Şu An Okunan
Paterson: Sarih İmge

Paterson: Sarih İmge

Paterson

Jim Jarmusch’un 2016 yapımı filmi Paterson hem şehrin hem şairin hem de şiirin adını taşıyor. Otobüs şoförü bir şairin merkezinde olduğu Paterson, sinemanın anlatım araçlarının şiirin imkânlarıyla iç içe geçtiği bir şiir-sinema.


Bu yazı, Altyazı’nın Şubat 2017 tarihli 169. sayısında yayımlanmıştır.


yarı-zamanlı şairlere…

Bir filmi tasarlarken ‘riskli şeyler’ listesi yapsak, Paterson’daki pek çok şeyi sayabiliriz. Saymaya başladığımızda bu ‘riskli şeyler’in ‘incelikli şeyler’e dönüştüğünü fark ederiz. Bir posta kutusunun eğriliği nasıl olur da bize fiziksel komedinin, belki sinemanın ilk yıllarında yaptığına benzer bir etki yapar? Günün geçişini anlatmak için, bir saatin akrep ve yelkovanının hızlandırılmış görüntüsünün kullanılması nasıl olur da bir filmde sırıtmaz? Kameranın öylece karşıya konduğu, sıfır perspektif çekimler nasıl sıkıcı olmaz? Çiftin her sabah uykudan uyanışını aynı açıdan çekmek ya da yemekler, işler, karşılaşmalar gibi gündelik hayatın tüm detaylarını tekrar tekrar göstermek, nasıl olur da kabak tadı vermez? Her şey bir yana, başkarakterin okuduğu şiir nasıl kadrajın üstüne yazılır da, bu “ucuz” durmaz? Bu soruların tek bir cevabı olması mümkün değil ama belki filmin merkezinde ‘şiir’ olduğunu hatırlayarak, tekrarların ve kalıpların gündelik hisler ve oluş biçimleriyle ilgisine daha yakından bakabiliriz. Paterson’da derin karakter analizleri, sosyolojik çıkarımlar yok; memur bir şairin merkezinde olduğu bir dünyanın akışına kendini bırakabilmenin coşkusu var.

“Sonsuza uzar, kımıldamadan, uyandırmadan ve nadir
görünür, oysa ki nefes alır ve kuvvetini dökülen
nehrin gürültüsünden alan
inceliği çevirdiği dolapların,
binlerce makineyi canlandırır.”
(1)

Filme ismini veren Paterson, hem şairin, hem şiirin, hem de şehrin adı. Filmde bizzat bu şiiriyle alıntılanmasa da adı sıkça geçen şair William Carlos Williams’ın ‘Paterson’ diye bir şiir kitabı var. Tıpkı Williams’ın Paterson isimli şiirinde olduğu gibi, filmde de şairden mi şehirden mi bahsedildiği çoğu zaman muğlak bırakılıyor. Adam Driver tarafından canlandırılan Paterson ve Golshifteh Farahani’nin canlandırdığı sevgilisi Laura’nın yedi gününü izliyoruz. Sırasıyla beş iş günü ve sonra haftasonu. Bir memuriyet hikâyesi. Her günün rutini belli. Paterson, New Jersey eyaletinin Paterson şehrinde belediye otobüsü şoförü olarak çalışıyor. Her sabah, günlük sefere çıkmadan kontrolör arkadaşının ailevi dertlerini dinliyor, birkaç satır şiir karalıyor, yolculuk esnasında bazen yolcuların konuşmalarına kulak kabartıyor, bazen göz ucuyla onları gözlüyor. Düşünceli düşünceli yola bakan insanların yüz ifadeleri, oturma biçimleri, politik sohbetler, sürreal tesadüfler; Paterson’la birlikte Paterson’da dolaşıyoruz. Paterson, öğle yemeklerinde Frank O’Hara okuyor. Akşam yemeğinden sonra, her akşam aynı bara gidiyor, bir şeyler içip eve dönüyor. Bu barda arada küçük dramlar yaşanıyor. Paterson, odasında yalnızken David Foster Wallace kitapları arasında çalışıyor. Kahramanı ise William Carlos Williams (ya da Laura’nın tabiriyle Carlo Williams Carlos)…

Paterson

Eleştirmen Richard Brody, Paterson’ı bir işçi sınıfı övgüsü olarak nitelendirmiş.(2) Paterson’ın gözbebeği Williams’ın da zaten gündüzleri doktor olarak çalıştığını hatırlıyoruz. İkisinin de şiirlerinde keskin bir tazelik, netlik ve iş vurgusu var.(3) Modern Amerikan şiirinin kurucularından Williams’la birlikte anılan İmgecilik akımının, sinemadaki temsilcisinin Jim Jarmusch olduğunu söylemek yanlış olmaz.(4) İlk filmlerinden itibaren, damıtılmış bir sinematik imge üzerinden anlam yaratmayı başarmasıyla, yepyeni bir anlatım dili kurabilmiş bir yönetmen Jarmusch. Nesneler, kadrajdaki oran, oyunculuk, doku, renk ve siyah-beyaz’ın kullanımı. İzleyeni, olay örgüsünün karmaşık dönüşleriyle değil, daha medidatif bir imgeyle baş başa bırakma durumu. Ama bu imge fotoğraf ya da resimden ödünç alınmış bir romantik alan değil; çoğu kez derinliksiz gözüken, ama izleyeni içine çağıran, gündelik olanın bilgisine ve somutluğuna yönelik bir netlik içeriyor. ‘Sadece Söylemek İstedim’ şiirindeki gibi:

Yedim
erikleri
buz kovasındaki

büyük ihtimalle
onları
kahvaltı için
saklıyordun.

Affet beni
lezzetlilerdi
ve öyle tatlı
ve öyle soğuk…
(5)

Dâhi Sanatçı Miti

Paterson, sanatçının verimini, özel ya da mükemmeliyetçi olması ya da dehası üzerinden değil, günlük rutini, çalışkanlığı ve inceliği üzerinden anlatıyor. Burada sıradan bir hayatın “incelikli dolapları”, iniş çıkışları, tüm gerilimleri de mevcut üstelik. Paterson’ın başarısı kendi üretimi pahasına, etrafındakileri yok saymaya yani ‘kariyer’ hırsına endeksli değil. Bu şiirler hem çok önemli hem hiç önemli değil. Şiirlerle ilgili ne hissetmemiz gerektiğini, başka insanların o şiirlere verdiği tepkiler üzerinden anlatmaya çalışmıyor Jarmusch. Yavaş yavaş Paterson, hem kişi, hem şehir, hem şiir olarak sarıp sarmalıyor bizi; şiirler akıyor, tüylerimizi diken diken etmiyor belki ama yavaş yavaş dünyamıza giriyor, içimizde bir yere dokunuyor. Kendimizi onun akışına bırakıyoruz. Laura’nın Paterson’ın şiirlerini ne kadar önemsediğini biliyoruz, ama onun şiirlerini sevmemizin sebebi bu değil; sıradan bir otobüs şoförünün, her sabah defterine karaladığı sözcüklerde, öğle yemeği molasında okuduğu şiirlerde, sıradanlığın erdemi gizli. Orhan Veli’nin inceliğini, gündüz öğretmenlik yapan şairlerin çalışkanlığını bulabildiğimiz bir yan var burada. Bu çok Amerikalı adam aracılığıyla Jarmusch, yalnız ve hassas sanatçı mitini yerle bir ediyor; dolayısıyla bu yerin bu kadar evrensel olması da o yüzden şaşırtıcı değil. En çok yazıldığı dilde bir şey ifade ettiği için şiir çevirmek zor olsa da, bu şiir-filmde öze, hisse, hassasiyete dair çok derin bir duygu var. Bu bakış açısı aynı zamanda ‘yetenekli sanatçının kariyeri’ üzerinden ilerleyen günümüz kültürel üretimine de ciddi bir eleştiri yöneltiyor. Paterson’ı da Laura’yı da düşündüğümüzde ikisinin de hayata yaklaşımında bir mütevazılık, markacılıktan uzak bir yerellik var. Bu zen bir oluş değil illa. Yaptığı işi içsel bir inanç ve konsantrasyonla yapan karakterler Jarmusch’un dünyasında sıkça gördüğümüz kişiler: Örneğin Hayalet Köpek ya da Tesla ya da rock’n’roll sever bir vampir. Bu karakterlerin en önemli özellikleri mütevazı tutkululuk hâlleri ve bundan çıkan ateşli yaratma (ya da yok etme) arzusu.

Paterson

Paterson’a dönersek, Laura, başka bir filmde takıntılı bir meczuba dönüşebilecekken burada kendinden ve yaptıklarından memnun, üstelik bunları gerçekten iyi yapabilen birisi olarak ortaya çıkıyor. Bunun en güzel örneği kendine gitar aldığı sahne. Paterson bile onun yeteneklerinden şüpheli, hafif kaçık bir ev kadını muamelesi yapıyor sevgilisine. Seyirci de benzer bir konumda. Tıpkı Laura’nın Paterson’ın şiirlerini onaylamamıza aracılık eden karakter olmaması gibi, Paterson da onun yeteneklerini onaylamak için bir vesile değil. Seyirci perdede gördüğü şeyin muhasebesini kendisi yapacak. Laura çalmaya ve söylemeye başladığında, mütevazı, belki genel beğeniden uzak, kendi içinde tutarlı ve hassas bir müzisyene dönüşüyor. Paterson’ın yazdığı şiirlerle ya da Laura’nın sanatıyla ilişki kurup kuramayacağımız konusunda film bizi kendi hâlimize bırakıyor. Seyircinin bu kadar az manipüle edildiği bir filme rastlamak zordur. Şiiri ve sinemayı böyle bir araya getiren film bulmak da. Şiirden yola çıkılarak kurulan ve sinemanın anlatım araçlarının şiirin imkânlarıyla iç içe geçtiği bir şiir-sinemadayız.

Bunun en berraklaştığı anlarından biri, Paterson’ın Emily Dickinson alıntılayan bir çocuk şairle karşılaştığı sahne. Küçük kız, Paterson’a şiirini okuduğunda, ona ilham veriyor, kendi temsilî konumundan değil, ortaya koyduğu üretimden gelen bir ilham bu. Paterson’ın bir çocuğun şiiriyle ilişki kurmayı başarabilmesi, bizim de görece sıkıcı bir hayat yaşayan, beklenmedik şair figürüyle kurduğumuz ilişkiye benzer bir ilişki türü. Oysa gündelik olanın içinde, ne tür çatışmalar yaşarsanız yaşayın, çok sarih, her şeyden azade bir sakinlik hâli var, kalbi, gözü açık olanın bir an kendi içine çekilebildiği, gördüğü şeyi etiketlerinden arındırıp, onun içindeki katmanlara ulaşmaya çalıştığı bir ‘çabasızlık’ hâli. Paterson bu çabasızlığı anlatan bir film. Bu yüzden sinematik olarak ortaya koyduğu tüm buluşlar, sanki Paterson’ın ‘sonsuza uzanışı’ gibi, hep orada olan, ama ancak bakana görünen bir sinematik zenginliğe sahip. Hayatı tekrarları, döngüleri, klişeleriyle sevebilmek… O sessiz, kımıltısız gibi görünen şeyin altında nadir görünen ama uyanmayı bekleyen binlerce makine var. Bir gün yaptığımız her şey ortadan kayboluverse bile, yeniden başlayacak gücü bizimle aynı şiirleri sevdiğini bildiğimiz başkalarında ve kendi disiplinimizin gürültüsüyle çalışan o “makinede” bulabiliriz belki… Paterson insana sessiz ve derinden bunları hissettiriyor…


NOTLAR

(1) “Immortal he neither moves nor rouses and is seldom
                seen, though he breathes and the subtleties of his
                machinations
                drawing their substance from the noise of the pouring
                river
                animate a thousand automatons.”

William Carlos Williams’ın ‘Paterson’ kitabındaki ‘The Delineaments of the Giants’ isimli şiirinden, çeviri Merve Kayan’a ait.

(2) Richard Brody, “Jim Jarmusch’s ‘Paterson’ And The Myth Of The Solitary ArtistThe New Yorker, 30 Aralık 2016.

(3) Filmdeki şiirler Ron Padgett’a ait.

(4) Richard Brody, tam olarak bu kavramı kullanmasa da Jarmusch’un İmgecilik anlayışını devralan bir isim olarak, Wes Anderson’ı görebileceğimizi söylüyor. Ancak Anderson’ınki Jarmusch’a kıyasla ‘markalaşan’, mükemmeliyetçi bir dil. O yüzden son olarak bir giyim markasıyla anlaşan Anderson, filmlerindeki imgelerin temizliğini reklam çekmek için kullanıyor, Jarmusch ise çok daha pürüzlü tekrarlar ve takıntılardan oluşan bir şiir-film çekiyor.

(5) “I have eaten/the plums/that were in/the icebox
and which/you were probably/saving/for breakfast
Forgive me/they were delicious/so sweet/and so cold.”
Williams’ın ‘This Is Just To Say’ isimli şiirinin çevirisi bana ait.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.