Şu An Okunan

Quentin Tarantino’nun merakla beklenen yeni filmi Once Upon a Time in Hollywood’un galası dün gerçekleşti. Bu gösterimin bir olaya dönüşmesi için tüm koşullar mevcuttu ama gerçekten festival tarihine geçecek kadar büyük bir film mi izledik?

Engin Ertan

Sadece 72. Cannes Film Festivali’nin değil, belki de yılın en merakla beklenen filminin ilk gösterimini geride bıraktık. Quentin Tarantino’nun yeni filmi Once Upon a Time in Hollywood, Ucuz Roman’ın (Pulp Fiction, 1994) Altın Palmiye kazanmasından tam yirmi beş yıl sonra, dün Cannes’da görücüye çıktı. Saatler öncesinde basın gösteriminin gerçekleşeceği salonun önünde kuyruklar oluşmasından, Tarantino ve yapımcısının film öncesinde okunan “yazılarınızda filmin sürprizlerini açık etmeyin” temalı notunun yuhalanmasına kadar, Cannes mitolojisinin parçaları arasına girecek bir olaya tanıklık ettik.

Cannes’ın ve Tarantino’nun bu gösterimi bir “olay”a dönüştürmekteki başarısını inkâr etmek mümkün değil ama Once Upon a Time in Hollywood gerçekten de Cannes tarihine geçmeyi hak eden bir film mi, orası tartışılır. Açıkçası Zincirsiz (Django Unchained, 2012) ve The Hateful Eight (2015) için dile getirilen teoriyi Once Upon a Time in Hollywood için de yinelemek yanlış olmaz. Bu üç filmin ortak noktası, yönetmenin filmografisinde Sally Menke’nin ölümünden sonraki döneme denk düşüyor olmaları. Menke, 2010 yılında ölünceye değin Tarantino’nun tüm filmlerini kurgulamıştı. Ne yazık ki bu üç filmin bir diğer ortak noktası da tekdüze ritimleri… Acaba Tarantino mucizesini Sally Menke’ye mi borçluyduk?

Bu teoriyi ortaya atanlar elbette Tarantino’nun bir yazar ve yönetmen olarak maharetini hafife alıyor değiller. Kâğıt üzerinde Once Upon a Time in Hollywood’da Tarantino’yu Tarantino yapan unsurların hemen hepsi mevcut: Çılgın bir fikir, sinema tarihine ama özellikle de kült filmlere referanslar, popüler kültür alıntıları, nükteli diyaloglar, şiddet, nokta atışı bir oyuncu seçimi ve gayet iyi performanslar… Fakat bunların hepsini toparlayacak, elekten geçirecek sihirli dokunuş eksik. Parça parça baktığınızda Once Upon a Time in Hollywood’da heyecan verici pek çok an bulabilirsiniz. Fakat bir araya geldiklerinde ne yazık ki akmıyorlar. Eğer bu yeknesak ritim bilinçli bir tercihse, amaç finaldeki ‘patlama’nın etkisini yükseltmekse, ne yazık ki ona da ikna olmak zor. Zira Once Upon a Time in Hollywood’un finalinde, Ucuz Roman, Kill Bill: Volume I (2003), Ölüm Geçirmez (Death Proof, 2007) veya Soysuzlar Çetesi’ndeki (Inglourious Basterds, 2009) benzer anların coşkusunun gölgesi dahi yok.

Bu yıl Cannes yarışmasında sinema dünyasına referans yapan filmlerin sayısı az değil. Pedro Almodóvar’ın kısmen otobiyografik Dolor y Gloria’sı ve Tarantino’nun 1969 yılının Hollywood’unda geçen yeni filminin yanına, Ira Sachs’in Frankie’sini de ekleyebiliriz. Isabelle Huppert’in ölmek üzere bir aktrisi canlandırdığı film, ne yazık ki güçlü oyuncu kadrosuna ve pek de parlak olmayan metnine fazla güvenerek sık sık teatral sularda geziniyor. Kamera arkasında Rui Poças gibi müthiş bir görüntü yönetmeni olmasına rağmen, Frankie’yi izledikten sonra geride kalan his sinemadan ziyadesiyle uzak. Isabelle Huppert her zamanki gibi çok iyi ama filmi o da kurtaramıyor. Küçük Adamlar (Little Men, 2016) gibi mütevazı olduğu kadar etkileyici bir dramdan sonra Ira Sachs’in bu demode filmle karşımıza çıkması gerçek bir hayal kırıklığı.

<<<

>>>

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.