Şu An Okunan
Berlinale Günlükleri #1

Berlinale Günlükleri #1

Rimini

72. Berlin Film Festivali 10 Şubat’ta başladı. Ana yarışmada ilk günlerde François Ozon, Ulrich Seidl ve Claire Denis gibi ustaların filmleri izleyici karşısına çıkarken, keşif yapmak isteyenler için zengin bir çeşitlilik sunan bölümlerden biri de Panorama. 

Berlin Film Festivali 10 Şubat gecesi, François Ozon’un Fassbinder uyarlaması Peter Von Kant’ın gösterimiyle başladı. Son dönemde pandemi koşulları nedeniyle programını çevrimiçine taşıyan Sundance ve Rotterdam gibi festivallerin aksine, Berlinale bir yıllık bir aranın ardından bütünüyle fiziksel olarak düzenleniyor. Üç aşı zorunluluğu, basın mensuplarına getirilen her gün antijen testi olma mecburiyeti, kollarda taşınan ve her gün yenilenen bileklikler festival koşturmacasını normale kıyasla biraz daha karmaşık hâle getirmiş olsa da, ilk günler itibariyle sistemin ciddi bir aksaklık yaşanmadan işlediğini söylemek mümkün.

Ana Yarışma

Ana yarışmada ilk günlerde izleyici karşısına çıkan filmlerden biri, Ulrich Seidl’ın Cennet Üçlemesi’nden bu yana imza attığı ilk kurmaca film olan Rimini’ydi. Avusturyalı yönetmen Rimini’de devri geçmiş bir şarkıcı/jigolonun hem karanlık hem komik öyküsü üzerinden bir kez daha sevdiği temalar etrafında dolaşma fırsatı buluyor: çürümekte olan Avrupa toplumu, İkinci Dünya Savaşı’nın ve Nazizmin hayaletleri, gündelik hayatta sürekli kendini hatırlatan göçmen krizi, yaşlanmanın izlerini taşıyan bedenler ve hayattan bir şeyler almak için çaresizlik içinde çabalayan insanlar… Filmin odak noktasında, İtalya’nın sahil kasabası Rimini’ye yerleşmiş Avusturyalı Richie Bravo var. İhtiyar turistleri eğlendirerek ve birkaç düzenli müşterisiyle seks yaparak geçinen Richie’nin hayatı, varlığını bile unuttuğu kızının kimi taleplerle çıkagelmesiyle karışıyor. Bu baba-kız yüzleşmesinin arka planındaysa kış mevsiminde terk edilmiş görünen, sisli, iç karartıcı Rimini var. Filmin en kuvvetli yönü, Michael Thomas’ın son derece derinlikli bir şekilde canlandırdığı Richie karakteri. Sürekli bir performans hâlinde, âdeta hayal dünyasında yaşarken bir yandan da geçimini sağlamak için sürekli çabalamak zorunda olan Richie Bravo izleyicide şaşkınlık, acıma, tiksinme, şefkat, öfke duygularını aynı anda yaratacak bir derinliğe sahip. Belki henüz çok erken ama başroldeki Michael Thomas’ın oyunculuk ödüllerinde öne çıkan adaylardan biri olacağını öngörmek zor değil.

Both Sides of the Blade
Both Sides of the Blade

Ana yarışmanın şimdilik en büyük hayal kırıklığı, usta yönetmen Claire Denis’nin merakla beklenen filmi Both Sides of the Blade (Avec Amour et Acharnement) oldu. Başrollerini Juliette Binoche ve Vincent Lindon’un paylaştığı filmin aslında kâğıt üzerinde ilginç sayılabilecek bir çıkış noktası var: Radyo programcısı Sara ve hapisten çıktıktan sonra hayata yeniden uyum sağlamaya çalışan Jean mutlu mesut yaşayan orta yaşlı bir çifttir. Ortak geçmişlerinden François bir gün beklenmedik şekilde karşılarına çıkarak hem Sara’nın küllenmiş duygularını canlandırır hem de Sara ile Jean arasındaki ilişkiye bir şüphe ve güvensizlik getirir. Claire Denis bu aşk üçgeni öyküsünü kendinden beklenmeyecek derecede ağdalı bir yaklaşımla, sürekli duygu yaratmaya çalışan bir müzik kullanımıyla (filmin müziklerinde her zamanki gibi Tindersticks’in imzası var), izleyiciye geçmişle ilgili ayrıntılı açıklamalar yapmakta kullanılan ve sürekli birbirini tekrar eden diyaloglarla ele alıyor. Yan hikâyelerdeyse Jean okulda sorunlar yaşayan on beş yaşındaki oğlu Marcus’le ilişki kurmaya çalışırken ya da Sara programında konuk ettiği kişilerle sohbet ederken izleyici güncel Fransa toplumunun durumuna, eğitimin önemine ve ırkçılığın ne olduğuna dair kaba, yüzeysel vaazlara maruz kalıyor. Görsel olarak da yönetmenin önceki filmlerinin gerisinde kalan Both Sides of the Blade, jenerikte adını görmeseniz Claire Denis’nin çektiğine inanmakta güçlük çekeceğiniz bir yapım.

Panorama

Göldeki Yabancı’yla (L’inconnu du Lac, 2013) büyük başarı kazanan Alain Guiraudie, festivalin Panorama bölümünde yarışan yeni filminde komedi sularına dümen kırıyor. Otuzlarındaki bir adamın seks işçiliği yapan, kendisinden yaşça büyük, evli bir kadına duyduğu tutkuya odaklanarak başlayan Nobody’s Hero (Viens je t’emmène) yakınlarda gerçekleşen bir bombalı saldırının yarattığı korku atmosferiyle ve hikâyeye evsiz bir gencin, çeşitli komşuların ve kimi gizemli karakterlerin eklenmesiyle kısa sürede politik bir taşlamaya dönüşüyor. Ulusal aidiyet, kültürel önyargılar, ırkçılık, cihatçılık, orta sınıf vicdanı, cinsel yönelim, politik doğruculuk gibi sayısız konuya ufak ufak değinen Guiraudie, tüm bunların toplamından Fransa toplumuna dair bir kara komedi çıkarmayı başarıyor. Nobody’s Hero soğuk esprileri ve absürd mizah anlayışı açısından pek çok filmle karşılaştırılabilir ama bana hafiften Bertrand Blier sinemasını çağrıştırdı.

Nobody’s Hero
Nobody’s Hero

Panorama’da Alain Guiraudie gibi deneyimli yönetmenlerin azınlıkta olduğunu, bu bölümdeki yirmi dokuz filmin yarısından fazlasının ilk ya da ikinci filmler olduğunu belirtmek gerek. Bu bakımdan çoğu zaman olduğu gibi yine keşif yapmayı seven izleyiciler için geniş bir yelpaze sunuyor Panorama. Alauda Ruiz de Azúa’nın ilk uzun metrajı Lullaby (Cinco Lobitos) otuzlarındaki bir kadının doğumdan sonra girdiği depresyon üzerinden cinsiyet rollerine, kuşaklar arası ilişkilere ve kayıpla yüzleşmeye değinen bir dram. Başrolünü 2015 yapımı Victoria’dan hatırladığımız Laia Costa’nın üstlendiği film, dramatik yapısı sağlam kurulmuş fakat özgün bir sözü olmayan bir yapım. Alejandra Márquez Abella’nın yönettiği Northern Skies Over Empty Space (El Norte Sobre el Vacío) aile yadigârı çiftliklerinde yaşayan bir ailenin öyküsü üzerinden günümüz Meksika’sında süregiden feodalizme, sınıf çatışmasına ve en çok da erkekliğe dair sert ama bilindik gözlemlerde bulunuyor. Yönetmenin müzik kullanımıyla ve ufak kurgu oyunlarıyla filmin geneline yayılan bir tekinsizlik hissi yaratmayı başardığını da ekleyelim. Gudmundur Arnar Gudmundsson imzalı Beautiful Beings (Berdreymi) ise bir grup gence odaklanan bir dostluk ve büyüme öyküsü anlatırken İzlanda toplumuna ve özellikle de şiddet ve istismarın yaygınlığına dair gözlemlerde bulunuyor. Ümitsiz, geleceksiz bir ortamda, dostluğa sığınmak üzerine, farklı ülkelerde çekilmiş benzerlerini sık sık izlediğimiz bir film Beautiful Beings.

Nelly & Nadine
Nelly & Nadine

Kurmaca ile belgesel arasında bir ayrım yapmayan Panorama’da şimdilik öne çıkan belgesel ise Magnus Gertten’in Nelly & Nadine’i oldu. İsveçli yönetmen, daha önce çektiği iki filmde de ele aldığı bir konuya geri dönüyor yeni belgeselinde. Nisan 1945’te Malmö limanına yanaşan bir gemiyle İsveç’e sığınan, toplama kamplarından kurtarılmış binlerce insanın o gün çekilmiş görüntülerinin izini sürerek en zorlu koşullarda birbirinden güç almış, ayrı düşmüş, savaş sonrasında yeniden bir araya gelmiş ve ömürlerini birlikte geçirmiş iki sevgilinin öyküsünü anlatıyor. Gertten’in uzun bir araştırma sürecinin ürünü olan filmi Fransa kırsalında bir çiftlikten toplama kamplarının dehşetine, savaş öncesinin feminist edebiyat çevrelerinden 60’lar Venezuela’sının kuir partilerine uzanan, sürpriz keşiflerle dolu, dokunaklı bir yolculuğa çıkarıyor izleyiciyi.


Berlinale Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.