Şu An Okunan
The Batman: Karanlığa Yakın Plan

The Batman: Karanlığa Yakın Plan

The Batman

Uzun süredir heyecanla beklenen The Batman kara film ve polisiyle türlerinden beslenen karanlık bir Gotham portresi çiziyor. Titizlikle tasarlanmış mizansenleri ve sinematografisiyle öne çıkan filmin aynı özeni karakterlerine gösterdiğini söylemek ise zor.

Batman’in beyazperde uyarlamalarının son halkası The Batman (2022) ihtişamlı, iddialı ve son derece karanlık bir film. Başroldeki Robert Pattinson’ın Kurt Cobain’den esinlenen daha genç, depresif ve kafası karışık bir Batman’e hayat verdiği film, kahramanın yasadışı bir kimlikle intikama soyunduğu vigilante yıllarının başında geçiyor. The Batman, mizansen ve atmosferin aksiyona ağır bastığı, kara film, gerilim, polisiye ve siberpunk gibi pek çok türden beslenen bir cehennem tasviri sunuyor bize. Ancak filmin yönetmenliğini üstlenen Matt Reeves, betimlediği bu karanlığın içeriğinden çok karanlık olmanın kendisiyle ilgileniyor. Bu nedenle de film, süper kahraman türünün karanlık tarafına dair söyledikleriyle ilginç bir yerde duruyor. 

DC’nin 80’ler çizgi romanlarının kara filmvari dünyasından beslenen ve ezeli rakibi Marvel’ın aydınlık, cafcaflı ve renkli dünyasına bir meydan okuma olarak ürettiği karanlık sinemanın, bu filmde arşa çıktığını söylemek mümkün. Öyle ki, son olarak Reeves’in sinemalara projektörlerin parlaklık ayarlarına dair bir mektup gönderdiğini biliyoruz. Filmi daha erken bir aşamada Ben Affleck’ten devralan Reeves, yapım esnasında stüdyodan yaratıcı bağımsızlık talep etmiş ve Zack Snyder’la özdeşleşen DC Sinematik Evreni’nden ayrı bir hikâye yaratmak istemiş. Bu noktada filmin detaylarına girmeden önce, etrafında oluşturulan bu yaratıcı yönetmen ve geçmişten kopuş söylemlerine bakmak gerek belki de. Bu söylemler elbette yine DC yapımı Joker’in (2019) Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanması ve yakaladığı gişe başarısıyla açılan yeni yoldan bağımsız değil. Bir yanda paralel evrenler hedefleyerek gitgide daha da epikleşen ve aynı zamanda çocuklaşan Marvel var, diğer yanda auteur sineması ya da Taksi Şoförü (Taxi Driver, 1976) gibi klasiklerin sinema diline ve dünyasına öykünen, karanlıklaşan, yetişkinleşen ve görünürde daha gerçekçi bir yere yönelen DC.

The Batman

Taksi Şoförü, Şebeke (Network, 1976) ve Kahkahalar Kralı (The King of Comedy, 1982) gibi 70’lerin ve 80’lerin Hollywood sinemasına referanslarla tartışılan Joker’den sonra, Reeves’in de röportajlarında yine aynı dönemden Başkanın Tüm Adamları (All the President’s Men, 1976) ve Çin Mahallesi (Chinatown, 1974) gibi politik gerilimleri referans aldığını söylemesi elbette tesadüf değil. Reeves’in 2008’de çektiği, buluntu görüntü estetiğini benimseyen kült canavar filmi Canavar’la (Cloverfield) yine Hollywood’a taze kan sağladığını da biliyoruz. Daha çok belgesel sinema için tartışılan ama kurmaca sinemayı da fazlaca etkileyen Cinéma vérité estetiğinin salt biçimci bir yerden Hollywood’a uyarlandığı film, ironik bir şekilde The Batman’e benziyor. Çünkü basit tabirle The Batman stüdyonun, Reeves’in ya da Hollywood’un imgeleminde auteur ya da yaratıcı yönetmen sineması olarak tanımladığı bir estetiği derinlikten yoksun bir şekilde taklit ediyor.

Aydınlatmayan Lambalar

Bu kasıtlı ya da kasıtsız yüzeysellik temel olarak filmdeki görsel karanlığın, karakterlere ve hikâyeye yansımamasından kaynaklanıyor. Filmde yer yer iç sesini duyduğumuz Batman’in bir repliği, tam da filmin bu çelişkisini anlatıyor sanki: “Beni gölgelerde saklanıyor zannediyorlar ancak ben gölgenin ta kendisiyim.” Bir sokak tabelasından, pencereden ya da arabadan yansıyan cılız ışık, yanıp sönen, bozuk sokak lambaları, aydınlatmaktan çok göz kamaştıran ve körleştiren el fenerleri, yapay bir Ay gibi hapishaneye dönmüş şehri gözetleyen Batman feneri, işlevsiz trafik lambaları, nereyi hedef aldığı belli olmayan silahların, bombaların, ateşin sıcak parlamaları… Bu şehirde güneş yok, sadece cehennemi andıran bir gün batımı var. Işık ise sadece gölgeleri daha da keskinleştirmeye, suçu, yozlaşmayı –ve Batman’i– saklamaya yarıyor. Filmdeki bu karanlık ton, karakterlerin, Gotham şehrinin, Batman evreninin bir dışavurumu olmayı hedefliyor belli ki. Batman’i Bruce Wayne olarak gördüğümüz ilk anda gözlerinden siyah boyalar akıyor. Gözyaşı bile siyah bu şehirde.

The Batman

Peki filmin çok boyutlu bir politik yozlaşma ağını ve Batman’in iç çelişkilerini konu alan hikâyesi gerçekten bu görsel karanlığının altını doldurabiliyor mu? Yoksa tıpkı Canavar’da olduğu gibi Reeves kurduğu bu estetik dünyanın seyircide uyandıracağı hislere fazla mı güveniyor? Elbette cevabı zor bir soru bu. Ancak filmin gitgide evrildiği Yedi’vari (Se7en, 1995) seri katil hikâyesinin ve Batman’in dedektif kimliğinin bu anlamda bir dezavantaj olduğunu söylemek mümkün. Film yozlaşma ağını ifşa etmeyi kafaya koymuş suç dehası Riddler’ın bilmecelerinin Batman tarafından ışık hızıyla çözüldüğü hızlandırılmış bir David Fincher hikâyesine dönüşüyor gitgide. Bruce Wayne’in iç karanlığı ise istenmeyen bir baba figürüne dönüşmüş Alfred’le arasındaki kısa ve yüzeysel birkaç diyalog ile intikam konulu birkaç iç çekiş dışında pek konu edilmiyor. Peki, odağını Batman’de tutmaya kararlı olduğunu söyleyen ve neredeyse her karede kahramanına yer vermeye çalışan Reeves, neden Batman’in iç karanlığına girmek konusunda bu denli çekingen? Filmin sürprizlerini bozmadan ifade edecek olursak, çabucak affedilen bir babanın zoraki günahları ve hayranları/düşmanları tarafından yanlış yorumlanan bir intikam sözüyle sınırlı kalıyor Batman’in iç çatışması. Halbuki bize başta sunulan bu aşırı karanlık hâli, gözleri siyah kanayan süper kahramanımız Batman’in bile içinden sıyrılamayacağı bir kapana dönüşecek gibiydi. Parası ve pahalı oyuncakları dışında bir süper gücü olmayan ve bu hâliyle tabiri caizse en “anti-Marvel” ve gerçekçi temsile müsait olan Batman’i, elinde kırmızı meşalesiyle insanlara yol gösteren bir kahramana, ‘Cehennemin Özgürlük Heykeli’ne çevirmek, filmin kendi kendine vurduğu bir darbe değil mi? Bu soruya cevap verirken filmin kendisine dönebilir ve öykündüğü türlerle değil, çekirdeği ve varoluşuyla, yani süper kahraman türüyle olan ilişkisine bakabiliriz belki.

Bulanık Kadrajlar

Konvansiyonel süper kahraman filmlerinde mizansenin ve sinematografinin genellikle ana hikâyeye hizmet ettiğini ve dikkati üzerine çekerek ek bir anlam yaratmaya kalkışmadığını söylemek mümkün. Ancak The Batman’in bildiğimiz süper kahraman filmlerinden olmadığını her karesinde vurguladığı ilk yarısı, bu iki öğenin de öne çıktığı ve söz söylediği bir film dili kullanıyor. Mizansen, aşırı karanlığa ek olarak hem 80’ler DC çizgi romanlarından, hem de Bıçak Sırtı (Blade Runner, 1982) ya da Tuhaf Günler (Strange Days, 1995) ekolü kara film ve bilimkurgu/siberpunk estetiğinden besleniyor. Ancak burada sinematografiye özel bir parantez açmak gerekiyor. Filmi tasarlarken Hitchcock’tan da çokça esinlendiğini söyleyen Reeves, açılış sahnesini Arka Pencere’yi (Rear Window, 1954) andıran bir “silah-kamerayla” kayda alıyor. Bir silah ya da dürbünün objektifinden biraz sonra öldürülecek olan siyasetçinin evini izliyoruz. Bu gözetleme kamerası tercihi filmde birkaç kez tekrarlanıyor. Reeves hem Batman’in hem de Riddler’ın bakış açısını benzer bir objektifle temsil ederek, ikisi arasında film boyunca kurduğu benzerliği görsel düzeye taşıyor. İkisi de temelde suçlu avına çıkan ve Gotham’ın kayıp çocukları olan Bruce ve Riddler, aynı intikam kılıcının iki ucunu temsil ediyor. Yozlaşma ağını seri cinayetlerle ifşa etmeyi başaran ve şehre korku salan Riddler, sürekli olarak hepsini Batman’le birlikte başardığını söylüyor. Kamera ise bu paralelliği karakterin gözlerini eşitleyerek görselleştiriyor.

The Batman

Bir diğer sinematografik tercih ise Reeves’in yakın planları ve detayları kullanma şekli. Aksiyondan olabildiğince uzak duran film, nadir çatışma sahnelerinde geniş planlardan ve göze batacak ağır özel efektlerden kaçınıyor. Batman’in Oz’u (Penguen) arabayla takip ettiği sahne bu anlamda en dikkat çekici örnek. Arabanın üzerinden süzülen yağmur damlalarını, araba tekerleklerini, karakterlerin yüzlerini yakın plandan gördüğümüz sahne bize aksiyonu en yeryüzüne yakın hâliyle göstermeye çalışıyor. Bu “duyusal” sinematografi filmin genelinde de karşımıza çıkan bir estetik tercih. Bulanık kadrajlar, kirli ve buğulu camlar, tozlu sokaklar, ışık huzmeleri… Çözülmesi gereken gizemle Batman arasında olduğu gibi, kadrajdakilerle de bizim aramızda gözle görülür bir mesafe var. Tıpkı gölgenin ta kendisi olduğunu söyleyerek filmin karanlığını da vurgulayan Batman gibi, Riddler’ın Batman’e bir sözü de bu yakın plan sinematografisini tanımlıyor: “Büyük resmi göremiyorsun.”

Peki bize büyük resmi göstermeyi reddeden ve detaylara odaklanan tüm bu estetik tercihlerin önceki Batman uyarlamalarından nasıl bir farkı var? Buradaki aşırı karanlık, yakınlık ve bulanıklığın karakterlerde nasıl bir karşılığı var? Estetik aşırılıktan doğan tüm bu ekstra anlam, karakterleri de zorluyor mu? Süper kahraman filmi olmadığını, olabildiğince gerçekçi olduğunu vurgulayan The Batman, gerçekten bir süper kahraman filmi değil mi? İşte burada filmin tutarsızlaşmasına neden olan son bölümüne değinmek gerekiyor. Bruce’un karanlık geçmişini hızla kabullenip kahramanlığa soyunduğu; depresif, harekete geçmekte zorlanan, içe kapanık ve ifadesiz bir karakterden ahlaki olarak yolunu bulmuş bir özgürlük savaşçısına dönüştüğü son bölüm. Riddler’ın ele verdiği, Bruce’un babasına dek uzanarak dallanıp budaklanan yozlaşma ağının üyeleri teker teker bulunup cezalandırılıyor. Bunlar iktidarı, gücü ve parayı tercih etmiş, kayıtsız şartsız kötü insanlar. Çelişkisi olmayan, son derece basit kötü adamlar bunlar. Görece karmaşık bir suçlu olan ve politik bir motivasyonla cinayetler işleyen Riddler’ın adalet gibi kavramlar etrafında dönen bilmeceleri ise bir oyundan ibaret. Çünkü Batman hızla çözmek dışında bu bilmecelerin kendi kimliğine dair söyledikleriyle ilgilenmiyor. Karanlık tarafa geçmiyor, ne kendini ne de seyircisini ahlaki olarak rahatsız etmiyor, suya sabuna dokunmuyor. Babasının günahlarıyla yüzleşmiyor. Affediyor ve yoluna devam ediyor. Ailesinin katledildiğine tanık olan bu karakterin travmasının yarasını sadece acıyarak ve yine bağışlayarak izliyoruz, bu yaranın tehlikeli ve yıkıcı tarafına dair hiçbir şey söylemiyor film. İntikam mesajını yanlış anlayıp yorumlayanlar bile Batman değil, başkaları. Seyircinin her hâliyle bağışladığı Batman’in bu ahlaki üstünlüğü, filmin temel çelişkisi. The Batman, gösterdiği, söylediği –hattâ bağırdığı–kadar karanlık bir film değil ne yazık ki.


The Batman, 4 Mart’tan itibaren sinemalarda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.