Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş ile Düet Üzerine Söyleşi: ‘Bakmaya Davet’

Geçtiğimiz yıldan bu yana pek çok festival dolaşıp ödüller toplayan Düet, senkronize yüzme branşından iki sporcuyu, hayatlarının önemli bir döneminde takip ediyor. Spordan başlayıp gençliğe, büyümeye ve hayata karışmaya açılan bu belgeseli yönetmenleri Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’la konuştuk.
Söyleşi: Ekrem Buğra Büte
Düet (2022), ilk olarak geçtiğimiz yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyirciyle buluştu. Burada kazandığı Jüri Büyük Ödülü’yle başlayan festival yolculuğu bütün yıla yayıldı. İstanbul Film Festivali’nden ve son olarak Documentarist’ten ödüllerle ayrıldı. Katıldığı her festivalde ve uğradığı hemen her şehirde büyük bir seyirci ilgisiyle karşılaşan film geniş bir izleyici grubuna da hitap etmiş gibi görünüyor. Defne Bakırcı ve Mısra Gündeş adlı iki genç ve başarılı sporcuyu odağına alan belgesel, bir yandan onların hayatındaki önemli bir dönemi takip ederken bir yandan da bu iki genç kadına hayatı çevreleyen pek çok unsurla ilişkileri üzerinden bakıyor ve seyirciyi de bu bakışa ortak olmaya davet ediyor. Geçmişte kendileri de bu sporu yapmış olan yönetmenler Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’la bir araya geldik ve bu ilk filmin yapım sürecinden biçimsel tercihlere, mücadelenin bir parçası olmaktan festival sürecine pek çok konuda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Şöyle başlayalım mı: Nasıl tanıştınız?
Ekin İlkbağ: Tabii ki. İkimiz de bu sporu yapıyorduk ve benim kulüp değiştirdiğim bir dönemdi. 15-16 yaşındaydım. İdil’in de benim geçtiğim kulübe gelmesiyle tanıştık. Aynı takımda yer aldık. Beraber düet yüzmedik ama aynı kulüpteydik, iyi anlaşıyorduk. Hatta benim yalnız hissettiğim bir takımdı biraz, İdil gelince çok sevinmiştim buna. Öyle başladı. Sonra İdil sporu bıraktı, orada çok görüşmediğimiz bir dönem oldu, üniversite döneminde de tekrar bir araya geldik. Bu sefer de benim böyle bir film yapma arzum vardı ama tabii pek bir fikrim yok yani, nasıl film yapılır ciddi anlamda bilmiyorum. İdil’i tanıyordum, sinema okuyordu o dönem ve tekrar bir araya geldik.
İdil Akkuş: Ekin bana Facebook’tan mesaj atmıştı o zamanlar, işte böyle bir projem var diye. Sonrasında Moda Çay Bahçesi’nde buluşmuştuk. O sinema okumaya Londra’ya gitmek üzereydi, ben de hâlihazırda sinema okuyordum ve tam o sırada mezuniyet projesine başlamam gerekiyordu. Böyle yapmam gerekiyor farkındalığının geldiği bir dönemdi, ya bir şey yazmam gerekiyordu ya da bir film çekmem gerekiyordu. Aynı anda benim hem kurgu hocam hem de bitirme ödevimde de danışmanım olan İlkay Nişancı’yla ne yapabilir diye konuşuyorduk, o da belgeselcidir. Ve onun belgesel setinde aslında birazcık görmüştüm nasıl yapılır, nasıl bir yöntemle belgesel çekilir diye. Dolayısıyla aslında onunla konuşmam ve Ekin’le tekrar bir araya gelmemiz birleşti bir noktada. O sıralar Mısra ve Defne yükselişe geçmişti, zaten bizim dönemimizden çoğu insan sporu bırakmıştı ve Türkiye’nin en iyi iki sporcusu onlardı yani. Bunların hepsi bir potada eridi ve bildiğiniz yerden başlayın dedi İlkay Hoca, böylece başlamış olduk.
Mısra ve Defne nasıl yaklaştı ilk söylediğinizde?
E.İ.: Yani ilk başlarda (çekimler 2016’da başladı) “İki yönetmen var ve film çekmek istiyorlar” diye yaklaşmadılar tabii, “İki arkadaşımız film çekmek istiyor, bizimle bir şey yapmak istiyorlar” gibi yaklaşıyorlardı. O yüzden çok doğal gelişti aslında.
İ.A.: İlk antrenman çekimlerine gittiğimizde onların o dönemki antrenörü bizim eski takım arkadaşımız olduğundan çok bilindik bir ortama tekrar dönmüş olduk aslında.
Mısra ve Defne başından beri odak noktanız mıydı, yoksa sonradan mı şekillendi o kısım? Yani onların kariyerinin yükselişe geçmiş olmasıyla mı ilgiliydi bu karar?
İ. A.: Aslında tam değil, bunlar hep ayrı akslar gibi. Çünkü ben çok yakın arkadaş değildim onlarla, bir alt jenerasyon denebilir. Aranızda çok yaş farkı olmasa da su balesinde farklı jenerasyonlara ayrılabiliyorsunuz bir anda, çünkü yaş kategorilerine göre yarışıyoruz. Dolayısıyla Mısra ve Defne hayatımızdaydı tabii ki, o dönem ilk yurt dışı madalyaları gelmişti zaten, takip ediyorduk gelişimlerini ama filmin odağını belirlememiz zamanla oldu. İlkay Hoca’nın o teşviki sonrasında ilk hedefimiz spora dair bir şey çekmekti. Sonrasında da gönlümüz Mısra ve Defne’ye kaydı. İki şey çıkarttık önümüze o dönem: Bir tane kısa film çekelim; sporu anlatsın, daha bilindik yöntemlerle, röportajlarla ilerlesin, işte eski antrenörler, eski sporcular, hakemlerle konuşalım. İkinci film de uzun metraj olsun ve Mısra’yla Defne’nin Olimpiyat hikâyesini takip etsin. Kısa filmden vazgeçtik zaten bir noktada ama başlarda yaptığımız çekimleri her ikisine de kullanabilecekmiş gibi planlıyorduk aslında. Ama bir sene geçtikten sonra fark ettik ki çok kısa film odağında gitmişiz, çok insert mantığında. Hayalini kurduğumuz uzun metraj filme dair pek bir şey geliştirmediğimizi fark ettik. Ve bir noktada “Bunun iki ayrı film olması çok manasız, böyle bir şeye gerek yok” dedik. Zaten biz Mısra ve Defne’yi anlatırken sporu da anlatacağız ne olursa olsun. Yani başlarken odak noktamız tam belirginleşmemişti ama ondan bir sene sonra kararımızı verdik. O kısa film projesi de yaklaşık kırk dakikalık bir film olarak evde duruyor. Bir alıştırma olarak güzeldi sonuçta. Herhâlde on kişiyle yaptığımız röportajlarla ilk defa izlenebilecek bir film çıkardık ne olursa olsun. Ve gerçekten izlense izlenir, gayet güzel anlatıyor derdini, o da gayet neşeli mesela, başka bir sürü ortak noktası da var Düet’le. Fakat izledikten sonra şunu hissettik: “Bu değil, tam olarak bu değil.” Aslında 2018 civarı onu bağlamıştık ama sonra devam ettik çekimlere.

Neydi peki sizce “bu değil” hissiyatı yaratan şey? Daha doğrusu, konuya yaklaşırken kafanızda belgesel üslubu ya da yöntem olarak nasıl bir şey vardı? Bir yandan karakterlere ve onların yolculuğuna dair bilgilendirici bir tarafı var filmin ama konunun etrafını çevreleyen gündelik hisler, karakterlerin bakış açısı esas odak noktası.
E.İ.: Şöyle, aslında kısa denemesi onu biraz açıklıyor. Kafamızda bir şey yoktu açıkçası ve dürüst olmak gerekirse çok da belgesel izlemediğimizi fark ettik. O noktada belgesel izlemeye başladık ve “Böyle olmak zorunda değil” dedik. Tek bir yöntemi yok filmin ve biz böyle bir şey istemiyoruz. Hatta röportajlardan uzun bir süre vazgeçmedik de.
İ.A.: Evet, Mısra ve Defne röportajlarını son filmde tutmaya çalıştık bir süre, en azından bir noktaya kadar. Çünkü 2018 civarı Mısra sporu bırakmaya yeltenmişti ve biz de bir durduk. O yüzden boşluğumuz var çekimlerde neredeyse bir seneye yakın, tam olmasa da. Dolayısıyla birtakım bilgi eksiklikleri var, tarihsel olarak başta kronolojik çalışmaya çalıştık kurguda ve orası boşlukta kalıyor yani. O yüzden belki o açığı röportajla doldururuz diye bir süre zorladık. Aslında göze almak gibi bir şeydi, yapmak istediğimiz film belki yirminci dakikadan sonra başlayacak ama bu bilgiyi vermezsek ne olacak, seyirci boşluğa mı düşecek diye bir kaygımız vardı. Ama şöyle bir kırılma yaşadık çekimlerde de: Bilgi yerine duyguyu takip etmemiz gerektirdiğini hissettirdi bize çektiğimiz şeyler ve kurduğumuz diyalog. Çünkü zaten biz klasik bir antrenman ya da yarış çekmeye gitsek bile çok canlı -hem aralarındaki ilişki hem de karşılaştıkları olaylar sebebiyle- başka bir şeye dönüşüyordu çekerken.
E.İ.: Yani biraz da ilk başta kısa odaklı çekerken hep insert mantığıyla çekiyorduk. Hatta çekim listesi yapmıştık, işte o hareketin her detayını nasıl ne elde etmeli, nasıl çekmeli gibi planlı gidiyorduk. Mesela yarışa gidiyoruz, kısa planlar çekiyoruz. Ama bir noktada biz sahne çekmek istediğimizi hissettik çünkü burada çok büyük bir an var, karakterler çok güçlü kendini anlatıyor, hissediyorsun. Hatta 2017’de Budapeşte yarışından bir ânı hatırlıyorum, filmde de kullandık onu. Ben Mısra’yla üniversiteyle ilgili bir şey konuşuyordum, İdil de o an bizi çekiyordu. Bir an yanıma geldi ve “Ekin, tekniğimizi buldum!” dedi.
İ.A.: Evet, bir şekilde onları konuşturmaya ve onları dinlemeye başladık aslında. İlk bir yıl dinlememişiz yani onu çok fark edemedik o sırada.

Evet, röportaj yok gibi de değil aslında. Sık sık doğrudan kameraya anlattıklarını görüyoruz ama o da günlük hissin bir parçası hâline geliyor. Filmin esas olarak duyguyla ilgilenen tarafını farklı bir yerden çalıştırıyor bu. Peki hikâye kurgusunu bu yapıya yerleştirmek nasıl bir süreçti? Olimpiyat hedefiyle hazırlıklar devam ederken farklı zaman akışları arasında gidip geliyor filmin anlatısı.
İ.A.: Aslında yine bu tarz değişikliğimiz, yani malzemenin kendisi bizi biraz ona zorladı. Çünkü ilk dizdiğimizde, en kaba kurguda diyelim yani, sırayla dizdik biz her şeyi ama orada da aslında odak noktamızı bulmamız gerekti. Çünkü şöyle bir durum var: Mısra ve Defne 2016’da Rio Olimpiyat elemelerine gitmişti ve eğer elemeyi geçebilselerdi Olimpiyat’a katılabileceklerdi. Bunu çok ufak bir farkla kaçırdılar ve Olimpiyatlar dört yılda bir yapıldığı için 2020’ye hedef koydular kendilerine. Biz de o noktada dâhil olduk. Ama koşulların kötüleşmesinden dolayı o hedef çok gerçekçi bir hedef olmamaya başladı zaman içinde. Ve bunu hissediyorduk çekerken, onlar da hissediyordu; motivasyonları düştü, puanları da düşmeye başladı. Dolayısıyla ancak Olimpiyat hedefi çok gerçekçi olsaydı kronolojik bir şekilde gidebilirdik. Yani onu takip edebilirdik ama hem onu takip edemeyeceğimizi anladık elimizdekilerle -istesek de öyle bir şey çıkmayacaktı- hem de derdimizin de bu olmadığını anladık masaya oturduğumuzda. Dolayısıyla tamamen ilişkilerine ve aralarında gelişen dinamiğe göre bir şey kurmak istedik ve bunun da yöntem olarak o kronolojik zaman akışını kırmak olacağını düşündük.
Bu filme başlarken benim en baştaki derdim, o görünmez olan emeği görünür kılmaktı aslında.
İdil Akkuş
“Derdimiz o değildi” dedin, neydi peki?
İ.A.: Bu filme başlarken benim en baştaki derdim, o görünmez olan emeği görünür kılmaktı aslında. Bu sadece spora özel bir şey değil ama kendimiz de yaptığımız ve onları da yakından tanıdığımız için böyle bir şey vardı elimde. Ama daha sonra dostlukları ve karşılarına çıkan şeylerle nasıl mücadele ettiklerine dair bir yere vardık ve o oldu derdimiz. Mesela aslında bir büyüme hikâyesi anlattığımızı ben film bitince fark ettim. Çünkü birlikte büyüyen iki partner var aslında ve biz de hayatlarının böyle önemli bir döneminde onlara katılıyoruz. O yüzden Olimpiyat hedefi de odak olmaktan çıktı yani.
E.İ.: Karakterler için yani Mısra ve Defne için de aslında Olimpiyat bir başarma hedefinden çok bir hayaldi en başından beri. Ve en kötü senaryoda elemeye gideceklerdi ve geçemeyeceklerdi. O zaman da biz hani bu kadar emek verip bu olmadı, başarılamadı diyen, bunu tartışan bir şey yapmış olacaktık. Ama şu hâliyle bir dostluk hikâyesine dönüştü.

Evet filmin bir büyüme hikâyesi tarafı var ama spor üzerine bir film olduğu için başarı meselesine yaklaşım çok temel bir yerden farklılaştırıyor filmi. Olimpiyat’la sınırlı kalsaydı bunu yapamayabilirdi film. Çünkü özellikle genç yaşta spor yaparken aslında sonucunu genellikle bilmediğin bir şeyin içinde büyük bir adanmışlıkla var olman gerekiyor. O adanmışlık hayatın başka taraflarıyla karşılaşınca kırılabiliyor ve Mısra’nın hikâyesinde onu görüyoruz. Rio’ya gidememiş bir sporcu olarak değil, denizde özgürce kendini ifade eden (ve sporunu da onun parçası yapan) bir genç olarak gönderiyoruz onu filmden.
E.İ.: Mısra’nın annesi de o sahneyi çok seviyor ve onunla ilgili çok güzel bir yorumu olmuştu: “O sahne o kadar güzel ki, benim derdim sporla değil diyor Mısra orada.”
İ.A.: O kısımda ben de çok duygulanıyorum. O sahnede müzisyenimiz Davut Özdemir’in katkısı da çok büyük. Sadece yaptığı müzikle de değil bu arada. Çünkü biz o sekansı tam olarak öyle kurmamıştık aslında. Bir pandemi ve ayrılık sekansıydı bizim için o ama müzik için çalışmaya başladığımızda deniz sahnesinin yeri orası değildi ve böyle olmasını Davut önerdi bize. Çünkü çok iyi hissedebiliyor, çok güçlü duygularla yapıyor müziğini ve öyle bir müzik yaptı ki o sahnenin sona gelmesi gerekiyordu bir şekilde ve aslında kurguyu da yönlendirdi bir yandan. Daha kurguyu bitirmemişken müzisyenle çalışmak avantajlıydı ama bu kadar birbirimizi iyi anladığımız müzisyenlerle çalışmak filmin esas şansıydı. Bu arada filmin müzikleri albüm olarak da yayınlandı sonradan.
Tabii Mısra’nın sporu bırakması kararı filmin önemli bir kısmı ama bir yandan pandemiyle de birleşince daha da keskinleşiyor oradaki kırılma. Konuşmalar Zoom’a taşınmış oluyor, bir yandan da ayrı ayrı birbirleri hakkında konuştuklarını görüyoruz ve orada karşı tarafın duygularını gözetme biçimleri çarpıcı bence. Bunu filme taşırken neler düşündünüz konuşalım isterim. Çekimlerin evlere taşınması nasıl oldu mesela?
İ.A.: Mısra ve Defne milli takım düeti ama milli takım düetleri ayrılabiliyor daha iyi biri çıktığında. İlla onlar başladı ama onlar devam edecek diye bir şey yok. Onların şansı ve bizim de şansımız o düet hiç ayrılmadı yani hiç daha iyi biri gelmedi aslında. Dolayısıyla hep başladıklarından beri birlikte devam ettiler, onun etkisi çok büyük. Türkiye’de az sporcu olmasının da etkisi var bunda. Birileri böyle iyi bir ivme yakaladıysa o öyle devam eder ama bir yerde birileri bırakabilir ya da daha iyi biri çıkar ve değişebilir. Milli takım antrenörünün inisiyatifinde bir şey o, onların seçtiği bir şey değil. Dolayısıyla çocukluktan beri hep birlikteler ve sadece spordaki değil, hayattaki tüm olumsuzluklara da göğüs gerdikleri için böyle başka bir bağ oluşmuş durumdaydı. Pandemide de şöyle bir şey denedik: Ara ara kameralarımızı onlara veriyorduk, daha doğrusu bir şeyler çekmelerini istiyorduk başta, pandemiye gelene kadar öyle bir pratiğimiz vardı her yarışa gitmeye gücümüz yetmediği için. Çünkü yılda onlarca yarışa gidebiliyorlar federasyon bütçe ayırdığı sürece. Biz de yılda en büyük yarış -Dünya Şampiyonası, Avrupa Şampiyonası- neyse gücümüzü ona ayırıyorduk. Her antrenmana da gidemiyoruz sonuçta. Dolayısıyla hikâye devam ediyor, orası sürüyor ve onu kaçırmamak için siz canınız istediğinde, içinizden geldiğinde çekin bir şeyler telefonunuzla demiştik. Oradan da bayağı bir şey kullandık, bayağı bir şey de kullanamadık bu arada. Ama öyle bir alışkanlığımız vardı, sonra pandemide o şuna dönüştü: Artık biz çıkamadığımız için bu sefer kameralarımızı onlara verdik sırayla. Ve tam o ayrılık meselesinin gündemlerine girdiği dönemdi. Aslında o gördüğün şey, hissettiğin şey gerçek. Birbirleri hakkında ne konuştuklarını filmi izleyene kadar bilmiyorlardı bile. Tabii ki aralarında sonradan konuşmuşlardır ama… O yüzden biraz onların içlerini dökebileceği bir alan hâline de geldi.

Kamerayla ilişkileri öncesinde nasıldı peki, yarışlar sırasında mesela, tamamen konsantrasyon talep eden bir ortamdayken?
E.İ.: Burada yaşadıkları sürecin de payı var tabii. Yarış sırasında odakları tamamen yarışta tabii ki. Ama işte federasyonla meseleler, antrenörün gitmesi, yeni antrenörün gelmesi, derken ilişkiler değişti ve biraz onlar için de sorunlar artmaya başladı. O noktada biraz kamerayı dert ortağı gibi görmeye başladılar, durumla dalga geçmeye başladılar. Mesela ilk antrenörleri Natalie varken belki yarışta kamera veremezdik onlara çünkü o çok daha disiplinli biri. Özellikle pandemide bu oldu ama Mısra duygularını daha açık yaşayan biri hayatta ve kameraya karşı da öyleydi. Defne daha kontrollü bir karakter. Pandemide Defne’ye kamerayı verirken hiç öyle bir çekim beklemiyordum mesela, çok şaşırdım. Böyle gördüğüm an çok üzgün olduğunu fark ettim, hiç görmediğim kadar belki.
Biz bu filmi yapmaya ilk karar verdiğimizde temel derdimiz, bu sporu kimsenin bilmemesiydi. Ama şu an herkesin bağ kurma sebebi de aslında tutkun olan şeyin bile bir mücadeleye dönüşmesi durumu.
Ekin İlkbağ
O dertlerden konuşalım mı biraz da? Türkiye’de bu dalda bir sporcu olmanın dertlerinden. Filmde görüyoruz bunu elbette ama bir duygu dayatılmıyor bize, görmediğimiz pek çok tarafı da var şüphesiz.
İ.A.: Bir kere en temelinde, bu branşın izlenmesinin imkânları yok artık Türkiye’de. TRT herhâlde beş yıl önce durdurdu Olimpiyatlar’da senkronize yüzme branşını yayınlamayı. Oradan başlayan ve her yere yayılan aslında her attığın adımda bir engelle karşılaştığın bir spor. Federasyonun kendi duyurularında erkek sporcuların mayolu fotoğrafları paylaşılırken kadın sporcularda bacaklar kesilerek sadece üst kısımları kullanılıyor. Tabii en temel dertlerden biri sporcuların havuzlarının olmaması. Onu mesela ilk yaptığımız kısada Natalie çok detaylı anlatıyordu. Olimpik havuzda çalışmaları gerekiyordu ve iki kişi de olsa solo da olsa bütün havuzu kullanmaları gerekiyor çünkü yarış öyle yüzülüyor, yarıştaki koreografiler tüm havuzu kaplıyor. Ama Türkiye’de sadece iki üç kulvara sıkıştırılıyor antrenmanlar. Bizim zamanımızda da böyleydi bu, hâlâ da öyle.
E.İ.: Dertler neler, çok spesifik sorunlar var gibi konuları kendi aramızda da çok tartıştık. Biz bu filmi yapmaya ilk karar verdiğimizde temel derdimiz, bu sporu kimsenin bilmemesiydi. Sonra şuna dönüştü: Bu sporu kimse bilmiyor, o zaman bu film bir şey ifade etmeyecek mi? Ama şu an herkesin bağ kurma sebebi de aslında tutkun olan şeyin bile bir mücadeleye dönüşmesi durumu.

O mücadeleyi daha geniş bir bağlama da taşıyor aslında film farklı bir yerden. Otelde yaşanan bir taciz olayına tanık olduktan kısa bir süre sonra feminist eylemlere geçiyoruz karakterlerle birlikte. Bir yandan o taciz olayının aktarılma biçimi, görüntünün önce biraz bozulması sonra tamamen siyaha düşmesi de önemli bir tercih.
İ.A.: Bizim, aslında benim gönlümde hep bir eylem sahnesi vardı ama bu böyle dayattığımız bir şey değil. Hiçbiri öyle değildi zaten ama Mısra bir süre sonra eylemlere katılmaya başladı. Mesela İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılacağı dönemdeki eylem, ilk gittiğimiz eylem. Onda da Defne yoktu gerçi ama Kadıköy’de bir eylemdi o, onu çekmiştik. Sonra 8 Mart’a gitmeye karar verdi, biz de zaten gidecektik ve bitirmedik çekimleri biz de gidelim dedik. Dolayısıyla kendiliğinden gelişen ve benim çok istediğim bir sahneye dönüştü o. Ama onu çekerken kafamızda pek çok şey net değildi. Anna’nın o sahnesi de evet, yakın olacağı belliydi ama Anna’nın bize anlattığı hikâye de bizim için sürpriz bir hikâyeydi. Filmdeki çoğu şeyi ilk defa duyduk aslında ve onlardan biri, en çarpıcılarından biriydi. Mısra o zaman sporu bırakmıştı, Anna ve Defne baş başa antrenman yapıyorlardı. Bir otelde yaşıyordu Anna, federasyonun otelinde. Antrenman sonrası bir anda bir sohbet açıldı, konu konuyu açtı ve bir anda anlatmaya başladı. Ama böyle şeyiz yani, çekerken de çok ağır bir şey dinliyoruz şu an, çekmeli miyiz, çekmemeliyiz? Kamerayı bile ne yapacağımıza karar veremediğimiz bir andı, çok zordu. Ve zaten o ânın heyecanından ve paniğinden de çok iyi bir kamera kullanımı yok. Bundan kastım da kameranın hareketi, kalitesi değil. Çünkü fiziken anlatıyor orada gösteriyor, ediyor. Çok fazla teşhir eden bir görüntü var elimizde. Görüntü siyaha düştükten sonraki kısım için de aslında elimizde görüntü var ama izlerken o sahnenin öyle olmaması gerektiğine dair bir his geldi sonradan.
E.İ.: Çekerken de rahatsız olmuşuz yani o sahneyi.
İ.A.: Dolayısıyla şuna karar verdik bir süre sonra. Zaten biri bize böyle bir hikâye anlattığında yapmamız gereken tek şey dinlemek yönteminden yola çıktık. Sinemada bir şeyi takip ederken ne olursa olsun o karakterin söylediği şey ikinci planda kalabiliyor doğal olarak. Dolayısıyla sadece onun anlattığıyla baş başa kalmak ve bunu çok da teşhir etmemek gibi bir hedefimiz vardı. O diğer kavgada yine şans eseri Anna’nın kapısı zorlanıyor otelin çalışanları tarafından ve önlem için makaslar, bıçaklar, cin şişeleri falan koyuyor. O görüntüleri de Anna çekmiş. O bile çekti yani, o da dâhil oldu kameraya.
Dolayısıyla bu sahnelerin kullanımı ve eylem görüntüleri “Neden oradayız?” sorusunun cevabını da veriyor birazcık ve bunun tek bir güne sıkışan bir mücadele olamadığını vurguluyor. Anna hikâyesine başlamadan önce Defne de taciz hikâyelerini anlatıyor mesela. Böyle herkesin nerede, ne zaman yaşadığından bağımsız çok ortak bir şey olduğu için birbirini tamamladı.
E.İ.: Filmdeki sorunlar da “Tamam gidelim, federasyonla çözelim” sorunları değil sadece. Yani neden Kuran kursu geliyor da oradan kovuluyorlar, neden adamlar etrafında bunlara dik dik bakıyorlar? Meselenin aslında sokakta, başka bir yerde çözülebilecek olduğunu vurgulamak istedik.
İ.A.: Ve aslında mesela arşiv kullanırken bile onu gözetmeye çalıştık. Yani yeni bir biçim giriyor o kısımlarda ama işlemek istedik o kısmı da. Mısra çok küçük, 10 yaşlarında evde dansöz kıyafetiyle dans ediyor ve arkadaşı arkadan “Memen görünecek” diyor mesela. O bile kabul ettiğimiz ve o yaşlardan beri sakındığımız bir şey. O yüzden onu adım adım taşımaya çalıştık oraya ama yine de filmin yorum olarak en çok ikiye ayrılan sahneleri de bu taciz ve eylem kısmı oldu. Bir taraf, genelde erkekler şöyle yorumlar yapıyorlar: “Ne gerek vardı?” Bir yandan da keşke olaydan sonraki duygu durumlarına odaklanılsaydı diyen bir ekip var. Ama o keskin kırılmadan mutlu olan bir taraf da var. Aslında böyle üstüne tartışılan ve düşünülen bir nokta olmasını da seviyorum.

Arşiv kullanımında nasıl bir yol izlediniz peki? Karakterler sporcu oldukları ve küçük yaşlardan itibaren kayda alındıkları için çok malzeme mevcuttur diye tahmin ediyorum ama o da çok hassas bir denge.
E.İ.: Zor oldu. Orada pandeminin de bize bir katkısı oldu çünkü belki pandemi olmasaydı odağımız küçükken spor yaptıkları görüntüler olabilirdi. Pandemide daha bol vakte sahip olup hepsini izleyince görüntülerdeki detaylardan hikâyeler çıkarmaya başladık. İşte Mısra’ya memen görünecek denmesi, Defne’nin buz pateninde erkek bir çocukla mücadelesi, Mısra bir yaşında mama yerken arkada Erdoğan’ın sesi olması gibi detaylar. Onlar bizi epey yönlendirdi.
İ.A.: O dönemde şöyle bir trend vardı, yani benim ailemde de vardı o trend; handycam’lerle, Hi8’lerle çekilmiş “Çocuğumuz oldu hadi biraz görüntüsünü alalım” hevesi. Sporcu olmalarıyla da birleşmiş, mesela Mısra’nın babası iyi bir arşivci, her şeyi tutmuş. Tüm yarış sonuçlarını kaydetmiş tek tek, takip edebiliyor, diğer ülkelerle karşılaştırabiliyor. Çok düzgün de tutmuş aslında, kategorize edilmiş ve izlemesi kolay bir arşivi teslim aldık ondan. O noktada bize güvendiler sağ olsunlar çünkü her şeylerini verdiler, sadece çocuk değil, bütün ailenin geçmişini de orada görüyoruz izlerken. Hani aileler yok görüntüde ama biz izledik sonuçta. Ve şu hissi verdi sonuçta: Birtakım şeyler hiç değişmemiş. Aslında biraz onları karakter tanımlarını güçlendirmek için kullandık. Mesela Defne’nin böyle bir okul gösterisi gibi bir sahnesi var arşivlerde, arkasından dansöz kıyafetli Mısra geliyor. Tematik olarak öyle bağlandı bunlar kafamızda. Ama bu malzemeleri biçimsel olarak nasıl kullanacağımızı bulmamız çok vakit aldı. Yani çok güzel şeyler var, kullanmadığımız da güzel şeyler var ama nasıl bağlanacak bunlar derken aslında filmde son oturan, yerleşen şeylerden biriydi arşiv görüntüleri. Ama hep arşivle bölmeyi düşünüyorduk akışı. Sadece şöyle bir fark var: Şu anda gördüğünüz arşivler büyükten küçüğe gidiyor yani giderek küçülüyor aslında, ilk versiyonda bu tam tersiydi. Bir büyüyorlar, bir küçülüyorlar gibi olmasın düşüncesini de gözeterek büyükten küçüğe gitmeye başladık sonradan. Ve aslında bana en küçük hâlleri, denizdeki videoları filmin başındayken şey hissi veriyordu: Hiç tanımadığımız birinin çocukluğunu merak etmeyiz. Ben yeni tanıştığım birinin çocuk videosunu açıp izlemem. O yüzden o tanışıklığı kurduktan sonra en derine, en eskiye gitmek mantıklı geldi.

Biraz da filmin seyirciyle buluşma biçimlerinden konuşalım isterim. Çok iyi bir festival dönemi geçirdi film, Antalya’daki ilk gösterimden bugüne kadar düşünürsek. Seyirci de çok sahiplendi ve epey geniş bir insan grubuna hitap edebildi film. O günden bugüne doğru düşündüğünüzde, nasıl geçti bu bir yıl sizin için?
E.İ.: Özellikle bu festival sürecinde şunu gördüm ben: İyi ki böyle bir anlatım biçimi seçmişiz dedim. Çünkü filme bir seyirci geldi ve soru cevapta şöyle dedi: “Ben belgesel diye geldim, film çıktı.” Bu şeyi kırmak da güzel, çünkü derdimiz hikâye anlatmak. Beklemediğiniz kadar insanın kendinden bir şeyler bulması da aslında meselenin daha evrensel olması bence. Hepimizin hayatı bir şeylerle mücadele etmek ya da bir şeylerden vazgeçmek zorunda kalmakla geçiyor. Daha duygusal bir boyutta da Mısra’nın sporu bırakmasıyla değişim, değişmeye cesaret etmek… Öyle bir yorum gördüm Letterboxd’da çok hoşuma gitti, “Bir şeyi yapmak kadar bırakmak da cesaret ister” diye. Hani o katmanı da birçok insanın hayatta yaşadığı bir şey bence, benim de hayatta hep düşündüğüm bir şey değişmek. İnsanların kendinden bir şey bulma kısmında böyle düşünüyorum.
İ.A.: Ben şundan korkuyordum açıkçası, daha kurgu bitmeden önce: Su balesi sonuçta ve birincisi, çoğu insanın haberi yok bu spordan. İkincisi, haberi olsa da o kadar merak edeceği bir şey olmayabilir, yani bağ kurması acaba zor mu diye bir kaygım vardı. Çünkü sonuçta belli bir sınıftaysan yapabildiğin bir spor bu, ailenden gelen bir şey. Sonuçta çok küçükken başlanıyor ve bir şekilde aile yönlendiriyor. Pahalı da bir spor. Dolayısıyla böyle bir kaygım vardı. İlk film olmasından kaynaklı zaten genel olarak konudan azade biçimde bir film yapıp seyirci karşısına çıkarmak ne demektir, henüz onu da bilmediğimiz için heyecanlı ve meraklıydım aslında, ne olacak diye. Ama gerçekten güzel bir sene geçirdik güzel yorumlarla. Her festivalin atmosferi, seyircisi farklı oluyor ama bağ kurulabildiğini gördükçe çok mutlu oluyorum ve aslında film de benim zihnimden çıkıp başka bir yere gelmiş oluyor, o süreci takip etmek de keyifliydi. Başka biri de, “Biz neler yaşamışız ya son yıllarda” demişti, sanırım Documentarist’te. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasın taleplerine kadar böyle aslında, sonuçta son dört yılda nasıl bir Türkiye’de yaşadığımızı da gösteriyor film, o öfke ve inat da var insanların içinde. “Evet bir şeyler çok kötü gidiyor ama burada yaşamaya devam ediyoruz” gibi bir şekilde, bir yerlerden mücadelenin bir tarafına değiyoruz. Dolayısıyla onları görmek de çok güzeldi. Benim tahminimden daha geniş bir kitlesi varmış filmin. Başta onu çok görememiştim.
E.İ.: Ben görsel olarak bu sporun ilgi çekici bir yanı olduğunu düşünüyordum, oradan kazanırız diye düşündüm ama filmde onu da çok fazla vurgulamadık. Görselde su altı dünyası falan da yok, öyle bir tanıtım da yok. Güzel yorumlar çok mutlu ediyor ama tabii ki.
İ.A.: Sinemacı bir arkadaşım şöyle bir yorumda bulundu mesela, bunu duymak beni çok sevindirdi: “Kameranız gösteren bir yerde değil, bakmaya davet eden bir yerde” gibi bir cümle kurdu. Ben o kadar mutlu oldum ki; özellikle kaçtığımız, çekim sırasında bilinçli yaptığımız hamleler değil bunlar ama aramızdaki ilişki ve yaşananlara karşı bakış açımız bunu hissettirebildiyse çok mutlu oluyorum.

Evet bu göstermekten çok bakmaya davet eden, bir yandan kendi de anlamaya çalışan üslup da seyirciyi filme dâhil eden bir unsur bence. Bunda tabii hem film yapımı hem de seyir deneyimi bakımından belirsizliği kabul eden, seyirciyi de buna davet eden bir taraf var. Aslında bir sporcunun doğasında da olan bir şey bu. Daha önce de konuştuğumuz, sonu belirsiz bir yolda adanmışlıkla ilerlemek… Bu tarz belgeselcilik de böyle mi acaba biraz, benzer yönler var mı? İki tarafı da tecrübe etmiş kişiler olarak ne dersiniz?
İ.A.: Aslında sporun doğasına uygun bir şekilde hiç bilmediğimiz bir yola girdik. Sonuçta onlar nasıl dört yıllık bir Olimpiyat hedefi kurduysa biz de dört yıllık bir çekim hedefi koyduk ve ne olacağına dair hiçbir fikrimiz yok, yolda ve neyle karşılaşacağımıza dair. Bu en küçük çekim gününde de oluyor, tüm hikâyenin ölçeğinde de oluyor. Ama ben mesela bundan çok keyif aldım. Çok zorlandığımız zamanlar da oldu ama tabii ki. Çünkü sürekli bir şeyler çıkıyor ve ne yapacağına o anda karar vermen gerekiyor. Bir yandan normalde, gündelik hayatımda çok sabırsız biriyim ben ama bu filmde öyle hissetmedim, törpülendi bir şekilde sanırım. Çünkü “Artık çekmeyeceğiz, tamam” dediğimiz nokta çok önceden görebildiğimiz bir şey de değildi, yolda hissettiğimiz bir şeydi. Ama sporculukla kesinlikle çok benziyor. Spordan alışık olduğumuz davranış biçimi ve yöntem sanki biraz o süreci kolaylaştırdı gibi geliyor bana. Çünkü çekime gitmek biraz da yarışa gitmek gibi bir şey. Ne olursa olsun, antrenman da sayılabilir ama karnını doyurman lazım, o saatte orada olman lazım, enerjini eşit dağıtman gerekiyor. Biri yorulursa devreye girmen gerekiyor vs. Dolayısıyla bu böyle ister istemez sanki önden bir bilgiyle girdiğimiz bir şey oldu benim için ve çok aşırı benzerlik kurduğum bir şey oldu.
Şöyle bir anımız da var: Antalya’da festivalin bizi ağırladığı otelin küçük bir havuzu vardı. Prömiyer öncesi heyecanlıyız, gerginiz, seyircinin karşısına ilk kez çıkacağız; çok az da vakit kalmış bir yandan. Dedik ki bir havuza girelim ya bakalım; burunluğumuz, gözlüğümüz, bonemiz de yanımızda yani bone takmadık o gün ama hep böyle bir yarışacakmış gibi… Ve yarış antrenmanları şöyle oluyor genelde: Kendini çok yormadan ama nefesini açmak, heyecanını atmak ve suya alışmak için yapılan antrenmanlar olur yarışın olacağı havuzda. Biraz sonra perdede göstereceğimiz film iki kilometre ötede ve ikimiz de suya girip yarış antrenmanı yaptık orada. Böyle keyif için yüzmedik yani gerçekten. Belli bir metrede nefes tutarak, su altı giderek heyecanımızı öyle bastırdık mesela. Çünkü o güne kadar -yaklaşık ben altı yıl yaptım, Ekin de o civarlarda yaptı- o kadar yıl bu heyecanı biz böyle bastırdık, dolayısıyla bildiğimiz yöntem oydu, havuz da olunca yani. Çok bilinçli yaptığımız bir şey değildi ama oraya gitti yani bir süre sonra aklımız.
Bitirmek için şahane bir anekdot oldu bence. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
E.İ.: Ben şunu ekleyebilirim, biraz belgesel süreciyle de alakalı bir şey. İlk filmin belgesel olması kolay gibi algılanabiliyor bazen, zaten orada birileri bir şeyler yapıyor ve sen de onu çekiyorsun ama birincisi öyle değil, bence çok zordu ilk film için. Çünkü çok belirsiz bir süreç ve sürekli, “Şu gün yanlarına gidemedik, bu gün yanlarına gidemedik” pişmanlığını da yaşıyorduk. Hem belirsiz bir süreç olması hem de bizim oradan nasıl bir hikâye çıkarmak istediğimize karar vermemiz. Bir noktada ikimiz de Rollo May’in ‘Yaratma Cesareti’ kitabını okumuştuk. Orada şöyle diyordu: “Bir işi, ürettiğiniz şeyi siesta yaparken üretirseniz insanlar da öyle tüketir.” Biz de ondan sonra yani o zamana kadarki süreçte hep şöyle gidiyoruz, ikimiz de çalışıyoruz biraz para kazanıp bir sürü yarışa gidiyoruz çekim yapıyoruz. O noktada “Bir süre Mısra ve Defne gibi yaşamamız lazım” dedik ve ondan sonra bütün odağımız, hayatımız film oldu. Öyle de devam etti.
Kutup Moda’ya teşekkürlerimizle…

1988'de İstanbul'da doğdu. İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinde sosyoloji eğitimi aldı. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı, sinema ve edebiyat üzerine yazılar yazdı. 2017 yılında yazmaya başladığı Altyazı’da editör ve yazı işleri müdürü olarak görev alıyor.