Büyük Özgürlük: Dokunuşların Esiri Olmak
Cannes Film Festivali’nden ödüllü Büyük Özgürlük Almanya’da Nazi rejiminin yıkılmasından sonra uzun yıllar yürürlükte kalan ve eşcinselliği suç sayan yasanın bireysel ve toplumsal sonuçlarını gözler önüne seriyor. Sebastian Meise’nin filmi, konusuna incelikli yaklaşımıyla ve başroldeki Franz Rogowski’nin performansıyla dikkat çekiyor.
Gizli bir kameranın yasak bakışları altında mahremiyetin ve kamusal alanın kesiştiği bir mekândayız. Ne kameranın ne de bizim gözetlemeye hakkımızın olduğunu düşündüren umumi tuvalete girip çıkan arzu ve endişe dolu bedenler de yasak bir eylemin yüküyle koşullanmış âdeta. Karşılıklı arzularının yoğunluğunu yansıtan, kendinden emin ve davetkâr gözler, tuvalet kabinlerinin ardındaki dünyaya ise aynı ölçüde güvensizlikte bakmakta. İçeri ile dışarının, haklar ve özgürlüklerin, haz ve korkunun bir araya geldiği bu yasak imgeler, parmaklıkların ardına girip çıkmakla geçen bir hayatın kapılarını aralıyor bizlere.
Sebastian Meise’nin imzasını taşıyan ve geçen yıl Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde Jüri Ödülü’ne layık görülen Büyük Özgürlük (Große Freiheit, 2021), Almanya’da erkek eşcinselliğini suç olarak kabul eden ve Nazi rejiminin yıkılmasından sonra dahi yürürlükte kalmaya devam etmiş Ceza Kanunu’nun 175. maddesinin travmatik sonuçlarını hem bireysel hem de toplumsal yönüyle ele alıyor. Derinlikli ve özgün karakter temsilleriyle tanıdığımız Franz Rogowski’yi başrolde izlediğimiz film, bizi bir mahkûmun yaşamının karanlık koridorlarında dolaştırırken, insan ruhunun ve bedeninin derin yaralar aldığı tekinsiz bir bölgeye adım attığımızı bir an olsun unutturmayan ve dramatik mesafesini koruyan bir bakışa sahip.
Zaman Akarken, Hayat Dururken
175. madde yüzünden yaşamının farklı dönemlerinde üç kez hapse düşen Hans’ın dört duvar arasındaki deneyimlerine odaklanan Büyük Özgürlük, karakterinin maruz kaldığı travmalar kadar kendi kimliğinin ve çevresiyle kurduğu ilişkilerin evrimine dair de tahliller sunuyor. Yirmi yılı aşkın bir zaman dilimini kapsayan hikâyede kronolojik bir yaklaşımdan özellikle kaçınan Meise’nin, Hans’ın yaşamını kurtuluşa veya mutluluğa uzanan çizgisel bir süreç olarak tasvir etmek yerine travmalara özgü tekrarların, döngülerin ve geri dönüşlerin izini taşıyan parçalı bir anlatı şemasını benimsediğini görüyoruz. 1968 yılında hapse girişiyle tanışıyoruz Hans’la. Kendinden emin ama yorgun bakışları, kontroller sırasındaki mekanikleşmiş hareketleri dört duvar arasındaki rutinlere aşina olduğunu gösteriyor. Karşılaştığı eski koğuş arkadaşı Viktor’un “Kendine bir türlü engel olamıyorsun, değil mi?” sözleri bu çıkarımı doğrulamış oluyor. Cinselliğinden ödün vermeyi reddettiği, onu ne pahasına olursa olsun benimsediği için dönüp dolaşıp buraya geleceğini bilen bir adamın duruşuyla karşı karşıyayız. Yıllar içinde defalarca konduğu daracık hücre ise, onu mıknatıs gibi içine çeken bu dünyadaki konumunun en yalın ve acımasız tezahürü belki de: Hücrenin etrafını kaplayan yoğun karanlığı içinde bir kibrit çöpünün alevine tutunmaktan asla vazgeçmiyor Hans. Meise’nin bu dışavurumcu ve karanlık mizansenleri, anlamdan yoksun bir boşluk olmaktan çok, tekrarlarla şekillenmiş anlatı parçalarını birbirine bağlayan bir zaman tüneli görevi görüyor. Etraf aydınlandığında hücreden dışarı, yirmi üç yaş daha genç olmasına rağmen yetersiz beslenmenin, zayıflığın, sefaletin ağırlığı altında ezilen bir Hans çıkıyor. Hikâyedeki zamansal geçişlerin, birkaç makyaj ve kostüm hilesinden öte, Rogowski’nin karakterin bu süreçteki fiziksel ve duygusal nüanslarını yansıtma becerisinden beslendiğini söylemek mümkün. Hans’ın yürüyüşündeki, bakışlarındaki, omuzlarının duruşundaki mikro değişimler geçen zamanla ilgili, ağaran saçlardan ya da kırışıklıklardan çok daha fazlasını söylüyor aslında. Hapishanenin, bireyi hayatın akışından mahrum etmesiyle ifade edebileceğimiz toplumsal ve politik işlevi düşünüldüğünde ise zamanın geçişi bir yanılsamaya dönüşüyor. Her seferinde aynı duvarlar, aynı koğuşlar, aynı üniformalar karşılıyor Hans’ı. Anlatıda, hapishane dışında geçirdiği yaşamına dair hiçbir detaya yer verilmemesi ise rutine dönüşmüş esaretin ağırlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Yaralı Ruhların Kaçak Kucaklaşmaları
Nazilerin yenilgiye uğradığı ve Amerikan askerlerinin Almanya’ya giriş yaptığı 1945 yılına döndüğümüz kesitte, Hans’ın yıllar içinde güçlü bir duygusal ilişki kuracağı Viktor’la tanışmasına şahit oluyoruz. Hans’ın 175. Maddeden tutuklandığını öğrenen Viktor ona karşı yoğun bir nefretle yaklaşsa da, genç adamın hapishaneye girmeden önce toplama kampında tutulduğunu öğrenmesiyle önyargı duygusu yerini temkinli bir mesafeye bırakıyor. Büyük Özgürlük, izleyicisinde acı bir ironi duygusu uyandıran ismine layık bir şekilde, Hans’ın toplama kampından hapishaneye savrulan hayatı karşısında, milyonlarca insanın savaş sonrası kutladığı özgürlüğün meşruiyetini sorgulamaktan geri durmuyor. Bireyi ve cinselliğini zincirleyen yapılar biçim değiştiriyor yalnızca. Hans, kolundaki dövmedeki kayıt numarası yerine koğuş kapısına asılan, hüküm giydiği yasanın numarasına indirgeniyor bu sefer. Viktor’un numarayı başka bir dövmeyle kapatması ise insan benliğini yok sayan bu baskıcı sisteme verilebilecek en güzel cevap belki de. Çünkü Hans’ın benliğine kavuşması ancak başka bir insanın dokunuşuyla mümkün.
Film boyunca yalnızca Viktor değil, 50’li yıllarda hapishaneye beraber düştüğü sevgilisi Oskar ve geçen onca ardından ona kendi gençliğini hatırlatan öğretmen Leo da Hans’ın hayatına dokunanlar arasında. Dört duvar arasındaki kaçak kucaklaşmalarda var olmanın, kendini başkasına verebilmenin özgürlüğü saklı. Hans’ın Viktor’la yıllar içinde biçim değiştiren ilişkisi ise bu anlık özgürlük hissinin çok daha ötesinde karmaşık bir tabiata sahip. Meise’nin, Hans ve Viktor’un etkileşimlerini kurgularken romantik ve idealize edilmiş bir tasvire yer vermemeyi tercih etmesi ise özellikle dikkat çekici. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçların, yalnızlığın, umutsuzluğun, utancın, benliğin reddinin gölgesinde yalnızca bir aradayken huzur bulabilen, açlıklarını dindirebilen yaralı iki insanın simbiyotik ilişkisi var karşımızda. Nitekim, hüküm giydiği yasanın yürürlükten kalkmasıyla kendini dışarıda buluveren Hans’ın hissettikleri de, yaşadıkları travmaların ve paylaştıkları deneyimlerin ne denli acı verici olduğunu kanıtlar nitelikte. Gittiği caz barda “Büyük Özgürlük” denen o muğlak şeye nihayet kavuştuğunu düşünen Hans’ın aslında onu aramayı çoktan bıraktığını fark etmesi, filmin belki de en can yakan detayı. “Büyük Özgürlük” koridorlarda, karanlık köşelerde, kapı aralıklarında arzularını birbirlerinin kollarında dindiren aç bedenlerden ibaret yalnızca. Hans’ın yaşamında, bu arzunun karşılığını bulmayı bildiği tek bir yer var. Ve orada özgürlüğe yer yok.
1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.