Şu An Okunan
Yıldızlara Doğru: Karanlığın Yükü

Yıldızlara Doğru: Karanlığın Yükü

Brad Pitt’i “dünyayı kurtarmak” üzere göreve gönderilmiş bir astronot olarak karşımıza çıkaran Yıldızlara Doğru, yolculuk ilerledikçe, “fetheden beyaz adam”ın kendi zayıflıkları ve günahlarıyla yüzleştiği içsel bir anlatıya dönüşüyor.

“Sakinim” sözcüğüyle başlıyor Yıldızlara Doğru (Ad Astra, 2019); “sakinim ve etrafımdakilerin farkındayım”. Anlatıcımız ve kahramanımız Roy McBride’ın iç sesi sandığımız bu sözcükler, aslında bir tür “psikolojik onay testi”nin parçası. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan filmiyle beğeni toplayan James Gray, film boyunca dinlediğimiz bu sesi tasarlarken Neil Armstrong’un Ay’dan dönüşü sonrası yaptığı bir basın açıklamasından esinlenmiş. Uzaya çıkmış bir astronotun yaşadığı onca dünya dışı deneyime rağmen gayet “mekanik bir dille” konuşması ve teknik detaylardan bahsetmesi Gray’i çok şaşırtmış. Bunu bir tür psikolojik kopukluk olarak yorumlayan Gray, her hâliyle “ideal” bir erkeklik temsili sunan ve âdeta rasyonel aklın vücut bulmuş hâli olan Roy’un sesini hayal ederken bu mekanik üslubu örnek almış. Nabzı asla 80’in üstüne çıkmayan, duygusal olarak dayanıklı, kendi deyişiyle “teferruatla” ilgilenmeyen Roy, babasından devraldığı mesleği olan astronotluğu yerine getirmek için âdeta bir makine gibi programlanmış. Hegemonik erkekliği sorgulayan ve western türünden de beslenen Yıldızlara Doğru, ‘Karanlığın Yüreği’ gibi yapıtlara referanslarıyla “beyaz adamın yükü” kavramını yeniden tartışmaya açan, “babanın günahlarıyla” dolu tarihle yeni yüzleşme yolları arayan etkileyici bir bilimkurgu.

1972 yılında Apollo 17 ekibi Ay’a yolculukları sırasında dünyanın bir fotoğrafını çeker. Dünyanın bu denli net göründüğü ilk fotoğraf olan ‘Mavi Bilye’ adındaki bu görsel, dünyanın o zamana dek ancak tahmin edilebilen görüntüsünü gerçekliğe taşır ve tarihin en çok kopyalanan fotoğrafı olur. 2012’de ise NASA tarafından yeni bir Mavi Bilye “çekilir”. Dijital uydu görüntülerinin birleşmesiyle oluşmuş bu görüntünün merkezinde orijinalindeki Afrika yerine ABD vardır. Yıldızlara Doğru’nun Amerikalı astronotu Roy, Ay’dan Mars’a doğru yol alırken Mavi Bilye’yi bizzat kendi gözleriyle görür ve düşüncelere dalar. Neredeyse tüm hayatı boyunca uzayda olmak için eğitilen Roy, belki de ilk defa –gerçekten– görmüştür Dünya’yı. Kafasındaki tutarlı varsaydığı tüm “doğruların” gerçekliğini yitirdiği, o âna dek koruduğu sakinliğinin, rasyonelliğinin ve soğukkanlılığının yavaş yavaş kırıldığı yolculuğun asıl başlangıcıdır bu an. İçinde yaşadığı şeye (bir bedene ya da bir gezegene) dışarıdan bakmanın getirdiği o tedirginlikle karışık farkındalık hâli sarar Roy’u. Erkek olmanın, başarılı olmanın, insan olmanın, mesafeli kalabilmek ve iyi bir konsantrasyona sahip olmaktan geçtiğini düşünen, sevdiği insanları teferruat olarak görüp hayatından uzaklaştıran, duyguları inatla dışlayan ve meslek yaşamı dışında başka herhangi bir hayat tahayyülü olmayan Roy’un başından beri bastırdığı gözyaşları açığa çıkar bu yolculuk sırasında. Ona bu erkeklik tanımını miras bırakan babasıyla yüzleşmek, belki de onu öldürmek, kendisiyle yüzleşmenin asıl yoludur çünkü. Ancak tıpkı Mavi Bilye fotoğrafının yıllar içinde geçirdiği dönüşüm gibi, hiçbir değişim ya da yolculuk ideolojik çağrışımlardan azade değildir; hele ki bembeyaz giysisi üzerinde parlayan ABD bayraklı armasıyla babasını bulmaya ve dünyayı kurtarmaya giden bir Brad Pitt varsa karşımızda.

VAHŞİ AY’DAN MUTLAK SESSİZLİĞE
James Gray, Roy rolü için bir tür “star mitolojisine” sahip Brad Pitt’i özellikle seçmiş, bu sayede karakterin film boyunca açığa çıkan savunmasız hâlinin seyirciye daha yıkıcı bir şekilde etki edeceğini düşünmüş. Sarı saçları, masmavi gözleri, fit vücudu ve belki de star personasında çokça payı olan aile yaşantısıyla hegemonik erkekliğin ideal bir tanımı olan Brad Pitt’in “dünyayı kurtaran adam” rolü için seçilmesinde elbette ironik bir taraf var. Bu anlatının –artık Hollywood’da bile– geçerliliğini yitirdiği ve ideolojik bir sanrıdan ibaret olduğu bu kadar barizken, Gray “bu hikâye olsa olsa beyaz adamın kendi zayıflığıyla ve günahlarıyla yüzleşmesi olabilir” demiş sanki. Filmin ilk yarısının bir western olarak kurgulanması, ikinci yarının ise Ray’in uzun süren yalnızlığına, iç sayıklamalarına ve babasıyla yaşadığı karşılaşmaya ayrılmasının nedeni de bu olsa gerek. Fethedilecek topraklar ve genişletilecek sınırlar üzerine kurulu westernin sömürgeleştirilen “ötekinin” kim olduğuyla değil, beyaz adamın kendisini nasıl hayal ettiğiyle ilgili bir anlatı olduğunun en berrak ve dolaysız ifadelerinden biri Yıldızlara Doğru.

Yıldızlararası (Interstellar, 2014) gibi bu beyaz kurtarıcı anlatısını daha post-apokaliptik bir yerden kuran, dünyaya ve insanlığa dair büyük sözler söyleme derdindeki örneklerin aksine Yıldızlara Doğru, Roy’un sesiyle açılıp yine onun sesiyle kapanıyor. Roy, gizli bir toplantıya çağrıldığı askerî üste, uzaydan gelen elektrik patlamalarının insanlığı tehdit ettiğini öğreniyor. Yetkililere göre bu patlamaların kaynağı, yıllar önce dünya dışı varlıkları keşfetmek için uzaya gönderilen ve bir daha geri dönmeyen Clifford McBride, yani Roy’un babası. Babasına barış çağrısında bulunması için Mars’a gönderilen Roy, önce çoktan fethedilmiş bölgelerden biri olan Ay’a uğruyor. Alışveriş merkezleri, metro ağları ve ticari işletmeleriyle kapitalist dünyanın minyatür bir kopyası hâline gelmiş olan Ay üssünü Roy’un alaycı sesi eşliğinde izliyoruz. Bir tür sınır savaşının sürdüğü “Vahşi Ay” topraklarında atı andıran bir araca binen ve korsanlarla çatışan Roy, en sonunda istikametine ulaşıyor. Bu sayede insanlığın –beyaz adamın, ABD’nin, emperyalizmin– fethetme arzusunun hâlâ devam ettiğini ve dünya dışına taştığını öğreniyoruz. Ancak film ilerledikçe bu bariz politik ton ve western estetiği yavaş yavaş etkisini yitiriyor; Roy’un duygusal dengesi yavaş yavaş bozulmaya, hikâye ise dış dünyadan koparak Roy’un iç dünyasına odaklanmaya başlıyor.

SINIRDA VAROLANLAR
James Gray’in kendi ifadesiyle Roy’un aklını yitirdiğine inanılan ve bir efsaneye dönüşmüş olan babasını bulmaya gidişi aslında “karanlığın yüreği”ne doğru bir yolculuk. Coppola başyapıtı Kıyamet’in (Apocalypse Now, 1979) serbest biçimde uyarladığı Joseph Conrad imzalı ‘Karanlığın Yüreği’, fildişi toplamak için gönderildiği bölgede aklını yitiren ve köle gibi çalıştırdığı yerlilerin “tanrısı” gibi davranmaya başlayan tüccar Kurtz’u aramakla görevli Marlow’un öyküsünü anlatır. Sömürgeciliği irdeleyen en önemli edebiyat eserlerinden biri olan roman, her tür temsil sistemini ele geçirmiş olan sömürgecinin ötekiyle/karanlıkla “gerçekten” karşılaştığında yaşadığı krizi ve dil/akıl tutulmasını betimlemeye çalışıyor. İngiliz bir kâşifin hikâyesini konu alan Kayıp Şehir Z’de (The Lost City of Z, 2016) de benzer bir sömürgeci arayış hikâyesi anlatan James Gray, Yıldızlara Doğru’da ise Kurtz ve Marlow arasındakine benzer bir baba-oğul ilişkisi kurguluyor. Tıpkı görevini terk eden, aklını yitiren ve bir tür efsaneye dönüşen Kurtz gibi Roy’un babası Clifford da benzer bir kendini kaybetme sürecinden geçiyor. Clifford, galaksinin sınırında yıllarca çalışan ancak herhangi bir canlıya rastlamadığı için geri dönmek isteyen ekibini “idealleri” uğruna öldürmek zorunda kalıyor. Aslında Kurtz da, Clifford da sınırın kendisine hapsolmuş ve kendilerini tam da bu sınırda bulunma hâliyle tanımlayan beyaz adamlar, daima ufka doğru yol alan kovboylar bir bakıma. Sınırın ötesindeki karanlığın yüreğine geçiş olmadığının, orasının fethedilemeyecek ve “aydınlatılamayacak” bir yer olduğunun idrak edildiği an ise, beyaz adamın (ya da Batı’nın) yaşadığı iç çatışmanın ve kimlik krizinin doruk noktası belki de.

James Gray’in anlatıyı dünyadan hem mekânsal hem de anlatısal olarak uzağa, hikâyeyi ise daha “bireysel” bir yere taşıması tam da bu içe dönük krizin estetik bir tezahürü. Bu karşılaşmanın klasik westernlerdekinin tersine seyircisiz/tanıksız ve uzay boşluğunun mutlak sessizliğinin eşlik ettiği izole bir ortamda geçmesi de bu etkiyi arttırıyor. Öte yandan beyaz adamın kendisini terk edip giden babasıyla/sömürgeci atasıyla yaşadığı düello için, bir tür “beyaz adamın yükünü” yeniden tanımlama çabası da diyebiliriz. Rudyard Kipling’in beyaz adama emperyalist bir misyon yüklediği ‘Beyaz Adamın Yükü’ şiirindeki “yükün”, günümüz dünyasında nereye tekabül ettiğine dair de bir arayış bu sanki (İlginçtir, James Gray Kayıp Şehir Z’deki kâşife de Kipling’in ‘Kaşif’ şiirini okutuyordu). Yük kelimesinin filmde bariz olarak vurgulanması da bundan. Örneğin, ailesi Roy’un babası tarafından öldürülmüş olan siyah bir kadının Roy’a “babanın günahlarının yükü artık senin omuzlarında” deyişi, Roy’un ise hikâyesini “artık etrafımdakilerin farkındayım ve onların yüklerini paylaşıyorum” diyebilecek noktaya gelmesi, sömürgeci, ırkçı ve cinsiyetçi tarihle bir yüzleşme arzusunu dillendiriyor gibi. Hattâ biraz aşırı yoruma kaçacak olursak, Roy sembolik olarak Gray’in bir önceki filminde ailesini terk eden ve karanlığın yüreğini keşfetmeye giden sömürgeci kâşif babanın oğlu bile olabilir.

Roy, hayal kırıklığı ve bitmez tükenmez bir hırsla “Başarısız oldum. Dünya dışı varlıklar olduğunu kanıtlayamadım…” diyen babasına “Başarısız olmadın baba. Bize birbirimizden başka kimsemiz olmadığını gösterdin” diye cevap veriyor. Bu “iç rahatlatan” sakin ses, belki yine babasının izinden giden ama onun beyaz öfkesini ve sömürgeci hırslarını miras almayı reddeden bir oğulun sesi gibi. “Sakinim” cümlesiyle başlayan, yolda tüm sakinliğini yitiren, sonra tekrar “sakinim” diyerek hikâyesini sonlandıran Roy sakinliğin rasyonel bir akla değil, bir tür barış, yüzleşme ve arınma çabasına işaret ettiğinde değerli olduğunu fark ediyor sanki. Karanlığın yüreğinden Mavi Bilye’ye getirdiği armağan bu oluyor belki de: sakin olmak, etrafındakilerin farkına varmak ve yüklerini paylaşmak.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.