Şu An Okunan
İşe Yarar Bir Şey: Çerçevenin İçine Giriyoruz

İşe Yarar Bir Şey: Çerçevenin İçine Giriyoruz

Tren camından insanların, apartmanların, bozkırların aktığı bir yolculuk, şair Leyla’yı ölmek isteyen Yavuz’un yanına götürüyor. Yönetmen Pelin Esmer’in senaryosunu Barış Bıçakçı’yla birlikte kaleme aldığı İşe Yarar Bir Şey kelimelerin kudretini sorgulayan, şiirle hemhal bir film.

Bu yazı Altyazı’nn 177. sayısında yayımlanmıştır.

İşe Yarar Bir Şey’in uzunca bir bölümü trende geçiyor. Ankara’dan İzmir’e sefere çıkan meşhur Mavi Tren. Hiç acelesi yok trenin, yolun keyfini çıkarır gibi, on altı saatte İzmir’e varıyor. Trenin yolcularından Leyla bir şair, aynı zamanda avukat. Uçak yerine, otobüs yerine tren yolculuğunu seçmesi boşuna değil. Lise arkadaşlarıyla yirmi beş yıl sonra ilk kez buluşacak, özel bir yemek var. Onlar her yıl buluşurken Leyla hiç gitmemiş. Bu kez kendini gitmeye ikna etmiş Leyla, bunda tren biletinin de payı var belli ki. Daha gardan başlayarak bu yolculuğun tadına varmak isteyen bir hâli var; gözlerinden okuyoruz, gözüne çarpan herkesi, her şeyi süzüyor. Etrafı izlerken gözünde hep mesafeli bir şefkat parıltısı var, dışa değil de içe, kendi duygularının kaynadığı yere dönük sanki bu şefkat. Hem dahil oluyor hem de olamıyor yaşananlara (yaklaşan gar bekçisine karşı genç sokak sanatçısını uyarmak isterken ıslık çalamaması gibi bir his).

Trenin camından akıp giden hayata bakacak, insan yüzlerine bakacak. Bu onun hoşuna gidecek, kelimeleri parmaklarının ucuna taşıyacak. Tren şiirine iyi gelecek. Böyle de oluyor aşağı yukarı. Mavi Tren’e binince kendi köşesine çekiliyor ilkin Leyla, elinde Gülten Akın’ın ‘Kırmızı Karanfil’i, aklında Kjersti Skomvold’un ‘Hızlandıkça Azalıyorum’undan bir şiir. Sanki tren bir ara bölge olarak, camda gördüğü yansıması ve dışarıda akıp gidenler arasındaki eşikte mekik dokuyan bir vasıta olarak, onun içini besleyici bir bölge. Hem hayatın akışına karışıyor, hem bütünüyle kendiyle baş başa kalabiliyor. Sanki yirmi beşinci yıl buluşmasına gitmeyi biraz da bunun hatırına kabul etmiş.

Gün ışığı varken, yandan akan apartmanların cephelerini, insan kümelerini, bozkırları izliyor Leyla. Bazen eline kalem defter alıyor, birkaç kelime yazıp sonra yeniden kurguluyor onları. Gece, apartmanların ışıkları sarı, mavi ya da beyazdan oluşuyor sanırsınız ama hepsi farklı sanki onun gözünde. Camdaki yansımasına bakıp düşüncelere dalıyor, zihninde bazı replikler çınlıyor. Bu replikler, ileride karşılaşacağımız karakterlere dair de ipuçları veriyor. Sanki yalnızca tren yolculuğu hakiki, yol boyunca karşılaşacağı karakterler ise onun hayal gücünün ürünü kurmaca varlıklar. Filmde böylesi bir his veren anlar epey oluyor. Buraya yine döneriz.

HİKÂYEYE KAFA UZATMAK
Filmin ilk sahnesini hatırlayalım; tren garındayız, yuvarlak büyük bir saatten aşağı doğru kayıyor kamera. 11’e 10 Kala‘daki (2009) saatlerden biriyle akraba belki de bu büyük saat. Yeni evli bir çifti görüyoruz, fotoğrafçıya poz veriyorlar. Fotoğrafçı, altın rengi bir çerçeve getirmiş mizansen kurmak için. Fotoğrafı çekerken yandan Canan geçiyor. Leyla, Canan’ı orada görüyor, onun hikâyesine trende kapılacak. Fotoğrafçı Canan’ı görünce kocaman çerçeveyi Canan’ın eline tutuşturuveriyor, gelin ve damat da çerçeveye kafalarını uzatıyorlar. “Çerçevenin içine giriyoruz, mutluyuz” diyor fotoğrafçı deklanşöre basarken.

Filmde birkaç defa duyacağımız iç ses, ilk kez burada konuşmaya başlıyor. Leyla’nın, şairin iç sesi bu. Trenle İzmir’e varmadan, filmin sonlarındaki uzun yemek sahnesi yaşanmadan çok önce, lise arkadaşlarıyla gireceği diyalogları seslendiriyor Leyla’nın zihni: Okulda kim kime deli gibi âşıktı ama sonra kiminle evlendi, kaç çocuğu oldu; ne güzel kızdı, bir gözler değişmeyen; sınıfın en komik oğlanı yine şakalar yapacak ama eskisi gibi güldüremeyecek; a Leyla da gelmiş, hiçbir buluşmaya gelmeyen Leyla, üstelik trenle gelmiş, o kadar saat, lisede de romantik biriydi zaten, içine kapanıktı, biraz romantikti ama iyi kızdı. Sessizlik! Duygusal bir konuşma… Şerefe! 

Filmi Pelin Esmer’le birlikte yazan Barış Bıçakçı’nın senaryodaki varlığını hemen hatırlatan bir ses bu. Daha yemeğe gitmeden yemekte konuşulacakları, herkesin kendine ve birbirine biçeceği rolleri, defalarca yeryüzünü doldurmuş olan bazı replikleri seslendiriyor şair zihninde. Sanki, yirmi beşinci yıl yemeğinde yaşanacakları, takınılacak edaları çoktan biliyor; kendi yazdığı bir kurmaca metinmişçesine hâkim yaşanacaklara. İşe Yarar Bir Şey’in en güzel rotalarından biri buradan çıkıyor. Yaşadığımız hayatlar, bürüneceğimiz roller, ağzımıza yakışacak cümleler aşağı yukarı belli olsa da yaşamayı seçiyoruz bunları, tekrar tekrar; aynı acıyı, neşeyi, hüsranı, can sıkıntısını tekrar tekrar tadarak. Tüm hayat rollerimiz tamamını bildiğimiz bir senaryo gibi; işte size sondaki replikleri daha en baştan dinlettim. Peki filmi sonuna kadar izlemeyecek misiniz? Değmez mi? Değdiğini düşünüyoruz çoğumuz. Hayat işte, deyip devam ediyoruz. Peki, bazıları neden etmiyor?

‘Seyrek Yağmur’un ilk metninde, başkarakterin ağzına şöyle bir laf yakıştırmış Barış Bıçakçı: “Bir hikâyenin içinde olmalıyım ki, günler aynı kaba damlasın.”1 Kitabın tanıtım metninde şöyle deniyor: “Rıfat, bir hikâyenin içinde midir, anlamaya çalışıyor, insanın bir hikâyenin içinde olduğunu anlamasının yolunu arıyor…” İşe Yarar Bir Şey hayatı başkasının kurguladığı ama bizim de başından sonundan epey bir şey bildiğimiz bir hikâye gibi görmek ve bununla başa çıkabilmek üzerine bir anlamda. Bize sunulan hareket alanında, kabul ettiğimiz kalıpların içinde debelenmemizin hüznü ve bununla baş etmemizi sağlayan şeylerin muğlaklığı… Leyla’nın filmde başkaları tarafından okunan şiirlerinden bir mısra buralardan konuşuyor: “beni çocukken bir fotoğraftan çağırdılar / vardığımda hüzünlü bir genç kadındım.” Bir başka şiirinin adı ‘Bir Kitabın Sayfaları’: “hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim / baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun.” İşe Yarar Bir Şey bu dizelerin etrafında dolanıyor. Nasıl oluyor da bunca “çizilmiş,” “rotası belli” bir yaşamı tutkuyla yaşıyoruz ve yine olsa yine yaşarız? Bu sorulara olası bir karşılık olarak şu dize de var Leyla’nın yazdıkları arasında: “ayağına terlik giy / bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun.” 

FELÇLİ ŞAİR
Filmin sonunda karşımıza çıkan adam, ölmek isteyen adam da bu sorunun bir yerinde duruyor elbet. O ölmek istiyor; onu da, yaşamak, hayatın hikâyesine katılmak isteyenler gibi anlamamız gerek. Yavuz, İzmir’de sahile bakan geniş pencereli evinin içinde yatağa mahkûm. Neredeyse tüm vücudu bir kazada felç olmuş. Yalnızca birkaç parmağını hareket ettirebiliyor. Doktor bir arkadaşından gelip hayatına son vermesini istiyor, bu konuda kararlı. Doktor arkadaşı buna cesaret edemeyince, hikâyeye genç hemşire Canan ekleniyor. Trende Leyla Canan’ın hikâyesini öğreniyor, o da Canan’la birlikte Yavuz’un hikâyesinin parçası oluyor. Yavuz ile Leyla’nın karşılaştığı anda anlıyoruz ki, Yavuz da bir şair; Leyla’yı onun ilk kitabından mısraları alıntılayacak kadar iyi tanıyor. Bazı anlarda, Yavuz’u Leyla’nın zihnindeki bir kurmaca karakter olarak görmemizi sağlayacak şeyler oluyor. Leyla, daha trende, uzunca bir tünele girdiğinde aklında kuruyor Yavuz’un cümlelerini. Daha gitmeden biliyor yine başkalarının repliklerini. Böyle olunca, filmin tümünü, tren yolculuğunun tamamını, Leyla’nın zihninden bir yansıma olarak okumak da mümkün oluyor. Yavuz, Leyla’nın kendine dair korkularının bir yansıması olmaya elverişli bir figür. Leyla’yla karşılaştığı sahnede, onu bir terapist koltuğuna oturturcasına derinlemesine sorular sorması da şüpheyi arttırıyor. Diyalogların doğallıkla akan tonu da bu sahnelerde rayından çıkıyor, bir tuhaf hâl alıyor zaten. Belki de tren yolculuğunda geçti film; trenden insanları izleyen Leyla, yalnızca camdan dışarı bakabilseydim yine de devam edebilir miydim hayata, yazmaya diye soruyor belki de. Hayata dahil olmamaya, kendi köşesine çekilmeye dair korkularının uç noktaya taşınmış bir hâli belki de Yavuz. Leyla’nın Yavuz’la karşılaştığı andan itibaren filmin tonunun değişmesi şairin kendi gölgesiyle, kendi yarattığı gölgeyle karşılaşması olarak okunabilir mi? Yoruma açık. 

MASADAKİ KALABALIK
‘Seyrek Yağmur’un son metninde, İşe Yarar Bir Şey’le birlikte okunabilecek bir bölüm var. Artık mapusa düşmüş olan kahramanımız Rıfat, Oktay Rifat’tan hayalî bir mektup alıyor bu bölümde. Onun için ahşap bir masa yonttuğunu söylüyor Oktay Rifat ve şöyle bitiriyor mektubu: “Hoşça kalın, Sevgili Kardeşim Rıfat, hoşça kalın. Bir masaya oturduğumuzda, tek başımıza ya da kalabalık, aydınlık ya da karanlık, bir masaya oturduğumuzda, yaşamaya da otururuz, bunu böyle bilin.”2

Masaya oturmayı kabullenmenin filmi olarak görebiliriz İşe Yarar Bir Şey’i; masadaki kalabalığın gürültüsünün tanıdıklığıyla başa çıkabilmenin, kendi gürültünü kabullenmenin, bunların hepsinin getirdiği yükleri sırtlanmanın. Hayatı yaşamaya kalkışmak, sonunu kendin yazdığın kurmacayı bıkmadan, caymadan okumakla benzeşiyor. Sonuna kadar gidersen, kendi kafanda kurduğun hâlinden bambaşka zevkler alabilir, hiç öngörmediğin felaketlerin ortasında kapana kısılabilirsin. Filmin başlarında, ona mesleğini soranlara avukatım diyen, daha sonra avukatlığı “işe yarar bir şey yapmak için” seçtiğini söyleyen Leyla’nın kelimelerin gürültüsüyle hesaplaşma filmi İşe Yarar Bir Şey. Nurdan Gürbilek’in “gevezelik çağı”3 dediği bir dönemde, onca “laf kalabalığı”nın arasında kelimelerin nafile olup olmadığını da sorguluyor sürekli Leyla. Barış Bıçakçı’nın etkisi en çok buralarda hissediliyor, dönüp dolaşıp kelimelerin kudreti vasıtasıyla sorguluyoruz hayata dair şeyleri. Leyla’nın bir şiirinde geçiyor: “kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim / önümüze çıkıyor buradan çocukluğumuza kadar.”

NOTLAR
1 Barış Bıçakçı, “Günler Damlıyor”, Seyrek Yağmur, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s. 5.
2 Bıçakçı, “Mektup”, Seyrek Yağmur, s. 100.
3 Nurdan Gürbilek, “Gevezelik Çağında Edebiyat, Barış Bıçakçı’da Cümle Savaşları”, Birikim 338, s. 27-45.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.