Şu An Okunan
Babil: Parti Canavarları

Babil: Parti Canavarları

Babylon, Babil

Âşıklar Şehri ile masalsı ve romantik bir Los Angeles hikâyesi anlatan Damien Chazelle, yeni filmi Babil’de şehre farklı bir gözle bakıyor. 1920’ler Hollywood’una aşırılıkları üzerinden yaklaşan yönetmen, teknik meziyetlerine rağmen muhafazakâr ve tutarsız bir portre sunuyor.

Film endüstrisi ve sinema sanatı hakkında yapılan pek çok film, hemen sinemaya yazılmış bir ‘aşk mektubu’ ya da ‘saygı duruşu’ olarak nitelendirilir. Bunda hem söz konusu filmlerde genellikle gözlemlenen nostalji ya da duygusallığın, hem de bu konuda film çeken yönetmenlerin sinemayı gerçekten çok sevdiği varsayımının etkisi büyük. Akla hemen Cennet Sineması (Cinema Paradiso, 1988) ve tabii Yağmur Altında (Singin’ in the Rain, 1952) gibi çok sevilen örnekler geliyor. Fakat son dönemde giderek daha sık karşılaştığımız bu ‘sinema sevgisi’ filmleri furyasından daha önce, Hollywood’un karanlık yüzüne odaklanan, film dünyasını satirize eden pek çok önemli klasik de yapılmıştı. Başta Billy Wilder’ın başyapıtı Sunset Bulvarı (Sunset Blvd., 1950) olmak üzere Rainer Werner Fassbinder imzalı Veronika Voss’un Tutkusu (Die Sehnsucht der Veronika Voss, 1982) ya da Robert Altman’ın yönettiği Oyuncu (The Player, 1992) gibi pek çok film bu gruba dâhil edilebilir.

Daha önce Âşıklar Şehri (La La Land, 2016) ile masalsı ve romantik bir Los Angeles hikâyesi anlatan Damien Chazelle, yeni filmi Babil’de (Babylon, 2022) taraf değiştiriyor ve sözünü ettiğim ikinci gruba yakın duran bir erken dönem Hollywood portresi sunuyor. Ama arada önemli bir fark var ne yazık ki; Babil sinema dünyasının çirkin ve yıpratıcı yönlerini dişe dokunur bir tespitte bulunmak ya da yeni bir şeyler söylemek için betimlemiyor. Örneğin Veronika Voss’un Tutkusu bir film yıldızının çöküşü vasıtasıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Alman toplumuna, toplumsal hafızanın yok edilişine dair bir öykü anlatıyordu. Oyuncu’daki Hollywood satiri Amerikan filmlerinin ticari birer ürün olarak belli kalıplar dâhilinde üretilmesine ve erkeklerin domine ettiği bu endüstride yaratılan ‘ideal kadın’ imgesinin içi boş bir fanteziden ibaret oluşuna değiniyordu. Ama Babil boyunca tanık olduğumuz bütün aşırılıklar, bir tür yozlaşma olarak gösterilen kural dışı davranışlar, yanlış tercihler ve hatalar; sadece kof bir teknik işçilik gösterisine zemin hazırlıyor. Üç saati aşan süresine rağmen filmin temelinde son derece cılız bir metin var. Sinema sevgisinin hiçbir biçiminden nasiplenmemiş bu yorucu film, ancak Chazelle’in sinemadan (daha doğrusu sessiz sinema döneminden) ne kadar nefret ettiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Anlattığı çok karakterli öykü vasıtasıyla Chazelle 1920’ler Hollywood’unu kibirli ve yeteneksiz bir grup sarhoşun bir partiden diğerine savrulduğu, herkesin sonunda cezasını bulduğu bir sürgün mekânına indirgiyor çünkü.

Bir Partiden Diğerine

‘Parti’ kavramı Babil’in ritmi, anlatısı ve dünyası için büyük önem taşıyor. Parti denince akla gelebilecek olan enerjik, hareketli, baş döndürücü ritim filmin hızlı kurgusunda ve bir an olsun yerinde duramayan kamerasında karşılık buluyor. Chazelle’in mizansen tercihleri şaşaalı bir partiden beklenecek ölçüde kalabalık, hatta bilinçli şekilde boğucu. Daha en başta kurulan kalabalık parti imgesi daldan dala atlayan, pek çok karakteri bir araya getiren, âdeta aceleyle ilerleyen öykü yapısı için de bir anahtar. Bu açıdan filmin göz alıcı tasarımını, teknik meziyetlerini ve biçim-içerik uyumunu takdir etmek gerek. Fakat aynı zamanda film, parti konseptini aşırılık, disiplinsizlik, kontrol dışına çıkma gibi durumlarla ilişkilendiriyor. Bu nedenle film süresince tanıklık ettiğimiz partiler, Kusturica ya da Fellini filmlerini anımsatan neşeli karnavallardan ziyade ‘ahlaki’ bir çöküşün, ilkesizliğin karanlık birer portresi olarak kullanılıyor.

Babylon, Babil

Filmin daha ilk sahnesinde çalıştıkları malikânedeki partinin hazırlıkları ile uğraşırken kan ter içinde kalan, hatta fil dışkısıyla kaplanan bir grup adamla tanışıyoruz. Babil boyunca defalarca karşılaşacağımız kusmuk, dışkı, kan dolu sahnelerin ilki; Chazelle’in tercih ettiği mizahın düzeyi hakkında da net bir fikir veriyor hemen. Parti başlayınca bir karakter olarak tanımayacağımız düzinelerce kimliksiz insanın dövüşmesine, sevişmesine, uyuşturucu ve alkol kullanarak âdeta kendini kaybetmesine tanık oluyoruz. Bütün bu tantana arasında iki figür ön plana çıkıyor: yıldız olma hayalleriyle şehre gelip partiye katılmanın yollarını arayan Nellie (Margot Robbie) ve malikânede çalışan ama esas hayali film yapmak olan Meksika göçmeni Manny (Diego Calva). Yaklaşık yarım saat süren bu partinin ardından filmin ikinci önemli bölümü sessiz film setlerinde geçen kaotik bir günü özetliyor ve Nellie ile Manny’nin endüstriye girişini anlatıyor. Hollywood ile ilgili akla gelebilecek bütün olumsuz klişeler bu sahnelerde mevcut: sürekli sarhoş olduğu için repliklerini hatırlayamayan, hatta ayakta duramayan oyuncular, ünlü yıldızlar ve genç yıldız adayları arasındaki kıskançlıklar, hava koşulları ve ışıkla ilgili bitmek bilmez aksilikler, stüdyo yöneticileri tarafından hor görülüp bir işten diğerine koşan talihsiz teknisyenler, ‘vizyon’ diye öne sürdükleri gülünç fikirlerle işi sürekli daha da zora sürükleyen kibirli yönetmenler… Sesli film çekimleri sessiz dönem oyuncularını zorlamaya başlayınca da bu olumsuzlukların ardı arkası kesilmiyor, hatta bir set teknisyeninin kalp krizinden ölmesini komik bulmamız bekleniyor. Bütün bu beylik öykücükler orijinallikten uzak ve filmin sözde ele aldığı ‘sinema büyüsü’ gibi kavramları yansıtmakta etkisiz ne yazık ki. Tüm koşuşturmanın ardından film yapım sürecinin tek bir güzel ya da yaratıcı aşaması olmadığını düşünmek dahi olası.

Ceza ve Gözyaşları

Aslında Babil’in Hollywood’u bir bakıma karalaması, sürekli dekadans ve başarısızlık vurgusu yapması başlı başına bir sorun değil. Chazelle’in sinema endüstrisini iyi göstermek ya da Hollywood’a bir güzelleme sunmak gibi bir sorumluluğu yok. Ama Babil’in aşırılıklarını bir zaaf hâline getiren iki etken söz konusu. Birincisi filmin bu çöküş hâlini son derece muhafazakâr bir noktaya bağlaması, ikincisi ise kurduğu karanlık dünyanın yeterince tutarlı olmaması. Babil’in sinema endüstrisinde tutunmaya çalışan karakterleri, Yeşilçam filmlerinde ‘kötü yola düşen’ karakterlerden pek de farklı değiller. Şöhret olunca aniden dengesini yitiren, uyuşturucu ve alkolü fazla kaçıran, başı mafyayla derde giren tüm karakterleri hazin bir son bekliyor. Brad Pitt’in canlandırdığı ünlü bir aktör yaşlandıkça unutulmayı kaldıramıyor ve olabilecek en umutsuz sona doğru adım adım ilerliyor. Manny canını zor kurtarıp Meksika’ya dönmek zorunda kalıyor, Nellie ise kısa süren şöhret macerasının ardından küçük bir gazete haberine konu olup unutuluyor. Üç saatin sonunda Nellie hakkında öğrendiğimiz şeyler; kültürsüzlüğüyle alay eden şehirli zenginler tarafından hor görüldüğü, psikolojik açıdan bunu kaldıramadığı, borç batağına saplanıp hata üstüne hata yaptığı, akli dengesi yerinde olmayan annesi ve alkolik babasıyla mutsuz bir yaşam sürdüğü. Yani Chazelle, aslında çok iyi bir aktris ve zamanının ilerisinde bağımsız bir genç kadın olan ana karakterini bin bir çeşit travma, yetersizlik ve zayıflık üzerinden betimlemeyi ve sonunda onu bu zaafları için cezalandırmayı seçiyor. Hedefleri olan, hırslı ve azimli bireyler olarak görülebilecek karakterlerini derinlikten yoksun şöhret budalalarına çeviriyor. Chazelle karakterlerinin bütün bu zaaflarına küçümseyici bir şekilde yukarıdan bakıyor ve onları yalnızca kurduğu görkemli, fazlasıyla iddialı oyunun piyonları olarak kullanıyor.

Filmin tutarsızlığına gelince, Babil’in özellikle ikinci yarısında her biri başka bir filme aitmiş gibi görünen sahnelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Tobey Maguire’ın canlandırdığı karikatürize bir mafya babası Manny’yi timsahlarla dolu bir yeraltı mahzenine sürüklüyor, daha bu tuhaf bölümün neye hizmet ettiği anlaşılamadan yeterince geliştirilmemiş yan karakterlerin öyküleri acele bir montajla toparlanıyor (araya bir müzisyen vasıtasıyla ırkçılık eleştirisi de sıkıştırılıyor). Bunun ardından Babil, Manny’nin yeni ailesiyle Los Angeles’a döndüğü son bölümde tüm alaycılığını ve çürüme estetiğini bir kenara bırakıp aniden duygusallığa boğuluyor. Sinemaya giden Manny, kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere Yağmur Altında filmini izleyip gözyaşı döküyor! Bu referansın yeterince bariz olmadığını düşünen izleyiciler için ise film çalışmalarına giriş ders programlarından derlenmiş bir ‘ünlü filmlerden sahneler’ kolajı var! Bu bölümler yalnızca zaten gereğinden uzun olan filmi dağınık hâle getirmekle kalmıyor, aynı zamanda Chazelle’in ilk yarıda kurduğu alaycı atmosferle ve film boyunca tanık olduğumuz ‘nahoş’ gelişmelerle de çelişiyor. Babil Manny’nin gözyaşlarında ve Avatar’dan (2009) alınmış film kliplerinde bir tür sinema sevgisi bulmayı hedefliyor belki, ama Chazelle’in önceki iki buçuk saate sığdırdığı tatsız koşuşturmanın, karakterlerine ve sessiz döneme duyduğu nefretin, benimsediği yargılayıcı üslubun yanında bu yüzeysel ‘sevginin’ pek bir kıymeti kalmıyor.


Babil, 20 Ocak’tan itibaren sinemalarda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.