Şu An Okunan
Safa Önal’ın Ardından: Kitapsız İlim, Safasız Film Olmaz

Safa Önal’ın Ardından: Kitapsız İlim, Safasız Film Olmaz

30 Temmuz günü 92 yaşında hayata veda eden, sinemamızın en önemli ve üretken isimlerinden, senarist, yazar ve yönetmen Safa Önal’ı, kendisiyle gerçekleştirilmiş söyleşilerden bir derlemeyle anıyoruz.

Ah Güzel İstanbul (1966), Kanun Benim (1966), Vesikalı Yârim (1968), Tatar Ramazan (1990) gibi filmlere imza atan usta senarist, yönetmen ve yazar Safa Önal 92 yaşında hayatını kaybetti. Senem Aytaç ve Gözde Onaran’ın 47. Altın Portakal Film Festivali için yayına hazırladığı derlemede, Önal’ın yaşam serüveni ve yazmaya olan tutkusuna yakından tanık oluyor, anlattığı her anı ve hikâyeyi adeta bir film gibi deneyimliyoruz. Önal, sohbetler boyunca güçlü hafızası ve yetkin hikâye anlatıcılığıyla dinleyicisini de yolculuğuna ortak ediyor.

“Benim sinemada ilk gördüğüm…”

İlk hatırladığım sinemaya gidişim? Bir Shirley Temple filmiydi. Sinemanın balkonunda olduğumuzu hatırlıyorum, gözümün önünde şu an orası. Beni cezbeden, merakımı çeken bir tek sahne hatırlıyorum filmden. Bir tartıya koyarlar Shirley Temple’ı, tartılması ve ağır çekmesi gerekiyordur, o da ağır çeksin diye oradan gramları alır
ceplerine koyar gizlice… Bir tek orası ilgimi çekmişti. Onun dışında filmi hiç umursamadım. Beni asıl, set set inen basamaklarda duvarlara yapıştırılmış kırmızı ışıklar ilgilendirmişti. O zaman sinemalarda öyleydi, yolu görmek için, burada merdiven basamaklar var iniyorsunuz, diye kırmızı ışıklar konuyordu; film oynarken o kırmızı ışıklar yanıyordu dipte. Üzerlerinde de teller vardı. Yani camın dışında, el falan süremiyordunuz, ben o kırmızı ışıkları o kadar sevmişim ki, setlerde birinden öbürüne, öbüründen öbürüne koşmaktan ne annem beni alabilirdi koltuğa, ne de babam. Benim sinemada ilk gördüğüm bir o gramlar, bir de o kırmızı elektrik ışıklarıdır. Herhalde dört-beş yaşında falandım.

“Cumaları yoksullara parasız”

Amcam doktor, kadın doktoru Cemal Zeki, babamdan sonra en sevdiğim adamdır. Beyazıt’ta askeri tıbbiyenin karşısında bir sokağın köşesindeydi apartmanı. Kapısında bir tabela vardı amcamın. Hâlâ hatırlarım ve saygıyla anarım. ‘Doktor Cemal Zeki Önal’. Altında daha küçük bir yazıyla ‘Cumaları yoksullara parasız’ yazardı. Şimdi siz o kapıdan 3 yaş, 5 yaş, 10 yaş, 15 yaş, 25 yaşlarında geçmişseniz ve devamlı size orada ‘Cumaları Yoksullara Parasız’ bir sinyal vermişse, bir işaret fişeği, bir aydınlatma fişeği atmışsa, hayata, insanlara, sosyal yapılara karşı, buna yabancı kalamazsınız. Bir satır hayatınızı etkiler. Örnek olur, fenaya ya da iyiye…

“Eski bir yaradan bir Safa çıktı”

Benim işim yazmak, ille de yazmak. Sebep olan da Reşat Nuri Güntekin’dir, bende o patlamayı yaratan. Reşat Nuri Bey’in hikâyesi ‘Eski Bir Yara’ adını taşıyordu. Ortaokul ikinci sınıfımızın kitaplarında vardı. Ufak bir çocuğun ağzından bir anlatımdı. Yunan işgali sırasında, Anadolu’da bir kasabada geçiyordu. Tabii inanılmaz bir hayranlıkla okudum ve bana yazı yazmayı aşıladı ve beni çaresiz bıraktı, başka bir şey yapmayacaksın dedirtti bana. Yani bütün hayatımı değiştiren olaydır. Bu benim gerçeğimdir. ‘Eski Bir Yara’dan bir Safa çıktı. Bu öyküde bana göre her şey var. Beni her seferinde alır, yeniden başlasam mesleğime, yani hayata, yine bu öyküyü okusam, yine buradan yürürüm.

Tavşankanı…

Hoşuma gitmekte, yazmaktayım. Müthiş bir okuma açlığıyla okumaktayım. Okumak her şey, okumak yazmaktan daha kutsaldır. Senin için yazıyorlar zaten, okuyasın diye. Vazgeçemezsin yani. Senin bütün iç havuzlarına o gizli sular o kitaplardan dökülecektir. Senden evvel gelmişler; duygularını, olayları, gördüklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini dökmüşler orta yere. Onları almaktasın, alacaksın, kendindekilerle birleştireceksin, başka bir yere götüreceksin, başka bir yere ulaşacaksın onlarla. Okumadan ne olabilir? Seneler sonra dergide yazı müdürlüğü yaparken okuyucu mektupları, okuyucu şiirleri, okuyucu öyküleri yağmur gibi yağmakta. Cevap veriyordum mektuplarına, yayınladıklarıma da, yayınlamadıklarıma da. Bir demlik gibi, bir çaydanlık gibi göreceksiniz, diyordum. Yukarıdan çay koymazsanız tutam tutam, bir süre sonra aşağıdan renkli, yarı renkli yarı renksiz bir su akar. Tavşankanı çay içeceksen, yukarıdan besleyeceksin demliği. Çayı koyacaksın. O çay, o kitaplar, o insanlar, o hayaller, o acılar, o sevinçler. Senin için getirmişler, sana sunmuşlar. Bunları kullanmaktan niye bu kadar kaçmaktasın?

“O hayranlardan biriydim. Sonra baktım kürsüdeyim.”

Edebi matinelere gittim. O zaman edebi matineler yapılırdı, keşke bugün yeniden yapılsa. Eminönü Halkevi’nde, Galatasaray Lisesi’nde falan öykücüler ve şairler en son yazdıklarını kendi sesleriyle okuyordu ve insanlar topluca dinliyorlardı. O hayranlardan biriydim. Sonra baktım kürsüdeyim. Yüksek Tahsil Talebe Derneği’nin çağrılısı olarak Özdemir Asaf, Peyami Safa, Yusuf Ziya Ortaç, ben falan böyle bir kalabalıkla Sakarya’ya gitmiştik. Ben ‘Uyku Üstüne Hikâye’ diye bir öykü yayınlamıştım ‘Türk Düşünce’sinde. Sırayla çıkıyorlar, Peyami Bey çıktı, “Şimdi hayran olduğum hikâyeci Safa Önal’a bırakıyorum.” dedi. Çıt yok, kimsenin beni iplediği yok, tanıdığı yok, 1000 kişi falan var. Vali, Tümen Kumandanı filan var, bir Amerikan baraka ama müthiş. Çıktım. Okudum. Bittiği zaman en çok alkışlanan bendim. O iyi bir hikâyedir. Bir ağaç tohumudur da hayaller kurar, ne olmak istediğinin hayallerini kurar. Ne bir salona dans pisti, ne bir trene üçüncü mevki olmak istemez. Rahat bir hayat hayalidir. Bir talebeye cetvel olabilir, ama sonra darağacı olur. Böyle biter ‘Uyku Üstüne Hikâye’.

“Kitapsız ilim, Safasız film olmaz”

Ümit Yaşar, Ankara’dan İstanbul’a gelmiş, yerleşecek, artık İstanbullu olacak. ‘Hür Vatan’da da şiirsel yazılar ve şiirler yayınlayacak. Sen öykücüsün, edebiyatçısın, Ümit Yaşar ile bir konuşma yapar mısın, dediler. Taşlıkta, şark kahvesinin yakınında Taşlık Tenis Kulübü vardı. Ümit Yaşar ile orada buluştuk. Ağır kekemeydi. Ama şiir okurken su gibi, şiiri şiir gibi, okurdu. Bu çözümlenememiştir. Yani konuşurken kekeliyor, şiir okurken akıyor. Ümit Yaşar’ı çok sevdim. Sonra, birkaç yıl sonra ben sinemada adamakıllı basamaklar çıkmaya başlayıp, ortalama yılda 25 ile 30 arası senaryo yazar hale geldiğim zaman, meşhur kelamını etti: “Kitapsız ilim, Safasız film olmaz”.

Safa Önal, Sadri Alışık ve Rauf Tamer

“Ayakta durmanız, hiç ufalanmamanız lazımdır…”

Bülent (Oran) gibi, Erdoğan (Tünaş) gibi kendini devamlı senaryo yazmaya adamış, gecesini gündüzünü, öğlesini akşamını, neşesini, keyfini, keyifsizliğini hep bununla götürmüş insanlar, bizler sinemaya adanmış ömürler verdik. Yapılacak iş mi? Deli işi! Senaryonun, herhangi bir senaryonun bitişinden, o bitişin getirdiği ferahlıktan hep mahrum yaşadım ben. Çünkü arkada tarihleri gecikmekte olan en az iki tane daha vardı. Ya da tarihleri belirlenmiş iki üç tane daha vardı bekleyen. Aman bunu bitireyim, iki saat sonra, üç saat sonra, bilemediniz nihayet bir gece sonra, öbürüne hemen çökmek lazım. Yani, bir değildir, beş değildir, elli değildir, yüz değildir sabahladığım daktilo başında. Sabahladığımı, sabahlara kadar yazdığımı çok bilirim. Ve hep starlarla çalışıyorsunuz, hem de iki starla birden çalışıyorsunuz, kadın ve erkek. Hem kadına hem erkeğe beğendireceksiniz yazdıklarınızı. Bir taraftan yönetmeniyle mutabık kalacaksınız, yapımcısıyla, bir de seyircisiyle… Siz istediğiniz kadar iyi bir şey yazdığınızı zannediniz, seyirciden o tepkiyi alamazsanız, bir tane, iki tane, üç tane filminiz yatarsa, dördüncüde sizi kapıya koyarlar. Safa’dan geçti, Mehmet’i çağırın derler. Öyledir. Acımasızdır, çünkü para dönmektedir, şöhret dönmektedir. Bir arenadır, kavga vardır yani bütün tadın tuzun içinde. Ayakta durmanız, hiç ufalanmamanız lazımdır.

“Yeşilçam bir sinemacı kazandı ama edebiyat bir öykücü kaybetti”

Senaryo yazmasaydım romana yönelecektim. Başarırdım başaramazdım, onu bilemem, bilemeyiz; ama başarılı bir öykücüydüm ben. Pek çok edebiyatçı dostum, “Yeşilçam bir sinemacı kazandı ama edebiyat bir öykücü kaybetti” demiştir. Doğrudur.

Ağaçlar Ayakta Ölür (1964)

Aynı anda yazılan senaryolar

Hep iş yapan, seyirciyle buluşan filmlerin senaryolarını yazdım. O beni çarçabuk fırlattı yukarıya. Ama içimde kalan bu takımla çalışmaktı: Bir Memduh Ün’le, tekrar Atıf Yılmaz’la, bir Metin Erksan’la, Halit Refiğ’le çalışmak istiyordum. İlk teklif Memduh’tan gelmiştir. ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ ile çağırıldım. Kötü bir piyesti. O kötü piyesten yeni bir dramatik yapı çıkardım. Mesela başrolü oynasın diye Yıldız Kenter’i aradığı zaman Memduh Ün, Yıldız Hanım cevap olarak, “Ben o piyesi kaç defa elimden geçirdim bir tiyatrocu olarak, oynamadım. Ondan pek bir şey olmaz” demiştir. Buna mukabil Memduh “Yeni bir arkadaşımız var Safa, buna başka türlü yanaştı, hiç değilse bir okuyun, ondan sonra hayır deyin” demiştir. Yıldız Hanım okumuştur ve oynamıştır. Bu filmle Yıldız Kenter ile İzzet Günay, Altın Portakal almışlardır. Bu önemli bir çıkış noktasıydı yani.

Memduh’la çalışmak için Termal Oteli’ne Yalova’ya gittik. Oraya Atıf Abi de geldi. O da bir film çekecekti. Kalbe Vuran Düşman adıyla, onun senaryosu ile de ilgilenmemi istedi Memduh Ün. Önce oturduk Kalbe Vuran Düşman’ı (1964) çalıştık. Kalbe Vuran Düşman rahmetli bir arkadaşımızın senaryosuydu. Bana verdiler, okudum. Bir de odama gittim okudum. Atıf Abi ile Memduh aynı odadaydılar. Ulan anlamıyorum!… Okuyorum, okuyorum anlamıyorum. Döndüm yanlarına. “Nasıl buldun?” dediler. Ürkmüş ve tedirgindim, “Anlayamadım, affedersiniz” dedim. “Biz de anlamamıştık. Anladım deseydin seni parçalardık” dediler. Hayli güldük… Sonra oturduk yeni bir senaryo yaptık. Kadını Pervin Par oynadı. Erkeği şu an hatırladığım kadarıyla Tamer Yiğit… Filmin adı sonra Kasaya Vuran Düşman diye anıldı, Kalbe Vuran Düşman değil!… Öyle bir serüvendir.

“Atıf Abi benim tretman ustamdır”

Ooo, Atıf Abi ile neler yapmadık ki beraber… Zeki Müren ile Hep O Şarkı’yı (1965) yazdım, onu çekti. Zeki Müren’le Aşktan da Üstün’ü (1970) yazdım, onu da çekti. Menekşe Gözler’i yazdım, Sadri ile Fatma’ya, onu çekti. Ah Güzel İstanbul’u (1966) yazdım, olağanüstü bir birikimle onu çekti. Sadri Alışık ile Ayla Algan oynadılar. İtalya’da Kara Mizah yarışmasında ‘Gümüş Palmiye’ aldık. Taçsız Kral (1965) yazdım, rahmetli Galatasaraylı Metin Oktay için, onu çekti. Uzundur serüvenimiz…

Atıf Abi’yle (onu da rahmetle anmak içime acı veriyor) çarçabuk bir dostluk kurulduydu aramızda. Sevdi mi, yaman tutar. Açıktır, esprilidir, güler, güldürür, yani çok farklıdır. Sinemada birbirine benzer başka yönetmenler sayabilirim ama Atıf Abi çok ayrıdır. Hep söylerim; benim tretman ustamdır. Beni masaya “tretman yazmasını öğren” diye oturtmamıştır ama ben öğrenmişimdir. Üstelik tretman yazarken, o iki dudağının arasında sigarasının külü uzamış, bir gözü kısık dolaşır, yüksek sesle söyler; ve ben daktiloda yazarken eni konu şöhrettim… Ama bu bende katiyen “Bana ne kardeşim! Neden o söyleyecek de ben yazacağım!” duygusu yaratmamıştır. Bu da benim artılarım arasına girer. Çünkü ben işimi öyle sevdim. Bu işte, rütbe kıdem diye bir şey tanımadım. Canımı dişime taktım. Kimsenin kimseye bir şey öğretecek hali yoktur. Şimdiki gibi senaryo atölyeleri, kurslar, sinema okulları falan ne arar! Ne münasabet! Kimsenin hayalinden bile geçmeyen ve yoğun bir çalışma temposu. Kimsenin kimseyi fazla bekleyecek, gözünün yaşına bakacak, fazla idare edecek hali yoktu.

Ah Güzel İstanbul (1966)

“Seninle çalışmak istiyorum, vaktin var mı?”

Aklım hep Lütfi Akad’la çalışmakta. Bir öğlen zamanıdır. Turgut Demirağ’ın odasındayım, laflıyoruz. And Film’in getir götür işlerini yapan Nedim girdi. Yüzü yamalı Nedim. “Safa abi, sizi Lütfi Akad bekliyor aşağıda” dedi. “Nerede aşağıda?” diye sordum. “Sendikada” dedi. Ben şaşırdım. Turgut Abi, “Bekletme. Kalk, in, konuş. Hadi hayırlısı” dedi. Çıktım.

Eren Han’dayım, Ağa Camii’nin arkasında. Yüklü bir sinema merkezi. Han girişinde sağ tarafta çok büyük, yekpare bir salon var. Sinema Sendikası’nın (SİNESEN) lokali. Girmişliğim pek yok, ama sendikanın bütün hareketlerine canı gönülden katılmaktayım. İndim aşağıya, sendikaya girdim. Salonu ortadan bölmüş, derinliğine uzayan, kapının bir metre ilerisinde başlayıp sonuna kadar giden uzun bir masa dizisi, dümdüz bir çizgi halinde ve onların üzerinde yeşil çuha örtüler… Yani oyun salonu, kumarhane gibi. Sağda, solda sendikacı arkadaşlar, sinemacı arkadaşlar… Ben Lütfi Abi’ye bakmaktayım, ortalarda oturmuş. Yanında, çok entersandır, Vedat Türkali var. Senaryocu Abdükadir Demirkan, romancı adıyla da Vedat Türkali. Benden hayli yaşlı. Yürüdüm, Lütfi Abi’yle el sıkıştık; Vedat Bey’le selamlaştık. Karşılarına oturdum. Lütfi Abi, “Seninle çalışmak istiyorum, vaktin var mı?” dedi. Lütfi Abi ile Vedat Bey daha önceden dost, yan yana oturmuşlar. Kendimi onlara karşı biraz yabancı hissettim. Baş başa bir randevu olmaktan çıkmıştı. “Yanında ünlü bir senaryocu var, benimle niçin çalışmak istiyor?” diye kuşkuya düştüm. Dedim ki, “Doluyum ama sizinle çalışmak için bütün vakitlerimi boşaltırım”. Kararımı vermiştim o anda. “Öyleyse öğleden sonra Mecidiyeköy’de, benim evimde görüşelim, bekliyorum” dedi. Adresi tarif etti, anlamadım. Heyecanlanmıştım. Kısaca vedalaştım ikisiyle de. Çıktım, bir şeyler yedim. Karıma haber verdim, sevindi.

Gittim, Mecidiyeköy’de evi buldum. Alçacık bahçe duvarlı, güzel bir bahçe içinde tek katlı bir pavyon şeklindeydi evi. Baktığın zaman bahçeden; yatak odaları, koridor, sofa, işte yemek yedikleri yer, işte mutfakları, işte sağ başta da Lütfi Abi’nin çalışma odası, kitaplığı… Önce içeride oturduk. Havadan sudan sohbet ettik. Karısı geldi, sevgili Şükran Hanım… Zamanla ona hayranlık duyacaktım. Oğlu Ömer’le tanıştık. Sonra bahçede oturduk.

“Ben bir Türkan Şoray filmi yapmak istiyorum. Karşısında da İzzet Günay’ı oynatmayı düşünüyorum” dedi. Heyecan içindeydim. “Nasıl bir şey? Bir ön hazırlığınız var mı?” diye sordum. “Ben bir film gördüm. Adamın atını çaldılar ve kaçıp gittiler. Adam peşlerine düştü. Aradı, taradı, buldu atını, aldı, geri döndü” dedi. Ben bekliyorum, öykü konuşacağız, bana biraz açmaz verecek diye… “Sen şimdi bunu nasıl yapmak istiyorsan öyle yap, sonra gel bana, konuşalım üzerine” dedi. Ben çıktım, kolum kanadım kırık…

O, kendi anılarında öyle anlatmıyor ama ben daha iyi hatırladığımı sanıyorum. Önce çok hevesliydim, sonra da öyle bir ümitsizliğe düştüm ki, yanılmama imkân yok diyebilirim. Doğruca eve gittim. Karıma anlattım durumu. Karım da ümitsizliğe kapıldı. “Gene de arayacağım, böyle bir şeyi bulmaya çalışacağım. Adamın dönüşü nedense beni çok ilgilendirdi” dedim. “Döndü tekrar, buldu, aldı oradan atını, geri döndü, diyor…” Okumaya başladım, elimde bu konuya yakın neler varsa… Okuduğum bir Sait Faik hikâyesi, ‘Menekşeli Vadi’, çok uzaktan da olsa tetikledi beni. Bir tek satır… Adamın bostan sahibi olması… Hiç unutulmayacak bir aşk yazmak istiyordum. Ve Türkan Şoray olağanüstü güzelliği ve oyunculuğuyla, böyle bir sevdayı anlatabilecek tek kimlikti.

Oturdum, kurduğum dünyayı ve o dünyanın insanlarını, mekânlarını çok farklı bir duyarlılıkla yazdım. Konuyu şöyle bir kabaca yazmış, vermiştim, okeylemişti Lütfi Abi. Tretman hazırladım. Randevu almışlar Türkan Hanım’dan. Yapımevi sahibi Şeref Gür, Lütfi Abi, ben, Levent’te, Türkan Hanım’ın evine gittik bir akşam. Kapıyı Rüçhan Bey (Adlı) açtı. Az sonra Türkan Hanım indi üst kattan. İlk görüşümdü, çok güzeldi, el sıkıştık. Birbirimizi dostça bir merakla süzdük, sonra birer içki ve sohbet… Geçtik masaya. Ben açtım tretmanı… Otuz üç sekans okuyabildim. Türkan Hanım birden kalktı, ağlayarak yanımızdan geçti. Alt kattaki ufak tuvalete koştu. Kapıyı kaparken söyledi ne kadar etkilendiğini ve kapıyı kapattı.

Böyle başladı. Devamını okumak gibi bir şansım olmadı. Çok etkilenmişti otuz iki- otuz üç sahneden… “Varım ben bu işte, varım” dedi. Evet, Türkan Hanım’ın evindeki o gece, mesleğimdeki en mutlu gecelerimden biriydi. Ertesi gün başladım senaryoya. Bir ay sürmedi, bitirdim.

Vesikalı Yarim (1968)

Etkisi Çok Sürmüş Filmler

Bende etkisi çok sürmüş filmler 50-60’tan az değildir. Onları da Vesikalı Yarim kadar seviyorum. Bunların arasına Ah Güzel İstanbul’u koyabilirsin, Umut Dünyası’nı (1969) koyabilirsin, Fatma Bacı’yı (1972), Muhabbet Kuşu’nu (1969), Yüreğimde Yare Var’ı (1974), Pembe Kadın’ı (1966), Ağaçlar Ayakta Ölür’ü (1964), Menekşe Gözler’i (1969), Kavgasız Yaşayalım’ı (1969), Küskün Çiçek’i (1979), Mahpus’u (1973)… Böyle yürür gider… Mesela Türkan Şoray, Vesikalı Yarim kadar tutar Ağlayan Melek filmini. İkisinde de kendisi oynamıştır. Ağlayan Melek’i (1970) açtığınız zaman heyecanlanır. Şimdi hangi kanalda gösteriliyorsa aynı ilgiyi görüyor o filmler. Buna Dilâ Hanım (1977) ve Bodrum Hakimi (1976) de eklenebilir.

“Sansür Seyircidir”

Sansür halktır, millettir, seyircidir. O sansürleyecek seni. Beğenecek ya da beğenmeyecek. Bunu anlatamadık bir türlü. Koca sinema sektörü yürüdük, 300 kişi, buradan Ankara’ya. Sansüre karşı diye. Hepimiz. Belli fikirler, donmuş kalıplar, donmuş devlet kalıpları içinde, sistem kalıpları içinde kalmış. Onun dışına bizi çıkartmamak için ellerinden geleni yaptılar. Yetmedi, film çekmek için, negatifimiz yoktu, başvurduğumuz zaman, negatif verin film çekeceğiz dediğimiz zaman, devletin Bakanı, “Ben hastama röntgen filmi bulamıyorum, senin filmin, sinema filminden bana ne!” diye bağırıyordu. Biz o sinemanın çocuklarıyız. Sinema beni para olarak tatmin etti mi, hiç düşünmedim. Yani beni aç bırakmadı, beni susuz bırakmadı. Ben o parayla evlendim. O parayla ev kurdum, parayla iyi kötü kendime bir yer aldım, o parayla evlat büyüttüm. Sinemamı dünyalara değişmem.

İki final yazıyordum çok defa. Biri polise göre, sansüre göre okeylensin. Biri de seyirciye göre. Çünkü sansüre göre finali seyrederse seyirci yuhalar, küser en azından, gelmez sansürün istediğini yapmaya kalkarsan. Sansürün istediği sahneleri yalnız yazmakla kalmıyorum, bir de filme çekiliyor o sahneler. Çünkü, sansür önce senaryoyu tasdik edecek, artı o senaryoya göre çekilip çekilmediğini de filmi izleyince söyleyecek. O zaman siz iki tane final çekiyordunuz. Ayhan Bey birinde kaçıp gidiyordu, kurtuluyordu; birinde de polis arabası geliyordu, kelepçeyi vuruyordu.

“Dünyada 2004 yılına kadar en çok senaryosu filme çekilen senaryocu”

Devamlı yazmışım, yazmışım ama bunun çetelesini tutmamışım. Yazdıklarımın içinde afişlere ve jeneriğe adımın konmadıkları da var. Şimdi onlar yavaş yavaş
orta yere çıkıyor! “Ben yazarım kardeşim, gece yazarım, gündüz yazarım, gene gece yazarım, sayısı ne, kaç tane?” dememişim ama en az yedi-sekiz yıl boyunca sürdürülen anketler gösteriyor ki, en çok yazan, yılda yirmi beş senaryonun altına düşmeyen bir herifim. Telif hakları için dava açınca yazdığım ve yönettiğim filmleri Kültür Bakanlığı arşivinden bulmak mecburiyeti çıktı. Bunların hepsini topladık, bir araya getirdik, çıkarttık. Aylar sürdü bu serüven!… Burada bu filmlerin benim olduğuna dair SESAM’dan (Sinema Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) onay aldık, damgalattık. Ve davayı açtık.

Bu arada benim filmlerimin dört yüzü bulduğuna tanık olan sevgili oğlum Umut ve onun arkadaşı Sevin, dünya sultanı bir hanım kız, benden gizli, Dünya Rekorlar Birliği Guinness’in Türkiye’deki temsilcisi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Profesör Orhan Kural ile konuşuyorlar. O da diyor ki, “Olabilir, deneyelim. Guinness’te senaryo rekoru dalı yok. Şimdiye kadar yapılmadı, bir deneyelim ama bu konuda Hindistan var, Amerika var, bilemem Safa Bey’in ne sonuç alacağını, ama tanışmamız iyi olur!…”


Bana açıkladılar Umut’la Sevin, ben şaşırdım, biraz da doğrusu utanır gibi oldum. Böyle bir iddia taşımak, “Dünya çapındayım ben” demek… Bizim şimdiki dizilerde olduğu gibi senaryo grubu çalışmamız falan yok! Tekiz, tek tabanca! Sonradan utanmam geçti, “Niye” dedim, “Ben buna bu kadar emek vermişsem, bir ömrün elli beş yılını vermişsem, başvurmalıyım.” Başvurduk ve Guinness, resmi bir kutlama mektubuyla, benim “Dünyada 2004 yılına kadar en çok senaryosu filme çekilen senaryocu” olduğumu tescil etti.

Son Sözler

Şimdi, bu bir serüven meselesi. Çok hoşlandığım bir şeydir, bayılırım serüvencilere. Ben, yazdığım her senaryo ile bir serüven yaşadım. Eğer böyle bir iç boşaltma yolum olmasaydı, atlardım gemilerden birine, yarı tayfa-yarı miço-yarı müşteri-yarı yolcu… Atlar giderdim dışarılara, dolaşırdım, aranırdım, bakınırdım. Ama benim serüven ihtiyacımı, serüven hevesimi yaptığım iş defalarca katladı. Oturdum, dağ hikâyesi yazdım, dağda yaşadım, gittim dağlara, kentlere geldim, kan davaları yaşadım, aşklar, ayrılıklar yaşadım… Her senaryo, her öykü kendi başına bir serüven getirdi ve o serüvenleri yaşayınca, dışarıya mecalim kalmadı. Nereye gideceğim ki!… Benim için tatlı bir anı birikimi olabilirdi, başka caddeler, başka insanlar, başka mimariler… Onları görmek, yabancı bakmak onlara… O sokaklarda hiçbir hayatım yok. O evlerde hiç yaşamamışım. Ne benden yaşayan olmuş, ne ölenler, ne evlenenler, ne boşananlar, ne sevinenler, ne dayak yiyenler, ne sevişenler… Benim için hiçbir şey söylemeyen, okuduklarımla etkilendiğim yerlerde olmanın getireceği bir heyecan olurdu sadece; “Aaa! Ben bunu okumuştum. Dante sevgilisi Beatrice ile bu köprüde buluşmuştu.” Daha öteye gidemezsin.

O bakımdan serüvenci olmak, hem yurtdışına hiç çıkmamış olmanın cevabı, devamlı bir iç dökme kağıtlara, filmlere… Cinayetler, ihanetler, aldatmalar, sevişmeler, sözünde durmalar, duygusallıklar, arkadaşlıklar, dostluklar, evlilikler, boşanmalar, ne varsa insana dair, insana mahsus, insana mahrem, hepsini ben oralarda yaşadım, o senaryoların içinde… Yani Bir Fatma Bacı’da kapıcı kadın oldum. Üç çocuk yetiştiriyor. Kan davasından kaçırmış çocuklarını, büyük kente getirmiş. Bir apartmanın zeminine inmiş, o da bendim. Öyle olunca, büyük meseleler ille dışarıya çıkmak ve görmek olmaktan çıkıyor. Kendi iç dünyanda kurabiliyorsun onu. Bende bu oldu…

Senem Aytaç ve Gözde Onaran tarafından 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali için hazırlanan ‘Yeşilçam’ın Tüm Harfleri: Safa Önal’ adlı kitapta yer alan bu derleme aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir:

Senem Aytaç ve Gözde Onaran’ın 2010 yılı Ağustos ayında Safa Önal ile gerçekleştirdikleri söyleşiler.

Yasemin Arpa, ‘Ne Kadar Gamlı Bu Akşam Vakti: Safa Önal Kitabı’, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.

Boğaziçi Üniversitesi, Mithat Alam Film Merkezi, Türk Sineması Görsel Hafıza Projesi, 2008. (Proje ekibi: Öykü Tümer, Emrah Ünsal, Seda Yıldırım, Eylül Çulfaz)

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.