Anora’nın seyircinin beklentilerini sürekli boşa çıkartan temel mantığı açısından önem arz ediyor. Zira hızla bir suç filmine dönüşeceğini, bir anda ortaya çıkan adamların bu iki gence kolaylıkla üstün geleceğini düşündüğümüz anlatı hızla kendisini bir tür slapstick komediye dönüştürüyor. Baker’ın bütün filmlerinde irili ufaklı rollerde gördüğümüz Karren Karagulian’ın canlandırdığı Toros, Ermenistan’ın tanınmış komedyenlerinden birisi olan Vache Tovmasyan’ın canlandırdığı Garnik ve 6 Numaralı Kompartıman’dan (Hytti nro 6, 2021) hatırladığımız Yura Borisov’un hayat verdiği (filmin ‘beyaz atlı prensi’) İgor’un ortamdan sıvışan İvan’ı ellerinden kaçırdıklarını, Ani’yi ise hiçbir şekilde zaptedemediklerini görüyoruz. Bu üç kaba saba görünümlü adam, beceriksizlikleriyle beklentilerin tersi bir etki yaratıp filmi bir şiddet komedisine savuruyorlar. Baker’ın tek bir 35mm kamerayla çektiği bu sekansın yarattığı ters köşeyle filmi başka bir şeye dönüştürdüğünü, usta işi koreografisinin yardımıyla âdeta yeni bir film başlattığını not düşebiliriz.
Filmde keskin ve merkezî bir kırılma noktası olarak kurgulanan bu sekansın ardından Anora hızla Safdielerin Uncut Gems’ini (2019) hatırlatan bir sarpa saran köşeyi dönme hikâyesine, buhranlı ve tempolu bir kovalamacaya dönüşüyor. Ekibin Ani’yle birlikte İvan’ı bulmaya çalışmasına, ailenin ülkeye gelişine ve bu yırtma hikâyesinin sona varışına tanık oluyoruz. Filmin başladığı ortamdan bambaşka yerlere ulaşan atmosferini dinamik rejisiyle yansıtan Baker’ın âdeta birden fazla filmi içerisinde barındıran bu yapıdan olgunlukla çıktığını söyleyebiliriz. Drew Daniels imzası taşıyan görüntü yönetiminden başlayan enerjik üslup, Sean Baker sinemasının alametifarikaları arasında görebileceğimiz özenli oyuncu seçimi ve yönetimiyle ritim buluyor. Hikâyenin yer yer tekrara düştüğü bazı kısımların bilhassa başroldeki Mikey Maddison’ın sahici performansıyla ayakta kalması, Baker’ın rejisinin oyuncuya güvenen ve alan açan doğasından güç alıyor şüphesiz. Bunu irili ufaklı her bir oyuncunun performansında gözlemleyebiliyoruz. Dolayısıyla oyuncu grubunun genel performansının ve oyuncu yönetiminin takdiri hak ettiği kesin.
Ani Aslında Kimdir?
Aynı filmin kendisi gibi, seyirciye alışık olduğu gidişatı vermekten uzak bir görüntü çizen final sahnesi Sean Baker’ın hem bu filmi hem de aslında tüm filmlerini üretme biçimine dair önemli bir noktaya işaret ediyor. Nüanslı, seyirciye soru işaretsiz bir final sunmaktan kaçınan bir sahne bu. Ani film boyunca yan bir hikâye olarak aralarında bir enerji oluşan İgor’un kucağına oturuyor ve filmin ilk kısmında bolca tanık olduğumuz tek taraflı cinsel ‘hizmet’in bir görüntüsünü sunmaya başlıyor. Ani’nin İgor’a son bir teşekkür için performatif bir davranışa mı giriştiğinden yoksa bunun ikilinin aralarındaki kimyayı açığa çıkartan bir tutku ânı mı olduğundan emin olamıyoruz. Filmin oluşmaya başlayan kimyaya o noktaya kadar çok da dikkat kesilmediğini, (Yura Borisov’un soğuk ve ifadesiz beden dilini şefkatin sızdığı gözleriyle bir araya getirerek canlandırdığı) İgor’a final bloğuna kadar hayati bir anlam atfetmediğini de düşünürsek seyircinin nereye konumlanacağını bilemediği bir sahnenin içinde buluyoruz kendimizi. Ve bu performansın yarıda kesildiğini, Ani’nin içindeki duygusal kırılmaya teslim olduğunu görüyoruz. Orada bitiriyor filmi Sean Baker. Bu davranışın performatifliğini açık etmekle birlikte bu görüntüden çok bunun Ani’deki karşılığını vurgulayan, bir yandan da seyircinin kurmaca beklentisini karakterin ‘gerçekliği’ lehine yırtan bir final bu. Seyirciyi cinselliğin performe edilişi ve onun yaratması muhtemel tatmin yerine bu performansı yapanın kim olduğu, ne yaşadığı ve ne hissettiğiyle bitiriyor filmini yönetmen. Aynı The Florida Project’te (2017) filmin olağan gerçekliğini yırtarak hayale koşan çocukların ya da şiddetin kreşendo usulü yükseldiği Tangerine’in (2015) noktalandığı yer gibi. Seyircisini bir cevaptan çok bir soruyla, ihtimalle uğurluyor filmden Sean Baker.
Sean Baker, aynı zamanda sinefilliğiyle de tanınan bir yönetmen. Kendi ifadeleriyle, aynı zamanda bir sinefil olan yönetmen, ister istemez sinema tarihinin pek çok noktasından ilham alıyor. Anora’da 1930’ların screwball komedilerinden, Fellini’nin başyapıtlarından Cabiria’nın Geceleri’nden (Le notti di Cabiria, 1957), romantik komedilerden, filme Altın Palmiye’yi veren jürinin başkanı Greta Gerwig’in ödül gerekçesinde belirttiği gibi Howard Hawks ve Ernst Lubitsch’ten izler bulmak mümkün. Bu örnekleri artırmak da gayet meşru. Öte yandan Anora’nın seyircide bıraktığı his (belki de bize hitap etmeyi başaran her sanat eserinde olduğu gibi) birçok şeyi hatırlatmakla birlikte bu referansların hepsinden ayrılıp kendi sözünü bulabilen bir esere işaret ediyor. Klasik anlatı sinemasından arthouse geleneklerine, Avrupa sinemasından Hollywood tarihine farklı noktalara değen Sean Baker, kendi sinemasını oluştururken tüm bu tecrübelerden bir şeyler alıp kendine has bir tarz ortaya koyuyor, buna şüphe yok. Hem seyirciye hem de eleştirmenlere aynı anda hitap edebilen filmlerin günümüzdeki azlığını düşünürsek önümüzdeki ödül sezonunda Anora’nın adını sık sık duyacağımızı rahatlıkla öngörebiliriz.
Başa dönecek olursak, yönetmenin her türlü bakışının temelde ana amacına hizmet eden bir bağlama sahip olduğunu söylemek mümkün. Zira toplumun sistem dışına ittiği, normatif ahlak formları içerisinde kendine yer bulmakta zorlanan bireyleri ezilmişlikleri, itilmişlikleri ve yaşadığı zorluklarla tanımlamak yerine onları kendi şartları içerisinde anlamaya, kendi sözüne ve hayatına sahip karakterlere dönüştürmeye dayanıyor Sean Baker’ın sineması. Bunun da politik bir bağlamı ve anlamı var elbette. Zira sahiciliğe dair verilen özen, bu karakterlerin çok boyutlu bir hâl alabilmesine, bu da Sean Baker filmografisinde bir araya gelen karakterlerin sınıfsal bir zemine kavuşmasına imkân tanıyor. Yönetmenin her filminde odaklandığı sosyoekonomik bağlama uygun oyuncularla çalışması, sıklıkla amatör oyuncuları tercih etmesi, bu karakterleri ait oldukları mekânlarda resmetmesi ve uzun araştırma süreçlerine dayanan hazırlıklar yapması bu hissiyatı yaratan detaylar şüphesiz ki. Geçmişte seks işçiliği yapmış ve bu tecrübelerinden yola çıkan bir anı kitabı yazan Andrea Werhun’un Anora’da yaratıcı danışman olarak yer alması ya da filmin çekildiği malikânenin gerçekten Rus göçmenlerin yaşadığı bir mahalledeki en lüks evlerden biri olması gibi detayların tamamı da Anora’daki sahicilik hissine katkı yapıyor. Son dönem Amerikan bağımsız sinemasında gözlemleyebileceğimiz bir eğilim olarak, sahiciliğe ve her bireyi kendi şartları içerisinde anlamaya açılan alanı günümüz politik ortamı içerisinde düşünmek de epey ilgi çekici bir potansiyel sunuyor. Bu eğilimlerin nereye varacağını elbette zaman gösterecek fakat Sean Baker’ın bu açıdan önemli bir figür olduğunu ve filmografisinin ABD’nin toplumsal gerçekliğine dair önemli görünümler sunduğunu ifade etmek gerek.
1988'de İstanbul'da doğdu. İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinde sosyoloji eğitimi aldı. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı, sinema ve edebiyat üzerine yazılar yazdı. 2017 yılında yazmaya başladığı Altyazı’da editör ve yazı işleri müdürü olarak görev alıyor. SİYAD ve FIPRESCI üyesi.