Victoria: Mefisto Valsi
Tamamı tek planda çekilen Victoria bizi “gerçek Berlinliler” ve bir İspanyol göçmen kızla birlikte, nefes almayı unutuncaya dek koşturuyor Berlin sokaklarında. Sebastian Schipper’in uzun süre ritminden çıkamayacağınız filmi Victoria MUBI Türkiye‘de yayında.
Bu yazı Altyazı’nın Temmuz-Ağustos 2015 tarihli 152. sayısında yayımlanmıştır.
Yönetmen Sebastian Schipper’in dördüncü uzun metrajı Victoria (2015) sona ererken jenerik hiyerarşisindeki bir değişiklik hemen dikkat çekiyor; hakkaniyetli bir yer değiştirme. Sabah 4:30’tan 7:00’ye, Friedrichstadt civarında yaklaşık yirmi farklı mekânda, kesintisiz 140 dakika boyunca takip ettiğimiz kahramanımız Victoria, günün ilk ışıklarıyla boş bir caddede ilerlerken görüntü yönetmeni/kameraman Sturla Brandth Grøvlen’in ismi yönetmenin isminden önce geliyor perdeye. Zira izleyiciyi asıl soluksuz bırakan, aksiyon dozu yüksek olay örgüsünden ziyade kamera kullanımı. Victoria kamera önündeki oyuncuların essiz performansları kadar kameranın/kameramanın performansını da âdeta fiziksel olarak hissettiğimiz bir deneyim. Açılışını yaptığı Berlin Film Festivali’nde görüntü yönetmeni Grøvlen’e Gümüş Ayı kazandırması boşuna değil.
Yönetmen Schipper, bu ‘akışkan’ tek planı gerçekleştirmek için toplam üç deneme yaptıklarını aktarıyor röportajlarda. Her biri birer hafta arayla, sadece üç sabah çekilen üç tek plan denemesinin üçüncüsünde perdede izlediğimiz film ortaya çıkıyor. Hatasız ya da kusursuz bir sonuç peşinde olmadıklarını ifade eden Schipper’in çekim öncesinde elinde sadece 12 sayfalık bir senaryo varmış. Bu 12 sayfalık senaryodan yola çıkan, büyük çoğunluğu doğaçlama diyaloglarla örülen, tıpkı başrol oyuncularından biri gibi ve onlarla birlikte hareket eden bir kamerayla ilerleyen cesur bir biçimsel deneme Victoria.
YANLIŞ BEKLENTİLER
Film bir gece kulübünün dans pistinde açılıyor; yoğun bir ışık bombardımanı ve sis perdesinin arkasından yavaşça beliriyor Victoria. Yaklaşık üç ay önce Madrid’den gelmiş, Berlin’de bir kafede saati 4 avroya güvencesiz çalışan bir genç kadın. Tek başına geldiği kulüpten yine tek başına ayrılırken kapıda, paraları olmadığı için kulübe giremeyen ve kendilerine “gerçek Berlinliler” diyen dört kişiyle tanışıyor: Sonne, Blinker, Boxer ve Fuss.
Victoria, lastik tokayla at kuyruğu yaptığı kâküllü saçları, gamzeli gülüşü, ergenlik sivilcelerinin yüzünde bıraktığı izler, beyaz atletinin üzerine giydiği uçuk pembe angora kazağı ve bisikletiyle tatlı mı tatlı bir genç kadın. Sabahın 4:30’unda kulüpten çıkarken dört Berlinli “sokak delikanlısı”nın peşine takılmasının hayra alamet olması, anlatı konvansiyonlarına aykırı. Hâliyle seyircinin beklentisi de, bu dört delikanlının Victoria’ya türlü kötülükler edeceği, Victoria’nın ise mümkünse adımlarını sıklaştırıp kafasını önüne eğerek hızla uzaklaşacağı, korkup kaçacağı yönünde. Fakat öyle olmuyor ve filmin –özellikle de ilk yarısının– asıl güzelliği de burada yatıyor: Seyircinin yerleşik kalıplara dayalı önyargılarıyla (aslında gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı ve sıkça doğrulandığı için kalıplaşmış haklı yargılarıyla da demeliyiz) oynaması ve bu beklentileri boşa çıkarmasında. Daha da önemlisi, Victoria’ya kurban rolünü biçmemesinde. Karakterlerin hem sınıf hem toplumsal cinsiyet kodları esnemeye başlarken, ne Victoria’nın sandığımız kadar “cici bir kız” ne de dört arkadaşın sandığımız kadar “pis serseriler” olduğu ortaya çıkıyor. Kamera ile birlikte enselerine yapışıp Berlin sokaklarını arşınlamaya başladığımızda, karakterler de boyut kazanmaya, derinleşmeye devam ediyorlar, hem de müthiş bir ‘kendiliğindenlik’ hissi eşliğinde.
Kulübün kapısının dışında dört kafadarın kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri bir araba etrafında başlıyor ilk sataşmalar; Victoria’ya bisikletini bırakmasını ve onlarla birlikte arabayla gezmeye gelmesini teklif ediyorlar. Victoria onların olmadığını gayet iyi bildiği arabanın kapısının kilitli olacağını varsayarak kapıya el atıyor ve arabanın kapısı açılıveriyor. Arabanın sahibi aniden bir yerlerden çıkagelmese o an orada başlayacak olan macera biraz erteleniyor böylece belki ama Victoria’nın bir şeylere müdahil olacağının hatta giderek belki de olayların neredeyse başını çekeceğinin ilk işareti de bu jest oluyor. Markette ekstradan cebe atılan bir paket fıstık, yüksek bir binanın kenarında ayaklarını sallayarak otururken aşağı tükürmek gibi jestler ufak ufak biriktikçe filmin ikinci yarısında karşımıza çıkacak olan Victoria’ya da hazırlanmış oluyoruz. Fakat hem Victoria’ya hem de diğer üç arkadaşının arasından sıyrılıp Victoria’yla yakınlaşarak filmin ikinci başrolüne oturan Sonne’ye dair en çok bilgiyi, ikilinin Victoria’nın çalıştığı kafede geçirdikleri dakikalarda ediniyoruz.
Önce kulübün önündeki arabanın, sonra köşedeki dükkânın, giderek önlerine çıkan başka başka şeylerin kendilerine ait olduğunu iddia eden, şehrin sokaklarını, binaların tepelerini zaten kendilerinin kılmış dörtlünün bu şaka ile suç arasındaki bir çizgide gidip gelen yalanları süregidiyor. Sonne’nin bu kez de piyano çalmayı bildiği ve üstelik Mozart’ın akrabası olduğu şakasını alıp devam ettiren Victoria, piyanonun başına geçiyor. Sonne’yi de ilham perisi olarak yanı başına oturtup bir piyano resitaline başlıyor. Victoria kendinden geçerek çaldığı ve Liszt’in ‘Mefisto Valsi’ olduğunu söylediği bu parçayla hem Sonne’yi hem de izleyicileri büyülüyor. Eserin adı vesilesiyle karşılıklı Mefisto sevgilerini de dile getirdikleri bu sahnenin, bir tür büyülü romantik komedi ânı olmanın ötesinde bir anlamı var. Sonne ile Victoria’nın o müzikte buluşmasında, o ânın deneyimlenmesinde, Sonne’nin bu deneyimi tanımlama biçiminde, sınıfın, toplumsal cinsiyetin, kültürel sermayenin kalıplarının çok ötesinde paylaşılan bir şeyin görünmeyen mührü var. Biraz umursamaz, biraz fütursuz, biraz cesur, biraz yaşamaya aç görünen Victoria karakterine dair derin bir duygulanım potansiyeli barındırıyor bu sahne. Victoria’nın hayatının tamamına yakınını piyano başında geçirmiş olduğunu öğreniyoruz. On iki yaşından beri günde 7 saat –kendisine fiziksel zarar vermeyecek ama en yukarıya tırmanmanın gerektirdiği kadar, ne daha az ne daha çok– piyano çaldığını, bunun dışında bir hayatı olmadığını, sadece rakipleri olarak görebildiği akranlarıyla ilgili ‘kötücül’ düşünceleriyle baş etmeye çalıştığını ve yirmilerinin ortalarında birilerinin ona “yeterince iyi olmadığı ve asla olamayacağı için boşuna daha fazla uğraşmaması gerektiğini” söylenmiş olduğunu öğreniyoruz. Ve bu bilgiler karaktere bambaşka bir çehre kazandırıveriyor. Bugüne kadar, kaskatı çizgilerle tanımlanmış, belirli ve tek bir hedef doğrultusunda, kendisine zarar vermenin eşiğinde “yaşamış” ve aniden amaçsız bırakılmış biri Victoria [Bir nevi, tersinden Whiplash (2014) gibi görmek mümkün Victoria’yı]. Hayatı, sokağı, insanı belki şimdiye kadar yeterince tanıyamamış biri. Hem çok ağır bir deneyimden çıkmış bir ‘kaybeden’ hem ‘yeni başlayan’ birinin güzel deneyimsizliğine sahip. Buradan bakıldığında, filmin bir banka soygunu etrafında şekillenen ikinci yarısının, Victoria için –yönetmen tarafından– gerçekleştirilmiş bir fantezi olduğunu iddia etmek dahi mümkün. Zira, filmin ikinci yarısı ilk yarısından duygu olarak o kadar farklı ki. Victoria biçimsel tutarlılığını 140 dakika boyunca korumayı başarsa da, ikinci yarısında neredeyse başka bir filme, en azından başka bir türe evriliyor. Victoria’nın ikinci yarısı klasik bir soygun filmi.
GELECEKSİZLİK
Piyano sahnesi, filmin, hâlihazırda altüst etmek üzere kurduğu kutupları birbirlerine hızla yaklaştırarak, iki taraf arasındaki mesafeyi tamamen kapatıyor. Beş arkadaşın beraber takıldıkları çatıda, Fuss’un on iki yaşında bir kamyon kaçırıp Polonya’ya giden otobanda yakalanmasının ve böylece gazeteye çıkıp erken yaşta ünlü olmasının hikâyesi anlatılıyordu. Boxer bir süre hapis yatmıştı. Dört erkek karakter de küçüklüklerinden itibaren ufak tefek suçlara bulaşmış, bunlarla büyümüşlerdi. Hayatları boyunca çalışmamış bu lümpen erkek karakterlerle hayatı boyunca sıkı bir disiplinle çalışıp sonra aniden boşluğa bırakılmış bu İspanyol kızı buluşturan şey geçmişleri değilse bile geleceksizlikleri. İçine doğdukları sınıf, cinsiyet ya da ülke değil de, sabaha karşı kendilerini boş sokaklara bıraktıklarında ortaya çıkan bir kaderdaşlık hissi belki onları bir araya getiren. Ya da belki sadece ‘Mefisto Valsi’. Filmin ilk yarısındaki bu sürpriz buluşmanın, film eleştirisindeki klişe tabirle perdedeki bu ‘kimya uyumu’nun, araba içlerinden inip bina çatılarına çıkan takip kamerasının, oyuncuların doğaçlamadaki yetkinliklerinin de etkisiyle sunduğu bu hissin, Victoria’nın ikinci bölümünde aynı kuvvette ilerlediğini söylemek mümkün değil ne yazık ki.
Hidrojen peroksit sarısı saçlı kötü adamlarla boş garajlarda buluşulan, tam soygun bitmek ve soyguncular arabaya atlamak üzereyken arabaların inadına çalışmadığı, polisleri atlatmak için bebekli ailelerin evlerine girip kılık değiştirilen, başka bir türe dönüşümünü izlemek bir yanıyla enteresan Victoria’nın. Kameranın henüz bir an bile soluklanmamış olduğunu sık sık kendimize hatırlatarak filmi izlemenin cazibesi de elbette sürüyor ikinci yarıda. Fakat filmin ilk yarısının kendiliğindenliğiyle, karakterlerini derinleştirmedeki becerisiyle karşılaştırıldığında, çok daha sıradan bir sona doğru ilerliyor Victoria ikinci yarısında.
Filmin başında, giriş ücreti yüzünden giremedikleri ve “bir gün burayı satın alacağız” diye bağırarak uzaklaştıkları kulübe, soygundan kaldırdıkları yüzlükleri saçarak girip pistte çıplak dans ederken bıraksaydık istiyor insan bu beşliyi… Aslında epi topu iki-üç saattir tanıştıkları hâlde birlikte çok şey yaşamış olan, diğer yandan henüz öpüşmemiş çekingen çiftimiz nihayet bir kenarda öpüştüklerinde ya da mesela… Koskoca banka soygunu, bu iki karakter üzerlerinden çekingenliklerini atıp da öpüşebilsinler diye gerçekleştirilmiş gibi mesela… Fakat, kameramanın kameranın kırmızı tuşuna ikinci kez basıp, hikâyenin gidebileceği son noktaya kadar gitmeden kaydı durdurmasının da kolay olmadığını kabul edelim. Ayrıca bir yanıyla, yönetmenin tercih ettiği son, belki de tek planına kıyamayarak biraz uzun yoldan ulaştığı son, Victoria’nın tek başına her şeyin içinden sağ salim yürüyüp gidebilen yegâne karakter olmasına izin veriyor. Victoria’yı kahramanlaştırıyor. Böylelikle filmi, kurtların elinden sağ kurtulan bir kırmızı başlıklı kız hikâyesi hâline de getirmiş oluyor.
ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. 2004’ten itibaren yazılarıyla katkıda bulunduğu ve 2006-2017 arasında editör olarak çalıştığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’ndeki yayın kurulu üyeliğini sürdürmekte. Altyazı Sinema Derneği’nin kurucu üyelerinden olan Aytaç, İstanbul ve Berlin'de sinema yazarlığı, küratörlük ve editörlük yapmaya devam ediyor.