Şu An Okunan
Kim Korkar Bruce Robertson’dan?

Kim Korkar Bruce Robertson’dan?

Halüsinasyonları içinde yittikçe yiten, ruhu bedeninden çıktıkça çıkan Bruce Robertson’ı kim/ne delirtti? Jon S. Baird’in yönettiği Pislik’in (Filth) yüksek tansiyonunda en çok bunun parçalarını takip ediyoruz. Sonuçta varı yoğu ana karakteri olan bir eser karşımızdaki.

Ceylan Özgün Özçelik

Bu yazı Altyazı’nın Nisan 2014 tarihli 138. sayısında yayımlanmıştır.

Aklımı yitiriyorum. Bundan eminim. Hissediyorum.

—HAL, 2001 Uzay Macerası

İskoçya’nın kahramanı Robert Bruce’la tastamam adaş olmasına ramak kalmış anti kahramanımız Bruce Robertson bize ilk kez, Edinburgh Kalesi’nin ön cephesinde, Robert Bruce ile William Wallace’ın heykellerinin ve cayır cayır yanan iki meşalenin arasında görünür. Afili afili yürürken rehber misali memleketini tanıtadurur: “Bu millet, dünyayı televizyonla, buhar makinasıyla, golfle, viskiyle, penisilinle ve tabii ki kızarmış Mars çikolatasıyla tanıştırdı. İskoç olmak harika bir şey!” O, bunları dillendirirken perdedeki yavaş çekim İskoçya tanıtımı çılgınca güldürür. Ama hemen sonra başka bir şey olur ve kahkahalar coğrafyasını şaşırır. Zira ATM sırası beklerken, önünde duran ve kendisine parmak hareketi yapan çocukcağızın elindeki balonu alır bizim Bruce. Balonu gökyüzüne salar ve el kadar çocuğa iki parmağıyla birden hareket çekerek iktidarını ilan ediverir. Kestik! Teşkilatın kapısındayız. Vay be! Ne kadar tanıdık bildik bir domuzmuş bu Bruce! Oysa “eskiden böyle değilmiş”. Pa ra pa pam pam!

Eskiden İyi Biriydim
Pislik açılışını ırkçı bir katliam sahnesiyle yapıyor. Kendisi de sağlam ırkçı olan dedektif Bruce Robertson, bir yandan cinayeti çözermiş gibi yaparken; öncelikli olarak terfi arifesinde komiser adayı arkadaşlarını rezil rüsva etmeye ant içiyor. Bu uğurda her şey mübah… Bruce’a sorsan “en sevmediğiniz özelliğiniz nedir?” diye, birçok geveze gibi “mükemmeliyetçi oluşum” cinsinden safsatalar savurmaz. Onda ‘sevilmeyen özellik’ gırla: Yalancı, zararlı, aşağılık, tacizci, şantajcı, şiddet düşkünü, cinsiyetçi, kinci, alkolik, keş, sapkın… Pislik! Her şeyden önemlisi akıl sağlığı yerinde değil, adam ağır hasta! Peki halüsinasyonları içinde yittikçe yiten, ruhu bedeninden çıktıkça çıkan Bruce Robertson’ı kim/ne delirtti? Filmin yüksek tansiyonunda en çok bunun parçalarını takip ediyoruz. Sonuçta varı yoğu ana karakteri olan bir eser karşımızdaki. Bruce’un küçükken toprağa verilen kardeşinin hayaleti, çekip gitmiş karısı ve evladının sancısı beklemediği anlarda karşısına dikilebiliyor, kalbini eziyetle doldurup taşırabiliyor. Ondan umudumuzu tamamen kesmemize karşın Bruce, tanımadığı bir kadının yaşam mücadelesi veren kocasına yardımcı olabiliyor. Adamı hayata döndürme çabasının kendisindeki tek karşılığı kardeşinin öldüğü gerçeğinin, kafasını bir daha bir daha parçalaması olsa da… Tüm kayıpların, terklerin yani geçmişinin Bruce’un bugünündeki yansımaları öyle kazıya kazıya sunulmuyor bize. Sunulmalı mı? Bu, Bruce Robertson’ın öyküsüyse sunulmalı şüphesiz. Tamam, seyirci olarak derdimiz ne? Ne istiyoruz? Bipolar dedektifin psikiyatrik aşamalarını deneyimlemek mi? Buhranlarının, dramatik törenler misali geri dönüş sahneleri üretmesini mi? Bir senaryo gediği ya da bir karakter çatlağı “ben buradayım” diye bağırıyor mu, verilen kadarı bizde bir boşluk yaratıyor mu? İşte Pislik’in en ciddi becerisi burada. Karakter tamtakır işliyor.

Irvine Welsh’in kitaplara döktüğü tonla ‘ciğeri beş para etmez’e ısınmışlığımız çok. Bruce Robertson’ı bile ‘anlayabiliyoruz’ ve anladığımız için kendimizden şüphe etmiyoruz. O, tüm saldırganlığı ve paranoyasıyla Edinburgh sokaklarında cirit atarken bizdeki elle tutulur acıma duygusunun neden kaynaklandığını iyi biliyoruz. Bu adam her şeyden geberesiye korkuyor. Bruce’u canından can vererek oynayan James McAvoy, karakterini öyle kusursuz tarif ediyor ki, cümlelerini buraya taşımazsak ayıp olur: “Siyahlardan korkuyor, Japonlardan korkuyor, kadınlardan korkuyor, erkeklerden korkuyor. Halıların renginden korkuyor, hayvanlardan korkuyor, hayvan olmaktan korkuyor ve her yerde hayvanları görmeye başlıyor. Bu delirtiyor onu, korkuları.” Pa ra pa pam pam!

Aynı Kurallar Geçerli
Welsh pek ayılıp bayılıyor McAvoy’a; canlandırdığı “o şeytani yapış yapış piçin” nahoş kokusunun McAvoy’un üzerine sindiğini söylüyor.1 Yönetmen, rolü konuşmak üzere bir sabah vakti saat on sularında bir araya gelmiş McAvoy’la. Öğleden sonra ikide rol onunmuş. Yönetmen demişken… John S. Baird, filmini “trajik bir aşk hikâyesi” olarak tanımlıyor. Onun kadar romantik bir yerden bakmak ne kadar mümkün bilemem ama herkes rahat olsun. Welsh’in ‘uyarlanamaz’ addedilen 1998 tarihli romanı emin ellerdeymiş meğer. Adını sanını duymadığımız Baird, Welsh’e senaryonun ilk versiyonunu gönderdiğinde Welsh’in tepkisi “Tek kelimesini bile değiştirme!” olmuş. Film çekildikten sonra da “yüzde yüz arkasındayım” buyurmuş yazarımız. Hatta devam filmi ‘Crime’ın bahsi bile geçmiş aralarında. “Çekmek istersen, hakları senindir” diyecek kadar inanmış, güvenmiş durumda Welsh.

Pislik Baird’in ikinci imzası. Yine roman uyarlaması olan ve gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkan ilk filmi Cass, bir holigan dramıydı. “En büyük mücadele kim olduğunu bilmektir” cümlesinin peşine düşüyordu. Tatava yapmak gibi olmasın ama farklı bir yerden aynı anahtar dizge var elinde. Carol “Cass” Pennant’tan Bruce Robertson’a, oradan da Otomatik Portakal’ın Alex’ine sıçramak hayra alamet değil. En sağlıklı sonucu Baird’e başvurarak elde edebiliriz. Pislik için Otomatik Portakal’ı referans aldığını söyleyen yönetmenimizin Kubrick hayranlığını kestirmek mümkün. Bu hayranlığı atmosfere yansıtmadığı kesin ki bu, filmin yüzde yüz Welsh kalabilmesi açısından iyi bir şey. Öykünün kurgusu? Suç ve ceza parantezinde özellikle cezalandırma üzerinden küçük bir andırmadan söz etmek mümkün. Ama asıl ortaklık filmin ana karakteriyle bizim aramızda kurduğu his alışverişinde. Baird, Pislik’te çirkin ve kokuşmuş ne varsa hepsini dolu dolu yaşatıyor seyircisine. Teşkilatta, barda, türlü türlü binalarda, pencerelerden savurduğu ışıkla gözümüzü kamaştırıyor. Oralarda kamaşan gözler, yönetmenimizin uygun gördüğü anlarda Bruce Robertson’ın gözleriyle buluşuyor. Gözlerimizi kaçırdığımız da yok hani. Televizyonda Chris Sieve’in kült Frank Sidebottom2 şovunu izlediği ya da aynaya bakarak üst üste ilaç yudumladığı ev sahnelerinde çoğalan yalnızlığının ıstırabını paylaşıyoruz nerdeyse adamla. Vahşice muamele ettiği insanlar gün gelip onun iç döküşüne aldırmadığında onları suçlayabiliyoruz. Yok artık!

Pislik fazlasıyla kirli, bazı bazı tiksinç, tabiri caizse kudurmuş, enerjisi perdeye sığmayan, ilk yarısında mizahın karanlığı; ikinci yarısında karanlığın mizahı alaşağı ettiği bir film. ‘O ruh hali senin, bu ruh hali benim’ bir film. Karşılaştırma yapmamak ne mümkün. Kimse kusuruma bakmazsa, Irvine Welsh’s Ecstasy’yi, Asit Evi’ni falanı filanı bir yana koyup Trainspotting’le kıyasa girişeceğim. Nihayetinde Trainspotting “Bir Danny Boyle filmi”ydi, Pislik ise bir Irvine Welsh uyarlaması.

Pa ra pa pam pam!

NOT
1Kiran Acharya, “State of the Union: An Interview With Irvine Welsh,” 7 Haziran 2013, erişim 24 Mart 2014, <goo.gl/U4L8tY>.

2 Frank’i ilk kez Pislik’te gören ve ilgilenenler için söyleyelim, İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson, karakterin filmini çekti. Michael Fassbender’in gizemli Frank’e büründüğü Frank adlı komedinin ilk gösterimi bu yıl Sundance Film Festivali’nde yapıldı.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.