Şu An Okunan
Güvenli Bir Yer: Tehlike Anında Camı Kırın!

Güvenli Bir Yer: Tehlike Anında Camı Kırın!

Juraj Lerotić’in ilk uzun metrajı olan Güvenli Bir Yer, yönetmenin kendi hayatından esinlendiği otobiyografik bir aile dramı. Tarifi zor bir trajediyi etkileyici bir şekilde beyazperdeye taşıyan film, Saraybosna Film Festivali’nde Lerotić’e hem En İyi Yönetmen hem de En İyi Oyuncu ödülü kazandırmıştı.

Sinemada kişisel hikâyeciliğin bir üst sınırı olsaydı, yönetmen Juraj Lerotic bu sınırı doğduğuna pişman ederdi. Lerotić Güvenli Bir Yer’de (Sigurno mjesto) tüm sınırların ve hesapların ötesinde, kurmaca hikâye formüllerinin ya yıkıldığı ya da tamamıyla sahte göründüğü bir rakımda, görünüşte basit bir fikri devleştiriyor: Gerçek hayatta ön koltuktan izlediği ama engelleyemediği bir trajediyi kendini oynayarak perdede yeniden canlandırma fikri. Bu, kâğıt üstünde dünyanın en kötü fikri ya da iç içe geçmiş bir kötü fikirler yığınının ilk parçası olabilir pekâlâ. Bu bir yığınsa, en dış katmanında oyuncu olmayan bir yönetmenin kendi filminin başrolünde oynaması var ki sadece bizim sinemamızda bile bu yolun hayırlı bir yere çıkmadığı defalarca kanıtlandı. Biraz daha içeride, intihara meyilli kardeşini ilk girişiminden sağ kurtardıktan sonra yeni bir hamleyi tüm gücüyle engellemeye çalışan abi rolünde “kendini” canlandırması ve en derinde muhtemelen hayatının en büyük travmasını kamera önünde yeniden tekrar tekrar yaşamaya, dahası tüm dünyayla paylaşmaya, üzerine konuşmaya, geçmişin acı yüklü bu kesitini bir nevi hatırladığı gibi dondurmaya karar vermesi… Olası bir kötü fikirler silsilesi. Ama hayır, Lerotic çok daha zayıf olan diğer ihtimali gerçeğe kavuşturuyor. Başrolü üstlenmek zorunda, çünkü muhtemelen o ağır deneyimi ondan başka kimse gerçekte yaşandığı gibi yansıtamaz. Zamanı dondurmak zorunda, çünkü belki de kendine dışarıdan bakmak, elinden geleni yapıp yapmadığını görmek, en önemlisi kardeşiyle yapmak istediği o son konuşmayı yapmış olmak her şeyden önemlidir. Bu filmi çekmek zorunda, çünkü belki de sonunda onu iyileştiren şey bu film olur.

Güvenli Bir Yer ne izlediğinizi fark ettiğiniz andan itibaren tüm gücüyle yakanıza yapışıyor. Bu yazıyı okuyorsanız, artık siz de bu hikâyenin esiri oldunuz demektir. Bittikten çok sonra bile hep orada bir yerlerde kalacak, omuzlarınızı çökerten, ağır bir belaya bulaştınız. Güvenli Bir Yer aşağı yukarı böyle bir deneyim. Tüm apartman derin uykudayken, sadece sizin eviniz yanıyormuş gibi bir his ki filmde tastamam böyle bir sahne de var. Derin ve sessiz karanlığın ortasında, apartmanın kalanı için sıradan bir gece. Bruno olarak izlediğimiz Lerotic, hastaneden eve döndüğünde pencerelerinden yükselen yoğun dumanla tek başına boğuşurken, kamera size uzun gelecek bir süre boyunca bu mücadelesini uzaktan izliyor. Bruno dahil herkes çok iyi biliyor ki kimse ona yardım edemez. Yanmak üzere olan sadece onun evi. 

Yönetmen, filmi kardeşine hitaben yazdığı bir notla açıyor. “Bunlar hiç yaşanmasaydı sana şöyle derdim: ‘Bak, senin oturduğun apartman. 20’ye kadar say. Sonra koşarak kadraja gireceğim.’” Bruno ilk kareden itibaren dünyanın en çaresiz adamı. Baştan sona kendini paralamasına rağmen, elinden çok az şey geliyor. Sadece kardeşine göz kulak olmak zorunda değil, aynı zamanda insani duyguların suyunu çektiği resmi kurumlarda daha önce yaşanabilecek her şeyi yaşamış gibi davranan bir dizi doktora ve polise dert anlatmak, soğuk bir bürokrasinin dayattığı mecburiyetlerle boğuşmak ve en önemlisi tüm bunlar olurken sinirlerine hakim olmak zorunda. Filmin en can acıtan anlarından birkaçı bu zorunlulukların altına gizleniyor. Annesiyle birlikte ne zaman soğukkanlılıklarını hafifçe kaybetseler dudaklarından neredeyse otomatik olarak dökülen “Kusurumuza bakmayın, siz de görevinizi yapıyorsunuz” cümlesi perdenin ötesinden kalbinize bıçak gibi saplanıyor. Kimsenin görmediği bir yangını söndürmeye çalışan iki insanın, kanıksamanın konforunu şeref madalyası gibi üzerinde taşıyan bir gruba karşı hissettiği yeniklik duygusu, en basitinden can acıtıyor. 

Mesafeli Kadrajlar, Bölünmüş Çerçeveler

Yönetmen bu sahnelerde ortaya saçılan iletişimsizliği, kopukluğu, bir başına bırakılmışlığı, anlaşılamamanın verdiği öfkeyi bölünmüş çerçeveler, seyirciye mesafeli kadrajlar ve soğuk renk paletiyle ifşa ediyor. Yarı açık kapılar, çıplak duvarlar, soluk renkler. Kapı aralığından izlediğimiz, bazen de sadece dinlediğimiz, gerçek bir yardım sunmaktan uzak konuşmalar. Neredeyse bir hapishane işlevi gören bir hastane. Sadece Bruno’nun kardeşi Damir ile gerçek bir iletişim kurabildiği nadir anlarda bölünmemiş, ferah çerçevelere geçiş yapıyoruz. Ta ki Damir hastaneden kaçıp eve gelene kadar. Evde Damir’e karşı kontrolünü kaybeden ve yavaş yavaş panik duygusuna teslim olan aile, bu karışık duyguların ve yoğun bilinmezliğin etkisiyle bölünmüş çerçevelere hapsoluyor. Bunlara ek olarak, filmde kameranın yansımalarla da yakın bir ilişkisi olduğunu fark edeceksiniz. Yansıma, bütün olarak filmin ve filmin temel fikrinin metaforu olarak da okunabilir elbette. Hastane odasındaki camın ardından, dikiz aynasından, balkon camından ekrana “yansıyan” karakterler, birazdan buhar olup uçacakmış gibi kayıp görünüyorlar. Örneğin balkon sahnesinde Damir’i değil, Bruno’yu camdaki yansımasından seyirciye izleten yönetmen, o sahnede asıl kayıp olanın Bruno olduğunu vurgulamanın kusursuz bir yöntemini buluyor. 

Bruno ile Damir’in açılıştan sonra ilk kez yalnız kaldıkları sahne, aynı zamanda filmin en güçlü sahnesi ve bu sahneye çok ama çok hazırlıksız yakalanıyoruz. (Hazırlıksız yakalandığımız başka şeyler de var. Başta filmin afişi. Bununla bağlantılı olarak filmin son karesi. Ve elbette Damir’in dünyayla çoktan vedalaşmış gibi bakan, köpek yavrusu hüznü taşıyan bakışları.) Henüz filmin başlarındaki bu sahnede Bruno kardeşine bu filmi neden çektiğini açıklamaya ve Damir’in ölümünden sonra olanları anlatmaya başlıyor. Balyoz etkisi yaratan bu sürreel anlarda dördüncü duvar yıkılıyor. Filmin hâlihazırdaki soğuk gerçekliği daha da soğuk bir başka gerçeklikle kırılıyor. Lerotic, yarattığı paralel evrende kendi hayatını başa alıp yeniden oynatırken, seyirciye kardeşiyle hiç yapmadığı ama yapsaydı öyle olacağını hayal ettiği bir konuşma izletiyor. (“Sadece senin için yazdığım replikleri söyleyebilirsin.”) Bruno’nun üzerine yapışan paniğin sadece o anlarda, daha sonra olacakların bilinciyle geçici olarak uçup gittiğini fark ediyoruz. İzlediğimiz bir performans değil. Gerçek bir insanın gerçek acısıyla baş başayız. Sahnenin yarattığı şoku atlatmaya çalışırken bir aydınlanma yaşıyoruz. İçeriği itibarıyla türünün tek örneği olan bir snuff filmi izliyor olabilir miyiz? Tam da sinemada her şeyi gördüğümüzü düşündüğümüz bir zamanda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.