Şu An Okunan

Cannes’da her yıl olduğu gibi bu yıl da spot ışıkları yarışma filmleri üzerinde olsa da, Belirli Bir Bakış ve Yönetmenlerin On Beş Günü gibi bölümlerde önümüzdeki dönemde ses getirecek pek çok önemli film yer alıyor.

Ahmet Gürata

Cannes Film Festivali’nde biraz da ana yarışma dışındaki filmlerden söz edelim. Belirli Bir Bakış bölümünde yer alan yapımlardan ilki, Annie Silverstein’ın The Bull (Boğa) adlı filmiydi. Küçük bir kasabada büyükannesi ve kız kardeşiyle yaşayan on dört yaşındaki Kris’in yolu komşusu, eski rodeo binicisi Abe’le kesişir. Bu zıt ikili (öfkeli genç beyaz kız ve boğa terbiyecisi siyah adam) arasındaki çatışma, zamanla bir dostluğa ya da ebeveyn ilişkisine doğru evrilir. Giderek rodeoya bağlanan Kris, acaba güçlükleri yenip içinde bulunduğu dezavantajlı ortamdan çıkabilecek midir? Silverstein, bu ilk filminde Andrea Arnold, Debra Granik, Kelly Reichardt ve The Rider ile benzer bir konuya eğilen Chloé Zhao gibi kadın yönetmenlerin izinden gidiyor. Bu türden sorulara hazır bir yanıt vermek yerine, bizlere Trump’ın bölüp yönetmeye çalıştığı derin Amerika’nın çarpıcı bir portresini sunuyor.

İki yıl önce Tesnota’yla Cannes’da FIPRESCI ödülü kazanan genç yönetmen Kantemir Balagov, Belirli Bir Bakış bölümüne Beanpole (Fasulye Sırığı) filmiyle döndü. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Leningrad kuşatmasının son günlerinde geçen filmin odağında bu zor yaşam koşullarına direnen iki genç kız var: takma adı fasulye sırığı olan Iya ve cepheden yeni dönen Masha. İlhamını Nobelli yazar Svetlana Aleksiyeviç’in ‘Kadın Yok Savaşın Yüzünde’ kitabından alan film, savaşın yarattığı yıkım ve değişimin kadınları nasıl dönüştürdüğüne odaklanıyor. Sinematografisinden oyunculuğuna, güçlü bir yapım Beanpole.

Cannes’ın dikkate değer paralel bölümlerinden biri de Yönetmenlerin On Beş Günü. Bu yıl Paolo Moretti’nin sanat yönetmenliğinde yoluna devam eden bölümde merakla beklenen çok sayıda film yer alıyor. İsveç doğumlu Gürcü yönetmen Levan Akin’ın And Then We Danced’i (Sonra Dans Ettik) bunlardan biri. Gürcistan Ulusal Bale topluluğu dansçılarından Merab, ana kumpanyanın seçmelerine hazırlanmaktadır. Topluluğa yeni katılan karizmatik dansçı Irakli onun yerini almaya adaydır. Aralarındaki rekabet kısa sürede yerini duygusal bir ilişkiye bırakacaktır. Homofobinin güçlü olduğu Gürcistan’da, ulusun ruhunu temsil etme iddiasında bir dans topluluğunda bu türden bir ilişkiye yer yoktur. Ustalıkla çekilmiş dans sahneleri ve oyuncularıyla And Then We Danced etkileyici bir ilk aşk hikâyesi. Belki de yegâne kusuru, kendini folklorik öğelerin büyüsüne fazlaca kaptırması.

Melina León’un Canción sin Nombre’si (Adsız Şarkı) ise 1980’lerde Peru’da geçen gerçek çocuk kaçırma olaylarını perdeye taşıyor. And Dağları’nda yaşayan genç bir kadın, çocuğunu ücretsiz sağlık yardımı vaat eden özel bir klinikte dünyaya getirir. Bebeğiyle birlikte klinik de ortadan kaybolur. Çocuğunu bulmak için verdiği uğraşları sonuç vermeyen genç kadının yardımına bir gazeteci yetişir. İkilinin ısrarlı takibi sonucu şaibeli kliniğin yasadışı ticareti ortaya çıkar. Ancak Peru’nun bu çalkantılı döneminde siyasetçiler ve yargı soruşturmayı ne kadar derinleştirebilecektir? Filmin olay örgüsü model olarak Spotlight (2015) tarzı polisiye gazetecilik türünü alırken, yönetmen León siyah-beyaz görüntüleri, 4:3 çerçevesi ve yavaş tempolu anlatımıyla bir ‘sanat filmi’ yaratma çabasında. Biçimle içerik arasındaki bu uyumsuzluğun zaman zaman sırıttığını belirtmemiz gerek.

Sinemadaki öncüsü George A. Romero olan zombi furyası bu yıl Cannes’ı etkisine almış görünüyor. Jim Jarmusch’un The Dead Don’t Die’ından sonra festivalin ikinci zombi filmi, Nocturama (2016) filmiyle tanıdığımız Bertrand Bonello’nun Zombi Child’ıydı. Türün konvansiyonları konusunda dersini iyi çalışan Bonello, zombi mitolojisinin Haiti’deki kökenlerine dönüyor. Ülkedeki şeker kamışı plantasyonlarında çalışan Afrika kökenli işçiler ağır çalışma kökenlerine dayanamayıp intihar etmeye başladıklarında, ruhlarının bir daha asla doğdukları topraklara dönemeyecekleri efsanesi yayılmaya başlamıştı. Bonello, vudu ayinleriyle birlikte zombi mitolojisine temel oluşturan bu inanışı başarıyla perdeye taşıyor. Ancak Jim Jarmusch’un açılış filminin aksine, bu mitolojinin oluşumunda ‘beyaz adamın’ rolünü de sorguluyor. Üstelik bütün bunları Fransa’da prestijli bir yatılı kız okulundaki bir grup öğrencinin gözünden aktarıyor.

Yarışma dışından son notumuz ise, Şilili usta yönetmen Patricio Guzmàn’ın La Cordillera De Los Sueños’una (Rüya Sıradağları) dair. Işığa Özlem’le (Nostalgia de la Luz, 2010) başlayıp, Sedef Düğme’yle (El Botón de Nácar, 2015) devam eden bellek üçlemesinin bu son filminde, yönetmen bir kez daha Şili’nin yakın tarihine odaklanıyor. Bu filmde hikâyeleri birleştiren ana unsur, ülkeyi boydan boya kat eden And Dağları. ‘Kordelya’ İspanyolca hem sıradağ, hem de zincir demek. Guzmàn, filmin daha başında, bu sıradağları yeterince devrimci bulmadıkları için gençlik yıllarında ilgilenmediklerini itiraf ediyor. Oysa, And Dağları Şili’nin yüzölçümünün yaklaşık yüzde seksenini oluşturuyor. Yönetmen, üçlemenin diğer filmlerinde olduğu gibi coğrafya ile ülkenin kaderini belirleyen siyaset arasındaki ilişkiyi farklı tanıklarla ilmik ilmik örüyor.

<<<

>>>

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.