Bozkır: Ait Olduğumuz Mezar
Ali Özel’in ilk uzun metrajı Bozkır, sadece taşra ile modernin ya da eski ile yeninin değil; aynı zamanda geçmişe bakanla geleceğe bakanın çatışmasını da anlatan bir baba-oğul öyküsü.
Festivaller, ödüller, erken gelen bir başarı, bazen bir filmin altında ezildiği bir yüke de dönüşebiliyor. Geçmişte televizyon projelerinde görüntü yönetmenliği yapmış Ali Özel’in sinemadaki ilk yönetmenlik denemesi, tam da bunun beklenmedik bir örneği olarak düştü ülkenin sinema gündemine. Zeki Demirkubuz’un başkanı olduğu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Yarışma jürisinin on dalda toplam on bir ödüle layık gördüğü Bozkır (2019), bizzat jüri başkanının yaptığı konuşmada sarf ettiği “aşkın bir film”, “biraz daha sürse neden yaşadığımızı anlayacaktık” gibi iddialı sözlerle de merak uyandırdı. Taşıması oldukça güç yakıştırmalar bunlar. Demirkubuz gibi büyük sözler etmeyi her daim seven ve hemen her yönetmen gibi büyük egolu birinin, farkında olmasa da Bozkır’a yüklediği yıpratıcı bir sorumluluk.
Halbuki Antalya’da aldığı ödüllerden önce, Bozkır’ın kısa sürede unutulup gideceğine dair hüküm verilmiş gibiydi. Bazı eleştirmenler filmi acımasızca yermiş, çok sevilen yıldız tablolarında en düşük puanlara boğmuşlardı. Burada elbette kimseyi hedef almadan, eleştirmenlik müessesesinin genel olarak aldığı bir hâlden bahsetmek istiyorum kısaca. Sadece ülke sinemamız için değil, dünya sineması için de gözlemlediğim, özellikle genç eleştirmenlerin düşmeye çok meyilli olduğu ezber tuzakları var. Bunun çeşitli formları mevcut. Bu yazının başına oturmadan kısa süre önce bir diğer Başka Sinema filmi Genç Ahmed’i (Le Jeune Ahmed, 2019) izledim mesela. Geçtiğimiz sene Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü kazanması eleştiri oklarının hedefi yapmıştı Genç Ahmed’in, hem de Dardenne Kardeşler gibi saygın yönetmenlerin elinden çıkmasına rağmen… Fakat eleştirmenler –kimseyi kırmak istemiyorum ama kabul edelim ki en çok da genç olanlar– Dardenne Kardeşler’in “formdan düştüğüne”, “kendilerini tekrarladığına”, küçük insan hikâyeleri anlatan ve büyük teknik numaralara tenezzül etmeyen filmlerin “görsel olmadığına” nicedir karar vermişti zaten. Ken Loach da kaç vakittir aynı ezberden, aynı tepkilerden mustarip değil mi?
Bozkır’a dönecek olursam, karar baştan verilmişti: Artık sıkıldığımız ve tembel bulduğumuz, Nuri Bilge Ceylan taklidi olduğuna inandığımız yığınla taşra filminden biriydi Bozkır. Filmleri izlemeden verilen peşin hükümlerden biri bu. Özellikle de tanımadığımız, önceden kayda değer bir işini bilmediğimiz bir yönetmenle karşılaştığımızda, kontenjan doldurmak için yarışmaya alınmış bir film kabul edip zihnimizde üstünü çiziyoruz. Bir filmi izlemeye, o film hakkında olumlu veya olumsuz hükmümüzü önceden vermiş olarak başlamak nedir, bu hisse hepimiz aşinayız sanıyorum. İster eleştirmen olsun, ister sinefil, ister genel seyirci. Bu bir izleyici refleksi –ya da zaafı.
Sinemacı refleksleri, izleyici reflekslerinden genelde farklı. Antalya’da sektör insanları tarafından verilen tüm ödülleri Bozkır kazandı. Jürinin filmin gösteriminden “Oh be! Nihayet!” duygusuyla çıktığını da biliyorum. Hiçbirini tatmin edici bulmadıkları veya tam anlamıyla “olmuş” görmedikleri filmlerden oluşan bir seçkinin en sonunda izledikleri Bozkır, onlara bir hazine gibi gelmiş olabilir. Zeki Demirkubuz’un “eyyamcılık” tanımlamasını pek zarif bulmayabiliriz ama bir jürinin, kimsenin kalbi kırılmasın diye para ödüllerini paylaştırmaya çalışmak yerine, kendisini gerçekten etkilemiş olan filmi ezici bir şekilde öne çıkarmaya hakkı vardır. Hattâ bana sorarsanız böylesi daha bile doğru olabilir. En nihayetinde, bu karar o jürinin kararıdır. Başka bir jüri bambaşka kararlar alabilirdi. Bozkır festivalden eli boş bile dönebilirdi. Jüri sistemi böyle bir şeydir. Neticeye katılıp katılmamak bizlere kalmıştır. Filmler hakkında asıl kararları zaman verir.
Bozkır’ın kazandığı ödüllerin beraberinde getirebileceği her türlü peşin hüküm, filmin seyirci nezdindeki kıymetini etkileyebilecek, sahiden taşıması zor bir yük. Ben, olabildiğince yalın bir şekilde, Bozkır’ın beni neden şaşırttığını izah etmeye çalışacağım.
Bir baba-oğul öyküsünü anlatıyor Ali Özel. Baba rolünde kendi öz babasını oynattığına göre, bilmiyorum ne kadar otobiyografiktir ama, en azından tanıdığı ve anladığı bir baba-oğul hikâyesi diye düşünebiliriz. Enteresan bir şekilde, üçüncü bir karakterle başlıyor film. Baba Ahmet’in yeğenleriyle, özellikle bu yeğenlerden küçük olanıyla (Hakan Emre Ünal çok iyi oynuyor) giriyoruz öyküye. Baraj gölünün altında kalacak bir köyde tek başına yaşıyor Ahmet. Eşinin mezarı, evin bahçesinde. Yeğenleri, Ahmet’i mezarı taşımaya ve köyden ayrılmaya ikna edemiyor. Oğlu Harun’u (Mücahit Koçak da çok iyi oynuyor) çağırıyorlar. Harun filmin başkarakteri aslında ama sonradan dâhil oluyor öyküye. Bunun yapısal bir arıza olduğunu düşünebilirsiniz ama Harun’un yerine yeğen devralmış sanki oğulluk rolünü. Film boyunca buna şahit oluyoruz zaten, dolayısıyla onunla başlamış olmak yanlış gelmiyor. Zaten bunların hepsi ‘plot’, yani olay örgüsü. Bozkır, o adam veya bu adam hakkında değil özünde, daha çok bir ruh hâli hakkında.
Harun, uzun yıllardır köyden uzak kalmış bir adam. Babası onu da dinlemek istemiyor. En çok küçük yeğeni anlıyor Ahmet’i. Suçluluk duygusuyla boynu bükülmüş bir adam. Sadece bahçeye eşini değil, kendini de o eve gömmüş. Yeğeni, köy sular altında kaldıktan sonra bile evin yerini görebilsinler diye uzun bir direk hazırlıyor. Evin tepesine dikilecek. Bir mezar taşından ne farkı var? Bu kez köyün mezarı. Ahmet de orada gömülmek istiyor. Karısıyla ve köyüyle. Harun da pekâlâ anlıyor bunları bana kalırsa. Adını koyamasa bile anlıyor. Bir baba-oğul hesaplaşmasının filmi bu. Güçlü sahneleri var bu anlamda. O güç biraz da hesaplaşmanın altında yatanın sadece basit bir “annesinin ölümünden babasını sorumlu tutan oğul” çatışması olmamasından… Evini, köyünü bırakıp gitmiş, toprağına dair bilgilerden de uzaklaşmış bir oğul ile orayı nasıl bırakacağını bilmeyen, evi daha yaşarken mezarına dönüşmüş bir adamın çatışması bu. Sadece taşra ile modernin, eski ile yeninin değil; geçmişe bakanla geleceğe bakanın, kadim olanla dönüşenin.
Bozkır’ın öyküsünün, karakterlerinin muhteviyatında barınıyor bütün bu temalar. Geriye sadece en yalın hâliyle öyküyü anlatmak, gereksiz yan yollara sapıp suyu bulandırmamak, yanlış adımlar atmamak kalıyor. Ali Özel de bunu beceriyor. Sinema duygusu olan, temiz bir film Bozkır. Çok da iyi oyuncuları var. Özel, kendi babasını da çok iyi kullanmış. Bu kadar. Bu da yeterli zaten.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.