Şu An Okunan
anne!: İlham Perisinin Gözünden

anne!: İlham Perisinin Gözünden

Darren Aronofsky’nin kadın ve erkek, kadın ve doğa, erkek ve tahakküm üzerine son filmi, bir büyük stüdyonun elinden uzun süredir çıkan en cesur ve riskli yapım olabilir. anne! 74. Venedik Film Festivali’ndeki ilk gösteriminden beri seyircileri ve eleştirmenleri ikiye bölmeye devam ediyor.

Bu yazı Altyazı’nın Ekim 2017 tarihli 176. sayısında yayımlanmıştır.

Burayı onun için bir cennete çevirmek istiyorum!” Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı kadının, kendisinden yaşça epey büyük olan şair kocasının çocukluğunu geçirdiği evle ilgili kilit cümlelerinden biri bu… Bu sözleri yönelttiği kişilerse, orada bulunmalarının tesadüf olmadığını sonradan anlayacağımız davetsiz misafirler. anne!’nin (mother!, 2017) fragmanları herkeste bir tür Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby, 1968) algısı yaratıyor, hattâ film için hazırlanan afişler bile bu beklentiyi kaşıyordu. Fakat yönetmen Darren Aronofsky ve filmin tanıtım ekibi bizimle biraz eğlenmişler sanki… Bazı kaçınılmaz benzerlikler olsa da bu film Polanski’nin korku başyapıtıyla aynı sularda dolaşmıyor. Aronofsky’nin esin kaynakları arasında saydığı asıl film, Luis Buñuel’in 1962 tarihli Mahvedici Melek’i (El Ángel Exterminador). Başkarakterin bir türlü terk edemediği ev, iki filmi birbirine bağlıyor.

Ne jenerikte ‘anne’ olarak adı geçen Lawrence’ın ne de ‘O’ (Him) olarak anılan kocasının (Javier Bardem) ismi yok anne!’de. Böyle bir kişileştirmeye de gerek yok çünkü Aronofsky’nin de altını tekrar tekrar çizdiği gibi, izlediğimiz film bir alegori. Neyin alegorisi olduğuna dair farklı yorumlar yapmak mümkün ama neticede izlediğimiz olaylar zinciri, gerçek dünyaya dair olsa da gerçeklik düzleminde cereyan etmiyor. Yalnız anne!’yi nasıl yorumlarsak yorumlayalım, iş dönüp dolaşıp kadın üzerinde tahakküm kuran ya da kurmaya çalışan erkeklere varıyor.

Doğa Ana

Adam büyük başarı elde ettiği şiir kitabından sonra yeniden yazmakta, üstüne yazacak bir şey bulmakta zorlanmaktadır. Kadınsa içinde yaşadıkları evin son rötuşlarını yapmaktadır. Aronofsky bu evi yeryüzünün karşılığı olarak görüyor. Yeryüzüne ve insanlık olarak birbirimize verdiğiniz zararlara dair hiçbir şey yapamıyor olmanın çaresizliğiyle bu filmin ilk versiyonunu beş gün gibi kısa bir sürede yazdığını söylüyor. Filminin en büyük esin kaynaklarından bir diğeri olaraksa ekofeminist şair Susan Griffin’in 1970’lerin sonunda yayımlanmış ‘Woman and Nature: The Roaring Inside Her’ adlı kitabını gösteriyor.

Griffin’in, ataerkil Batı felsefesinin ve dinlerin başlangıçlarından bu yana kadınları egemenlikleri altına almaya çalıştığını, erkeğin kendi gücünü kadını ve doğayı tahrip ederek tamamladığını tarihsel örneklerle ortaya koyan kitabı, ekofeminist literatürün de temel kaynaklarından biri. Böyle bakıldığında, Aronofsky’nin çizdiği anne karakteriyle ev üzerinden tanımlanan dünya ve evin sınırlarını çevreleyen yanıp kül olmuş yeryüzü, aslında birbirlerinden ayrı şeyler değil. Filmin olay örgüsü de aslında yeryüzündeki yaşamın başlangıcından bu yana bir özeti gibi.

Alevlerin içinde yanmakta olan bir kadın imgesi beliriyor perdede ilk olarak. Kül olmuş bir ev, tanrı figürü olarak da görülebilecek erkeğin dokunuşuyla yeniden yaşamla doluyor. İşte bu girizgahın ardından, Doğa Ana’nın uyanmasıyla gerçekten başlıyor anne!. Önce sadece kadın ve erkek var. Ardından dünyalarına başkaları girmeye başlıyor. Michelle Pfeiffer ve Ed Harris’in canlandırdığı çift, annenin hem içinde yaşadığı dünyayı hem de kocasıyla ilişkisini sorgulayacağı süreci tetikliyor. Ve bu çiftin eve girişiyle başlayan istila süreci dinsel mitoloji referanslarıyla devam ediyor. Aronofsky, Nuh: Büyük Tufan’dan sonra bir kez daha Habil ile Kabil’in öyküsünü dahil ediyor filmine. Bütün olan bitenin bu açıdan da okunabileceğinin, evin yeryüzü olduğu kadar cennet olarak da görülebileceğinin altını çizmek ister gibi.

Film gitgide kontrolden çıkacağı son perdesine girerken, aslında günümüz dünyasının bütün çatışmalarını, mülteci sorunundan içinde yaşadığımız doğayı nasıl umursamazca yok ettiğimize kadar birçok meseleyi o evin içine sığdırıyor. Bu açıdan kadınla beraber doğayı da ezip geçen erkek egemen kültürün bütün tarihçesini iki saatte özetliyor bir bakıma.

Altıncı Gün

Darren Aronofsky, filmini ekofeminizm üzerinden okuyabileceğimiz gibi, din mitolojisi üzerinden de yorumlamamızı istediğini, ilk olarak Venedik’teki basın toplantısında bizzat dile getirdi. Büyük büyük laflar etmeyi seven, seyircinin bunları gözden kaçırmaması için her birini bizzat açıklamaktan da geri durmayan bir sinemacı kendisi. anne!’yi Hıristiyan inancında Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığı ve yeryüzüne de son dokunuşlarını yaptığı altıncı gün üzerinden okumamızı da yine Aronofsky öneriyor.

Buradaki tanrı figürünün, Javier Bardem’in ‘O’ (Him) karakteri olduğu belli ama bir yandan da kendi yaratıcılık sürecinde büyük sıkıntılar yaşamakta olan biri bu adam. Halbuki eve, yani yeryüzüne son şeklini veren anne. Musevi olarak yetişmiş ama kendini inançlı biri olarak tanımlamayan Aronofsky’nin, bir kez daha yaratılışa dair dindarları kızdıracak adımları var karşımızda. İncil’in yaradılışı anlatan kısmına göre altıncı gün, Tanrı’nın insanlara ve tüm canlılara sadece bitkileri yemelerini söylediği gün aynı zamanda. Aronofsky’nin filmi, bağnazların bir peygamber bekler gibi annenin doğum yapmasını bekledikleri son perdede bu açıdan seyirciyi irkiltecek, hele hele bir stüdyo filminden asla beklemediğimiz uçlara gidiyor.

Fakat Aronofsky bizi her ne kadar bu filmi ekofeminizm ve din mitolojisi kapsamlarında okumaya yönlendirse de hem hepsini kapsayan hem de yerli yerine oturtan başka bir bakış açısı daha mevcut: Sanatçılar genel olarak büyük egolu insanlar. Sanatsal yaratım da oldukça şizofrenik bir süreç. anne! bu sürecin sahici bir tezahürüne davet ediyor izleyicisini; yaratma sancıları içinde bir erkek olarak sanatçıyla beslendiği ilham perisinin ilişkisine… Bu dinamik, bir vampirle kurbanının ilişkisine benziyor. İşleyeceği duygular, anlatacağı öyküler arayan sanatçı, iştahla ve tutkuyla besleniyor ilham perisinden. Ona aşkla bakacak, yaratıcı tarafına hayran olacak, egosunu şişirdikçe şişirecek, kendinden yaşça da küçük kadınlar buluyor. Çevremizde de örneklerini sık sık gördüğümüz, maddi manevi o kadınlardan beslenen ama o kadın için büyü bozulduğunda, takke düşüp kel göründüğünde, hemen yerine yenisini yerleştiren, tek derdi kendi olan adamlar… Bu şair de tamı tamına öyle. Ve dünyalarına, özel alanlarına ilk giren yabancı kadın, Michelle Pfeiffer’ın canlandırdığı soğuk ve acımasız kadın, aslında bu genç âşığın gözlerini açmasını da tetikliyor.

Şair için ilham perisi kadar önemli bir besin kaynağı daha varsa, o da hayranları. Hayranlarını aşama aşama daha fazla özel yaşamlarının içine alıyor ve “sevdiği” kadın onlardan kurtulmasını istediğinde de tek bir cevap veriyor. “Gitmelerini istemiyorum!” Kadının kendi şahsi alanları zannettiği, her detayını elleriyle inşa ettiği ev gitgide adamın egosunu daha da şişirecek her şeyi ve herkesi barındıran bir mecraya dönüşüyor. Hayranlık duyduğu adamın nasıl bir egomanyak olduğunu gördükçe ve aslında insan olarak kendisinin bir kıymeti olmadığını anladıkça, kadın da adım adım dehşete kapılmaya başlıyor. Yaratıcı tarafını besleyecek her türlü şiddetli, ekstrem duyguyu hayatına, o hayatı paylaştığı insanın nasıl etkilendiğine aldırış etmeden buyur eden; bir ilişkiyi tükenene kadar kullanıp sonra da yerine yenisini koyan bir sanatçı egosundan bahsediyor Aronofsky. Bütün bunları da kadının, ilham perisinin bakış açısından anlatıyor. Kadının dehşeti büyüdükçe, film de dizginlerinden kopmuş bir kâbusa dönüşüyor anbean. Son blokta olayların hızla şirazesinden çıkmasını yadırgayanlar olacaktır ama aslında yönetmen burada dozu arttırırken ana karakterinin ruh durumunu birebir izliyor, kendi yapısı içinde doğru bir ritim tutturuyor.

Aronofsky’nin filmografisinin başından beri kendini fazla ciddiye alan bir sinemacı olduğu sır değil. Bu tavrı baki. Bundan rahatsız olanlar yine olacaktır. Hatta anne!’yi izlerken sadece şairin değil, Aronofsky’nin de can sıkıcı ölçüde egosantrik bir adam olduğu fikri pekişen izleyiciler de olacaktır. Fakat Aronofsky erkek karakterlerini yerden yere vuruyor aslında. Ve belki de kendini…

Zira anne!’nin yönetmenin Rachel Weisz’la evlilik ve ayrılık süreçleri üzerine olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Bu filmin yapımı sırasında Aronofsky ile Jennifer Lawrence arasında başlayan aşk da anne!’ye çok enteresan bir boyut katıyor. Bütün bu durumları şaşırtıcı bir dürüstlükle filmine malzeme edebiliyor yönetmen. Karşımızdakini ilgi çekici kılan ve hatta Aronofsky’nin en iyi işlerinden biri yapan da bu dürüstlük. Sanatçı egosu üzerine böylesine iddialı ve acımasız kaç film daha yapıldı ki?

Bir tarafın diğerini karşılıksız sevdiği ama o tarafın ilişkiye tacizkâr ve istismarcı yaklaştığı anne!’nin hikâyesinden, şöyle bir kıssadan hisse çıkarmak pekâlâ mümkün: Bu filmin anlattıkları sizi rahatsız ediyorsa, hayranlık beslediğiniz herhangi bir sanatçıyı gerçek hayatta tanımak da sizin için en az bu kadar tatsız, rahatsız edici bir deneyim olacaktır büyük ihtimalle. Bu gerçeğe de hazırlıklı olun derim.


anne!, BluTV’de yayında.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.