Şu An Okunan
Sen Benimsin: Su Lekesi

Sen Benimsin: Su Lekesi

Sen Benimsin, A Bigger Splash

Luca Guadagnino dört karakter arasında geçen bir cinsel gerilim öyküsü olan Sen Benimsin’de, aşırılıktan korkmayan kamera hareketleri ve capcanlı renk paletiyle imzasını hemen hissettiriyor. Tümü bir İtalyan adasında geçen filmin perspektifi, tüm Avrupa’ya genişleyebilecek ölçüde esnek.


Bu yazı, Altyazı’nın Haziran 2016 tarihli 162. sayısında yayımlanmıştır.


Luca Guadagnino’yu, ‘Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi’ni Melissa P. (2005) adıyla sinemaya uyarlayan adam olarak değil de, Benim Adım Aşk’ta (Io Sono L’Amore, 2009) klasik melodramlara layık bir öyküyü aşırı stilize kamera kullanımı ve manik bir kurguyla yepyeni bir çehreye büründüren yönetmen olarak hatırlamak isteriz. Guadagnino’nun İtalyan modasının devleri için çektiği ‘parıltılı’ reklam videolarının izleri Benim Adım Aşk’ta hemen kendini belli eder. Guadagnino’nun kamerası, izleyiciye adeta şehevi bir haz vermeye adanmıştır. Hep bir çekicilik arar. Tuhaf, beklenmedik açılar bulur. Işığın en can alıcı anlarını yakalar. Onun filmlerinin mesken tuttuğu her mekân, gezindiği her şehir bir temaşa zevki verir. Guadagnino’nun sinemasını, lüks markalar için çektiği videoların göz boyayıcı parıltısından ayıran şey, perspektifin anlatısal potansiyeline dair yakaladığı sezgisel, küçük buluşlarda; kurgusunun tüm o baş döndürücü hızına rağmen anlık olanı önemseyen garip duyarlığında saklıdır.

Havuz

Guadagnino’yu bir kez daha Tilda Swinton’la buluşturan Sen Benimsin (A Bigger Splash, 2015), Benim Adım Aşk’a oranla çok daha karakter odaklı olsa da, bakış açısı üzerinden oynadığı oyunlar, renk paletinin canlılığı ve kamera hareketlerinin aşırılıktan korkmayan cüretkârlığıyla yönetmenin imzasını bir çırpıda hissettiriyor. Guadagnino, filmin orijinal adı olan A Bigger Splash’i David Hockney’nin ünlü tablosundan ödünç alıyor. Tate Modern’de sergilenen çalışmasında Hockney, Los Angeles’ın kavurucu sıcağında geometrik kusursuzluğa sahip lüks bir evin havuzunu betimler. Evi, havuzun atlama tahtasının perspektifinden görürüz. Etrafta tek bir insan yoktur. Yalnızca birkaç palmiye, bir portatif sandalye ve havuzun suyu… Atlama tahtasından az önce biri suya doğru dalmıştır. Havuzdan suyun yükseldiğini görürüz. Hacmiyle suyu etrafa saçan özne ise kompozisyonun dışında kalmıştır. Evin mimarisinin ve suyun mavisinin hissiz, steril duruşuyla sıçrayan suyun kaotik mevcudiyeti arasında bir tezat vardır.

Guadagnino’nun filmi de İtalya kıyılarındaki bir adada inzivaya, konforlu yaşamlarına çekilmiş bir çiftle, onların yaşamının sterilliğine çomak sokan bir daimi oyunbozan (ve onun eşlikçisi) arasındaki gerilim üzerine kurulu. Film hayli plastik bir hisle, göz alıcı yemeklerle, güneş ışınlarıyla, güzel tenlerle bezeli bir hazlar adasındaki ‘hafif’ bir hikâye olarak başlasa da, karakterlerin hamuru şekillendikçe, hafife alınamayacak türden bir ‘dar alan’ psikolojik gerilimine doğru seyrediyor. Guadagnino dört karakter arasında eskiden kalmış hesaplardan, mütereddit arzulardan, rekabetçi reflekslerden oluşan bir duygusal çıkmazlar alanı kuruyor. Bu hiç sonu gelmeyen çekişmelerin, burjuva konforunun içinde kendini tüketişlerin hepsini filmin sonunda alıp havuzun üzerine fırlatıyor. Fırlatılanların sıçrattığı suyun hacmini bir başka su kütlesiyle karşılaştırıyor; havuzdan çıkan sesi bir başka su sesiyle kıyaslıyor… Adanın etrafındaki suya düşenlerle, havuza düşenler arasında bir bağlantı kuruyor. Ama henüz adanın etrafındaki suya girmeyelim.

Sen Benimsin, A Bigger Splash

Guadagnino’nun filmi, Jacques Deray’nin üst sınıftan bir grup insanı havuz başında buluşturduğu 1969 yapımı La Piscine’inin (Türkçeye ‘Havuz’ olarak çevrilebilecek film Türkiye’de Sen Benimsin adıyla vizyona girmişti) serbest bir yeniden çevrimi. Alain Delon, Romy Schneider ve Jane Birkin gibi isimleri Fransız Rivierası’nda bir araya getiren ve onların arzu ve kıskançlık kıskacında birbirlerini –duygusal anlamda– boğuşuna tanıklık eden bir psikolojik-gerilim La Piscine; François Ozon’un da 2003 tarihli Havuz’uyla (Swimming Pool, 2003) daha sonra hafiften selam çaktığı, Fransız usulü klasik bir burjuva ‘dar alan’ gerilimi. Guadagnino, başroldeki dört karakteri Fransız Rivierası’na değil, Sicilya’ya bağlı olan ancak Tunus kıyılarına İtalya’dan daha yakın duran (bu bilgi sonradan önem kazanacak) Pantelleria adasına konuşlandırıyor. La Piscine’in keskin soğukluğunun, duygularını ifade etmekten sakınan karakterlerinin aksine, Guadagnino’nun filminde coşkunluk, hararet ve taşkınlık hem öyküyü hem de biçimi ele geçiriyor.

Tilda Swinton bu kez, ses tellerinden sorun yaşayan ve geçirdiği ameliyat sonrası neredeyse ağzını açmaması gereken bir rock yıldızını, Marianne Lane’i canlandırıyor. Arada beliren flashback’lerden kestirdiğimiz kadarıyla, Marianne glam-rock yıldızlarını hatırlatan abartılı bir sahne persona’sına sahip, tüm dünyada tanınan büyük bir şöhret. Kariyerinin tepe noktasını ardında bırakmış, sesinin geri gelip gelmeyeceği de meçhul. Pek de üretken olmayan bir belgeselci/kameramanla, ketum ama güvenilir izlenimi veren Paul’le adada inzivaya çekilmişler. Sakin bir hayat sürüyorlar. Pantelleria halkı bu şöhretli kadının burada bir evde yaşıyor olmasından son derece hoşnut. Onu yakaladıkları her yerde hayranlıklarını vurgulamaktan geri durmuyorlar. Marianne ve Paul’un muhteşem güzellikteki Pantelleria’nın tepesindeki havuzlu evlerinde sürdükleri bu dingin ama küçük hazlarla dolu hayat, çiftin geçmişinden bir figürün adaya gelişiyle kesintiye uğruyor. Kimsenin söz geçiremeyeceği türden bir adam olan Harry (Ralph Fiennes), Marianne’in görkemli zamanlarında ona prodüktörlük yapmış bir müzik adamı. Hatta onun eski sevgilisi; büyük aşkı. Üstüne üstlük Marianne’le Paul’ü tanıştıran kişi. Harry şüpheli bir şekilde ortaya çıkan kızı Penelope’yi (Dakota Johnson) de yanına katmış ve uçağa atlayıp adaya gelmiş. Bir an bile susmak bilmeyen, taşkınlığı yaşam tarzı hâline getirmiş, halen rock’n’roll dünyasında yaşayan bu adamın adadaki eve gelişiyle eski defterlerin açılacağından hiç şüphemiz yok.

Ralph Fiennes, Harry rolünde öyle bir performans sergiliyor ki, sanki The Rolling Stones’un tüm dünyanın ritmini belirlediği yıllarda kalmış ve bir daha da hiç arkasına/önüne bakmamış gibi duran bu adamı ciddiye almakla almamak arasında sürekli gidip geliyoruz. Harry tam bir rock’n’roll klişesi; ancak enerjisiyle bu adadaki steril evin üzerindeki ölü toprağını silkeleyip atan, çokça saçmalayan ama en hakiki şeyleri de laf arasına sıkıştırıveren, kayıtsız kalamayacağınız, sizde bir tür reaksiyonu ille de harekete geçirecek türden bir karakter. Grinin Elli Tonu’ndan (Fifty Shades of Grey, 2015) beraberinde getirdiği cinsel cazibesini Gudagnino’nun şehevi kamerasıyla perçinleyen Dakota Johnson ise, Penelope rolünde, rekabet ve cinsel haset dörtgenini tamamlayan karakter. Daha liseden yeni çıkmış havası, etrafındakilerin hepsinden daha genç ve güzel olmanın sağladığı kibriyle üç eski dost arasındaki duygusal karmaşaya bir de o çomağını sokuyor. Bu hazlar adası, onun gibi genç ve pek az şey görmüş bir deneyim avcısı için ideal mekân. Penelope de Guadagnino’nun kamerası için kusursuz bir hedef.

Guadagnino, belki de en güçlü yanı olan kamera hassasiyetiyle, havuzdan çıkan bedenler üzerindeki su damlalarını, duygusal hararetle birlikte değişen tensel haritaları tasvir ederken yine çok etkili. Ruhsal salınımlarla, cinsel kıpırdanmalarla tümüyle uyumlu bir görsel dil yaratıyor. Perdede beş duyunun ötesinde –ya da onların bileşiminden oluşan– sinemaya has yeni bir algı kanalı açıyor sanki yönetmen.

Sen Benimsin, A Bigger Splash

Bu özgün kamera hassasiyeti, hem mikro hem de makro bir bakış açısı yakalıyor, bu ikisi arasında diyalektik bir ilişki kuruyor. Karakterlerinin tenleri, bedenlerine yansıyan duygu dünyaları ve bunları biçimlendiren mekân arasında hassas bir denge yakalıyor. Guadagnino Benim Adım Aşk’ta, içinde yaşadığı mekânın, şehrin, binaların boyunduruğu altına girmiş karakterlere odaklanıyordu. Milano’da, bir tekstil devi olan köklü Recchi ailesinin malikânesinde başlar Benim Adım Aşk. Kentin klasik mimarisini, malikânenin yüksek tavanlarını, geniş kemerlerini, gümüşi tepsilerini tasvir etmek için epey vakit harcar. Tasvir edilen mekânın ışıltısı, tüm o görsel nüfuzuyla içinde yaşayanları bir tür boyunduruk altına sokar. Gücünü köklü bir tarihten alan o klasik mimari, tarihle yüklü olmanın otoritesini taşıyan o binalar, etrafını sardığı insanları bir yüksek zevkler hapishanesinin içine atar. Her şey yüksek beğeni üzerine, görsel hazlar üzerine kuruluymuş gibi dururken, binanın boyunduruğundaki insan hiçbir sahici hazza ulaşamadan, tarihin kıskacındaki bir piyon gibi yaşamaya mahkûmdur. O mekânda bulunanların kaderi, o binanın içinde yaşamayı seçen insanların yazgısının bir parçasıdır; kendi hikâyesi yoktur onların. Kameranın mekânın ruhunu tasvir etmek için harcadığı onca vakit, Guadagnino’nun şehrin ve binaların yüzeyini incelemeye harcadığı onca emek, anlatılan öykünün parçasıdır aynı zamanda. Guadagnino’nun kamerasının fırça darbeleriyle zihnimizde canlılıkla oluşturduğu mekânsal mevcudiyet, tüm karakterlerin kaderini tayin eden bir baskı mekanizması gibi işler.

Recchi ailesinin vârisiyle evli olan Rus asıllı Emma (Tilda Swinton), tüm bu binaların üzerine yığdığı yükten kaçma cesaretini gösterdiğinde kamera da özgürleşecektir. Guadagnino’nun kamerası işte bu özgürleşmeyle birlikte zincirlerinden boşanır, kusursuz olma baskısıyla değil de, o an karakterin yakaladığı yaşam coşkusuyla boy ölçüşebilmenin telaşıyla etrafı inceler. Bu kez binaların yüzeylerine değil, tenin üstünde biriken ter damlalarına, güneş lekelerine, bitkinin üzerinde gezinen mikro organizmalara yakından bakmaya başlar.

Suyun Hacmi

Benim Adım Aşk’ta, Sen Benimsin’in aksine karakterler mekânın, binaların, kentin gölgesinde kalır. Ancak Emma’nın Recchi ailesinden ve Milano’nun mimarisinden kurtuluşuyla birlikte karakterlerin öyküsünü yakından duymaya başlarız. Sen Benimsin’de yine karakterler ve mekânın öyküsü arasında ilginç bir dinamik söz konusu. Guadagnino, dört karakterin şehrin meşguliyetlerinden uzakta kendi hayatlarıyla yüzleşip birbirleriyle çatıştığı o klasik anlatı şeklini, mekânın içinde serbestçe dolaşan, bir an için ana karakterlerini unutup Pantelleria adasında olan bitene göz atan kamerasıyla kırıyor. Yani bu kez kamerasına savrukluk serbestisini en baştan tanıyor Guadagnino. Biz dikkatimizi dört kentsoylu, imtiyazlı karakterin duygusal bocalamalarına yöneltmişken; Pantelleria adasının etrafında olup bitenler fonda birikmeye, kendi başlarına bir öykü niteliği kazanmaya başlıyor. Tunus kıyılarından adaya ulaşmaya çalışan göçmenler, ilk olarak etrafta işitilen birkaç sohbetle giriyor filmin gündemine. Sonra kıyısında köşesinden kadraja girmeye başlıyorlar. Ardından ‘karşılaşma’ yaşanıyor. Dört karakter arasındaki gerilimin tepe noktasına yaklaşılırken, Pantelleria kayalıklarında gezintiye çıkan Paul ve Penelope, bir şekilde kıyıya çıkmayı başarmış, nereye gittiklerini bilmeyen, buradaki turistlerden olmadıkları üstlerinden başlarından belli iki göçmenle karşılaşıyor. Paul ve Penelope, kendi cinsel gündemleriyle tıka basa dolu, bu tuhaf karşılaşmaya pek bir anlam veremiyorlar. İki göçmen ve iki turist, birbirlerine bakıyorlar. Kimsenin ağzından tek bir kelime çıkmıyor. Göçmenler gözden kayboluyor, Paul ve Penelope de adadaki gezilerine kaldıkları yerden devam ediyor.

Sen Benimsin’in öyküsünden geriye kalan en güçlü an, bu karşılıklı hareketsizlik, ne yapacağını bilememe, karşısındaki tanımlayamama karesi. Marianne, Harry, Paul ve Penelope sonunda birbirlerini kendi duygusal fırtınalarında batırdığında; göçmenlerin adadaki varlığı bir kez daha görünür hâle geliyor. Dört karakterden biri suya düşüp etrafa su saçarken bir suç peyda oluyor; faili bulunamayan bir suç. Guadagnino, o anda, evin havuzundan göklere doğru yükseltiyor bakış açımızı. Kamera semaya doğru hızla çıkarak gördüğümüz alanı genişletiyor. Artık yalnızca havuzun suyunu değil adanın etrafındaki suları da görebiliyoruz. Daha önce adanın tepesindeki kayalıklarda rastladığımız, buraya ait olmayan iki insan aklımıza geliyor. Onlar suya düştüğünde ortada kalan suçu kimin paylaşacağını; bölüne bölüne sıfırlanan suçun yükünün kimin omuzları üzerinde olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Guadagnino’nun filmi, kendi arzularıyla, kendi hazlarıyla, tenselliğiyle bu kadar meşgul olduğu için dört ana karakterini yargılamıyor –belki sadece onların haz yarışını küçümsemekle yetiniyor. Küçük hesaplarla kendini boğan imtiyazlılarla sistemin boğduğu göçmenler arasında bir koşutluk kurduğu doğru. Ancak mutlak, ahlaki bir tepeden bakış değil filminki. Ne de olsa filmin kendisi de şehevi kamerasıyla tenselliğin, parlaklığın, hazlar adasının büyüsü altında. Guadagnino’nun parıltıya düşkünlüğü su götürmez; ama bu cazibeli görsellik, üzerine kafa yorulduğu, anlatılanla bütünleştiği zaman bir reklamcı refleksi olmanın çok ötesine geçebiliyor. Guadagnino’nun yeri gelince mikro organizmalarla bütünleşip yeri gelince Avrupa’nın tümüne genişleyebilen esnek perspektifi, kameranın dilinin öykünün mümkünlerini ne derece genişletebileceğine güzel bir örnek.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.