Şu An Okunan
Ah Güzel İstanbul: Bohem Beyefendinin Medeniyetle İmtihanı

Ah Güzel İstanbul: Bohem Beyefendinin Medeniyetle İmtihanı

Ah Güzel İstanbul

Atıf Yılmaz’ın 1966 yapımı filmi Ah Güzel İstanbul, dönemin toplumsal yapısını, onun dışında kalmaya yeminli iki karakter üzerinden anlatır. Gecekondulaşma, işsizlik, çalışma koşulları, yoksulluk, yokluklarıyla vardır filmde.


Bu yazı, Altyazı’nın Haziran 2006 tarihli 52. sayısında yayımlanmıştır.


Ne kadar Doğulu ne kadar Batılıyız, ne kadar alaturka ne kadar alafranga; kimliğimizin ne kadarı geçmişten geliyor, ne kadarı geleceğe giden yolda kuruluyor? Her Yeşilçam filminde karşılığını bulabileceğimiz bu çelişkiler Ah Güzel İstanbul’un (1966) doğrudan tartıştığı konular. Atıf Yılmaz bu sorulara mekân, bellek ve kimlik arasındaki ilişkiyi merkeze alarak bakıyor Ah Güzel İstanbul”da.

Sadri Alışık’ın canlandırdığı Haşmet İbriktaroğlu, ezelden beri İstanbul’ludur. Dedelerinden kalan mirası önce babası sonra kendisi har vurup harman savurmuştur. Paralar bittiğinde ise ne bilgi birikimini, ne iyi çevresini paraya dönüştürmeyi düşünmemiştir. Sonuçta, seçeneksizlikten değil, tercihen seyyar fotoğrafçılığa başlamıştır. Gerçek bir ‘alaturka bohem’dir o. Red ile örülüdür hayatı. Hırsla çalışmanın, kariyer yapmanın, gösterişin, yalanın yüceltildiği bir toplumda kıyıda köşede kalarak varlığını sürdürür. Ayşe hayatına girdiği andan itibaren ise Haşmet kaçtığı, daha doğrusu ilişmediği şeylerin orta yerinde bulur kendini.

Ayşe İzmir’den artist olmak için gelmiştir İstanbul’a. Patavatsızlığıyla, görgüsüzlüğüyle bile; her haliyle sempatik bir karakterdir. Sonuçta toplumsal normların standart bir biçim veremediği bir genç kızdır. İyiyi kötüden ayıramayacak kadar saf, inandığı hayallerinde ısrarcıdır. ‘Artistik’ fotoğraf çektirmek için oturur Haşmet’in objektifinin karşısına, öyle tanışırlar.

Haşmet, Ayşe’nin kandırıldığını anlayarak ona sahip çıkar. Aslında genelev olarak kullanılan Medeniyet Pansiyonu’ndan kurtarır onu. Film sözünü bu kadar dolaysız söylemekten hiç çekinmez; evet, kızların artist olma umuduyla girip fahişe olarak çıktıkları yerin adı medeniyettir. Alaturka bir beyefendinin saf bir yoksul kızı ‘medeniyet’in elinden kurtarmasıyla başlar bütün hikâye.

Hüzünler Kulübesi

Haşmet Ayşe’ye onun evinde kalabileceğini söyler ve zengin yalılarının olduğu bir yere giderler. Ama Haşmet’in oturduğu yer bir yalı değil, Ayşe’nin deyimiyle “düpedüz gecekondu”dur. Haşmet evine bir de isim vermiştir; “hüzünler kulübesi”. Burası, değişen İstanbul’un içinde bir tür kurtarılmış bölge gibidir. İçerisi dedelerinden kalma antika eşyalarla doludur; bu haliyle zamanı içinde hapsetmiş, dışarısıyla içerisini zamansal bir hatla ayırmış bir mekândır.

Hüzünler kulübesi, Haşmet’in doğup büyüdüğü yalının hemen yanıbaşına dikilmiştir. Her gecekondu gibi izinsizdir elbet, ama dikildiği yerle de açıkça söylediği gibi kimseden izin alacak değildir; İstanbullu olan odur. Bir yandan 60’lar İstanbul’unda giderek artan gecekondular gibi gecekondudur o da; ama boğazın kıyısında, yalıların yanıbaşındadır. Gecekondu oluşuyla döneminin temsilcisidir bir yandan; ama bir yandan da eşyalarıyla, geçmişin bugündeki ısrarcı varoluşunu temsil eder. Her gecekondu gibi yoksuldur; ama içindeki eşyalar zenginlik artığıdır. Bir ülke tarihinin nesiller boyu ördüğü zıtlıkları içinde barındırır. Olmaması gereken bir zamanda, olmaması gereken bir yerdedir. Bu yüzden hüzünlüdür. İçinden alaturka musiki sesleri yükselen; konuşan bir yapıdır.

Ah Güzel İstanbul

Ayşe için evin içindeki eşyalar bir şey ifade etmez, gördüğü bir antikacıyı hatırlatır sadece. Haşmet alaturka besteler çaldığı piyanonun hikâyesini anlatır ona; anneannesi hep karanlıkta çalarmış piyanoyu, ağladığı bilinmesin diye. Buna bir anlam veremeyen Ayşe’ye, “sen zamane kızısın, anneannemi anlamak için eski zaman zarafeti lazım,” der. Piyano gibi kulübedeki her eşya nesiller boyu kurulan belleğin taşıyıcısıdır. Benliği yitirmemek için mekânların, eşyaların üzerine yapışan anılara ihtiyaç vardır. Kulübedeki eşyalardan biri de antika aynadır. Filmin bütün ana karakterleri defalarca girerler aynanın içine. Karakterlerin kimlik arayışının yansıdığı yüzeydir ayna. Haşmet’le bağlantılı herkese geçmişin, yerli olanın, alaturka olanın çerçevesinden bakarız böylece.

Haşmet’in mesleği olan fotoğrafçılık da, anıları sabitlemektir sonuçta. Bütün derdi anılarını korumak, bu sayede kim olduğunu tarif edebilmek olan birisi için uygun bir meslektir bu. ‘Bir İstanbul Hatırası’ yazısının önünde çeker fotoğraflarını. Fotoğrafladıklarına kayıt altına alınmış bir anı vermekten öte, İstanbul’da bir hikâyesi olan herkesi kentin ‘hatıra defterine’, belleğine ekler böylece. Ve Haşmet seyyar bir fotoğrafçıdır. Yersiz yurtsuz kalmış bir bellektir. Aidiyetinin mekânlarını, nesnelerini giderek yitirirken, hâlâ yeniyi eskiyle ilişkilendirerek kaydeden bir bellek.

İstanbul’a İnanmak

Haşmet’in İstanbul’u sahiplenişi de toplumsal belleğe sahip çıkmakla bağlantılıdır. İstanbul bu filmde de, pek çok dönem filminde olduğu gibi, bir fon olmanın ötesinde öykü içindeki bir karakter gibidir. Ancak kendisiyle mücadele edilen değil, onun için mücadele edilen bir kenttir Ah Güzel İstanbul’da.

Film boyunca boğazıyla, mahalleleriyle, balıkçılarıyla İstanbul gözümüzün önündedir. Ama İstanbul’un temsili, keşifçi gözlere göre kurulmamıştır; deneyimle örülü bir kent sunumudur bu. Aslında İstanbul’un aynı yerlerini görürüz hep; Haşmet’in küçük dünyasının sınırlarıyla belirlenmiş küçük bir alanını. Yeni yerlerini keşfederek değil, aynı yerlerde anıları çoğaltarak sevilen bir kenttir filmin İstanbul’u. Çünkü Haşmet’in İstanbul’u sevme biçimi de böyledir. Haşmet inatla o sınırlı alanı terk etmeyerek sadece kendisinin değil, anneanesinin ya da babasının da alışkanlıklarının iziyle kurulu mekânda yaşar. O sınırlar kimliğinin sınırlarını çizer.

Filmde modernizme, Batılılaşmaya dair tartışma İstanbul üzerine bir egemenlik tartışmasıyla yan yana gider. Her eylemleriyle İstanbul’a da etki eden sayısız vektörle, sürekli yeniden biçimlenir kent. Figüranlara parasını vermeyen Yeşilçamlılar, ‘medeniyet’ pansiyonunun sahipleri, halkın beğenisini alafrangalaştırma çabasındaki ‘sanat çevresi’… Batılılaşma, modernleşme konularındaki farklı yaklaşımların kentin çehresine nasıl etki ettiği de çok somuttur öyküde. Her hallerinden züppelik akan, Batı özentisi bir grup, Haşmet’in alanına kadar girer. Haşmet için bunlar “anası babası belli olmayan kozmopolit maskaralar”dır. Haşmet’in her gün gittiği, artık bizim için de tanıdık olan meyhaneye gelirler. “Halkın bayağı beğenisini alafrangalaştırma” derdiyle meyhanede çalan müziği değiştirirler; sonuçta meyhanenin müdavimlerinden dayak yemekten zor kurtulurlar. Ama onların düşüncesi yerleştiği ölçüde İstanbul’un meyhaneleri de değişecektir işte.

Ah Güzel İstanbul

Haşmet’in Ayşe için mücadelesi de, İstanbul üzerine mücadelesiyle paralel gider. O sürekli Ayşe’yi kendi İstanbul’una davet eder. Ama Ayşe’nin Haşmet gibi “gözü tok” değildir; İstanbul’un değişen yüzünün sahte vaatlerini hayal ederek yaşamıştır hep. Haşmet’in reddettiği ne varsa Ayşe onların peşinde koşar; meyhanelerde şarkıcı olur, “zenginlere eğlence” olur, “artist mecmuasının” yıldızı olur. Haşmet için Ayşe’yi kaybetmek demek, İstanbul’u yitirmekle, benliğini koruma mücadelesinde mağlup olmakla eşanlamlıdır. Filmin mutlu sonunda Ayşe ancak sahtelikle varolabildiği yalan dünyaya katlanamaz, Haşmet’in İstanbul’una dönmek ister. Vapurda birbirlerine sarılmış dururlarken Ayşe endişeyle şimdi ne yapacaklarını sorar. Bu sorunun cevabı yok gibidir, ama Haşmet kazanan taraftır; umutludur. Vapurdan İstanbul’a bakar, “şu güzelliğe bak, dünyanın hiç bir yerinde yok,” der. İstanbul”dan aldığı güçle ekler; “korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur”. Maskaralar meyhaneden kovulduğuna göre, Ayşe’yi ‘onlara’ kaptırmadığına göre İstanbul hâlâ güzeldir, hala ‘bizim’ olduğu için güzeldir. Kentin belleğine güvenir Haşmet, köklü bir kentin bünyesine uymayanı kusacağına güvenir.

İhtiyar Medeniyetin Çocukları

Ayşe ve Haşmet dönemin marjinal karakterleridir. Ne gördüğümüz gecekondu bildiklerimize benzer, ne yoksulluk biçimleri. Ne bir işleri vardır, ne standart bir yuva kurma dertleri. Ancak Ah Güzel İstanbul bu azınlık marjinal karakterler üzerinden, çoğunluk olanları da anlatır; hatta asıl onları anlatır. Ayşe çok çocuklu yoksul bir ailenin kızıdır; ailesi işçidir ve onun da tek alternatifidir “pis kokulu pas yüzlü” fabrikada  çalışmak. Başına ne gelirse gelsin dönmemek için ağlayacağı kadar kötü bir hayattır bu Ayşe için. Filmde Ayşe’yi ilk gördüğümüz sahnenin aynısı bir kez daha karşımıza, bu alternatifsizliği göstermek için gelir. Haşmet’e fotoğraf çektiren bu kez başka bir kızdır; iş aramak için oradadır. Lüks arabasıyla Ayşe de gelir o anda ve tablo tamamlanır. Ayşe artist olma uğruna bu hale gelmeseydi olup olacağı kadrajdaki diğer kızın yerinde olmaktır, o kadar.

Haşmet ise bir ara ‘düzgün’ bir işte çalışmaya niyetlenir Ayşe için. Onun alternatifi ise bankada çalışmaktır mesela; ama banka, içinde beş dakika bile durulamayan bir yerdir Haşmet için. Bir ihtimal de ‘sanat çevresi’nin içinde olmaktır ki bu konuda Haşmet’in sözü çok nettir. Evlilik seçenekleri ise kâbustur onun için. Haşmet önlerindeki seçeneksizliği farkedince dönüp İstanbul’a çatar; “Ah ihtiyar medeniyet, çocuklarına sağlam yepyeni bir dünya kurmaktan bunca aciz misin?”

Sonuçta hiç göstermediklerini, onları reddedenler üzerinden temsil eder film. Dönemin toplumsal yapısını, onun dışında kalmaya yeminli iki karakter üzerinden anlatır. Gecekondulaşma, işsizlik, çalışma koşulları, yoksulluk, bunların hepsi yokluklarıyla vardır Ah Güzel İstanbul’da; yokluklarıyla asıl konu onlardır aslında.


Ah Güzel İstanbul, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.