Şu An Okunan
Berlinale 2023 İzlenimleri: Hatırlama Biçimleri

Berlinale 2023 İzlenimleri: Hatırlama Biçimleri

Berlin Film Festivali bu yıl 16-26 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festival boyunca hafızayı mesele edinen güncel yapımların yanı sıra arşivlerden çıkarılmış, günümüzde yeni anlamlar kazanan pek çok yapım da seyirciyle buluştu. Şimdinin yakıcı aciliyetinin içinden hafızanın, unutmanın ve hatırlamanın izini sürüyoruz.

Toplumsal travmaların, yoğun acıların, şimdinin yakıcı aciliyeti içinde uzakta olmanın, çaresizliğin, yüzleşmenin-yüzleşememenin, hatırlatmanın-hatırlamanın, unutmanın-unutamamanın gelgitlerinin her an capcanlı yüzeyde olduğu, zihnimizi mütemadiyen meşgul ettiği bir döneme denk geldi bu seneki Berlinale. Belki biraz da bu yüzden, güncel örnekleri takip etmektense, arşivlerden çıkarılmış görüntülerden oluşan, kaybolmuş ve izi sürülen ya da bizzat hafızanın izinde olan filmleri seçmeye meyletmişim bu sene Berlinale’de.

Festivalde izlediğim ilk film 1979 yapımı Korhan Yurtsever imzalı Kara Kafa oldu. Kara Kafa sansürlü geçirdiği uzun kayıp yıllarının ardından seyirciyle ilk kez 2011 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde buluştuğunda, yönetmen Kıvanç Sezer, Altyazı için bir söyleşi gerçekleştirmişti yönetmeniyle. Filmin hikâyesini ilk kez o zaman dinlemiştik Yurtsever’den. Bir önceki filmi 1977 yapımı Fırat’ın Cinleri Berlinale’de gösterilmiş, ardından dönemin Almanya cumhurbaşkanı ve başbakanı Yurtsever’e Almanya’daki Türkiyeli işçilerin durumu üzerine bir film çekmesini bizzat kendileri teklif etmişlerdi. Yurtsever bu teklifi kabul etmişti. Filmi gerçekleştirmesinin ardından da Alman yetkililer tarafından yine övgüyle karşılanmıştı. Oysa, bizzat Almanya’nın teşvikiyle çekilmiş olan Kara Kafa, Türkiye’de “dost bir ülkeyi kötü gösterme” gerekçesiyle ânında sansürlenmiş ve Yurtsever’in bir dönem yurtdışına zorunlu göçüne uzanan korkunç bir sansür ve şiddet süreciyle karşı karşıya kalmıştı. Yurtsever’in evine yapılan polis baskınında her şeyi talan edilmiş, bu aynı zamanda filmin bir kopyasına uzun yıllar boyunca hiç ulaşılamamasına sebebiyet vermişti. Yıllar sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV Enstitüsü desteğiyle arşivden çıkarılan orijinal negatifler, bi’bak/Sinema Transtopia işbirliğiyle Arsenal (Film ve Video Sanatı Enstitüsü) tarafından restore edildi ve bu yepyeni dijital kopya ilk kez uluslararası kamuoyu önüne çıktı. Hıncahınç dolu bir salonda, depremde kaybettiklerimiz için yapılan saygı duruşunun da gerçekleştirildiği galada, Yurtsever ve filmi tam 44 sene sonra seyirciyle buluştu.

Kara Kafa

Almanya’ya işçi olarak gelen Cafer’in, bir süre sonra Ürgüp’teki köyünden yanına aldırdığı Hacer ve iki çocuklarının hikâyesi olan Kara Kafa, 70’ler sinemasının müdanasız sol slogancılığına sahip bir göçmen işçi filmi. Göçmen işçi olmanın tüm kırılganlıklarını gözler önüne sererken, örgütlü ve enternasyonalist bir işçi mücadelesini, dönemin feminist mücadelesini, işçilerin sorunlarını ve koşullarını odağına alan bir film. Cafer, minnet duygusu ve korku ile karışık bir güvencesizlik batağında örgütlü mücadeleden uzak durmaya çalışırken; eşi Hacer çalıştığı fabrikadaki başka bir kadın arkadaşı aracılığıyla feminist örgütlenmelerin toplantılarına katılmaya ve bilinçlenmeye başlıyor. Cafer çarklar arasında ezildikçe, Hacer tüm aileye bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Kara Kafa’nın sinema tarihimizin bol gedikli sayfalarındaki yerini bunca yıl sonra alıyor olmasında şiirsel bir adalet bulmak mümkün belki de. (Bu yazının konusu olmamakla birlikte, Berlinale’nin hemen sonrasında Ahmet Gürata ve John Sundholm’un Sinema Transtopia için gerçekleştirdikleri ‘Cinemas of Relocation’ programında yer alan Tuncel Kurtiz’den Muammer Özer’e, Ayten Kuyululu’dan Barbro Karabuda’ya uzanan seçki de, bugüne kadar okuduklarımızda, izlediklerimizde ne çok eksik olduğunu, neden arşivleri deşmeye devam etmemiz, tarihi sürekli yeniden yazmamız gerektiğini olanca açıklığıyla hissettiriyordu.)

Ki malum, sinemamızın başlangıcına dair artık o peşini bıraktığımız tartışmalar dahi pek nevi şahsına münhasır değil aslında. Panorama bölümünde gösterilen Thierno Souleymane Diallo imzalı Au cimetière de la pellicule (2023) bambaşka bir coğrafyada, bilindik bir hikâyenin peşine düşüyor. Yönetmen Diallo, tarih kitaplarında adını gördüğü, duyduğu ama ne filmin kendisine ne de izleyen kimseye rastladığı, ilk Gine yapımı olduğu kabul edilen 1953 tarihli Mouramani’nin peşine düşüyor. Diallo, çıplak ayaklarıyla, sırtlandığı kamerası ve mikrofonu ile yıkık dökük sinemaların, korunaksız tozlu arşivlerin olduğu Gine köylerinden kentlerine, oradan Fransa’ya sömürgecinin düzenli arşivlerine uzanan bu macerasında, Gine sineması kadar ülkesinin ve sömürgecilik tarihinin izinde de bir yolculuk yapıyor. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, cunta yönetimi tarafından hapse atılmış olan sinemacıların, gardiyanların kullandıkları şeker kutularından ürettikleri kâğıtlara yazmaya devam ettikleri senaryolarını anlattıkları bir anekdot. Tarihin de, direnişin de genel seyrine dair bir metafor olarak yürek burkuyor bu sahne.

Au cimetière de la pellicule

Hem arşivlerden çıkarılmış hem de arşiv malzemelerinden derlenmiş bir film ise, Dick Fontaine’in yönettiği 1982 yapımı James Baldwin belgeseli I Heard It Through The Grapevine idi. Bir caz parçası ritminde ilerlerken, Amerika’daki siyah hareketinin birçok tarihsel köşe taşına uğrayan film, James Baldwin’in her daim etkileyici hitabeti, samimiyeti, dirayetli ve zarafetli tarzıyla bize eşlik ettiği bir mücadele tarihini gözler önüne seriyor ve bugünde yeniden anlam buluyordu. 

Yeniden Canlandırma

Arşivlerde çürüyen, tozlanan, bu silinmeye yüz tutmuş filmlerin, yazılmamış tarihlerinin izinden gidenler, eninde sonunda şimdinin tarihini yeniden yazıyorlar. Afrika sinemasının bulunan bulunamayan, eski yeni örnekleri, çeşitli dünya festivallerinde seyircilerle buluşarak sinema tarihinin seyrini bir kez daha değiştiriyor malum bu aralar. Tıpkı feminist sinema tarihinin eprimiş bir kumaşı onarır gibi örülerek yazılmaya devam edilmesi gibi.

Bu bağlamda, oldukça bilinen bir isim olmakla birlikte, Amerikalı koreograf, dansçı ve avangard sinemanın öncülerinden Yvonne Rainer’in, 1985 tarihli The Man Who Envied Woman adlı filmini beyazperdede izlemek de bulunmaz bir fırsattı. Bir tür kara komedi ile örülmüş birbirinden yüklü teorik metinlerin çarpışarak havada uçuştuğu bu postyapısalcı film, zihni zorlayan deneyselliğiyle seyircisine zorlu ama unutulmayacak bir deneyim sunuyordu. 

Not a Pretty Picture

Festivalin retrospektif programlarından biri, çok sayıda yönetmen tarafından seçilmiş favori büyüme hikâyelerinden oluşan ‘Coming of Age’ bölümüydü. Bu bölümden yaptığım tercih Céline Sciamma’nın seçtiği Martha Coolidge imzalı Not a Pretty Picture oldu. Sciamma, festival için kaleme aldığı kısa metninde, onu büyürken etkileyen değil de “Keşke ilkgençliğimde görmüş olsaydım” dediği filmi seçtiğini açıklıyor. Sciamma’nın da çok geç tanıştığı ama sayesinde bizimle de tanıştırdığı 1976 yapımı Not a Pretty Picture, cinsel şiddet ve tecavüz ile film dilini kullanarak nasıl baş edilebileceğine dair çok çarpıcı bir örnek. Coolidge’in bu ilk yönetmenliği, 16 yaşındayken başından geçen bir ‘randevu tecavüzü’nü oyunculara yeniden sahnelettirmesinden oluşan bölümlerle, oyuncularla beraber sahneler ve karakterler üzerine gerçekleştirdikleri sohbetlerden oluşuyor. Feminist sinemanın araçlarını kullanarak travma ile baş etmenin bir yöntemi olarak okunabilecek film, kurmacanın tuzaklarına düşmeden -bir anlamda hikâyeleştirmeye izin vermeden- bu tür bir anlatının nasıl kurulabileceği üzerine bir ders niteliğinde. Oyuncuların sadece canlandırdıkları karakterler değil kendileri üzerine de düşündükleri bu güçlü egzersiz, restore edilmiş kopyasıyla ilk kez uluslararası prömiyerini gerçekleştiriyordu. İçinde taşıması da dışsallaştırması da zor travmalarla baş etmede feminist sinemanın, bakışın, yönetmenin, oyunculuğun, yeniden canlandırmanın ne anlamlara gelebileceğinin katman katman açıldığı, müthiş bir film Not a Pretty Picture.

Yine aynı bağlamda, Forum Expanded kapsamında, SAVY Contemporary’de, Hindistan’ın ilk kadın film kolektifi Yugantar’ın öyküsünün ve filmlerinin yer aldığı ‘Our Daughters Should Inherit The Wealth of Our Stories: The Imaginactivism of Yugantar Film Collective’ sergisi de çok kıymetliydi. 1980-1985 arasında çektikleri filmler Hindistan’da birçok yerde gösterilen ve 2009’da kendi filmlerinin ve arşivlerinin restorasyonu için çalışmaya başlayan ekip, Abha Bhaiya, Deepa Dhanraj, Meera Rao ve Navroze Contractor’dan meydana geliyor. Kolektif olarak çektikleri dört film tütün işçilerinden ev içi emeğe, ekolojik mücadeleden aile içi şiddete birçok konuyu odağına alıyor. Film yapma ve gösterme pratikleri bugün hâlen güncelliğini koruyan, devrimci feminist bir sinemanın güçlü bir örneğini bizlerle tanıştırıyor. (Detaylı bilgi için web sitelerine göz atabilirsiniz.)

Şiirsel Ehliyet

Festivalin kapanışını ise Burak Çevik’in Unutma Biçimleri ile yapmış oldum. Çevik, Erdem Şenocak ve Nesrin Uçarlar çiftinin sebebini kendilerinin bile tam hatırlayamadıkları ayrılıklarını yıllar sonra masaya yatırdıkları -yine kurmaca ile gerçekliğin iç içe geçtiği- uzunca bir sekansa yer veriyor filmin başlarında. Çift, bazen çok önemli bir şeyi hatırlamayan fakat bir detayı zihninde bunca zaman sakladıkları ortaya çıkan, bazen ortak bir kararla unutulmuş gibi olan, bazen üzerinden geçen zamana yaslanarak bilerek çarpıtılan bir hafızayı beraber yeniden inşa ederken; film sakince mekânın, kentin, eşyanın, maddenin unutuluşuna doğru görsel bir alana doğru açılmaya başlıyor. Gücünü aldığı kısımlar da asıl burada. Unutuş ve hatırlama üzerine söz sarf ettiği yerlerde değil de; imajın, maddenin, yüzeyin tanıklığına sinemasal bir alan açtığı kısımlarda. 

Unutma Biçimleri

Yasaklamalar, sansürler, arşivlerden deşerek yeniden ortaya çıkarmaların aksine, Burak Çevik kendi filmini, filmin mekânlarından da biri olan İstanbul Modern’deki Türkiye gösteriminin ardından 14 sene boyunca Türkiye’de göstermeme kararını hem filmindeki oyunculara filmin içinde açıklattırıyor hem de sahnede kendisi dile getiriyor. Bunca zorla unutturma ve hatırlatma çabasıyla, mücadelesiyle dolu film üzerine bu sinemasal oyun bende bir temenni olarak karşılık buluyor. 

Hasılı; hafızanın, filmlerin sürgüne gönderildiği, sümen altı edildiği, çürümeye bırakıldığı değil de, şiirsel bir ehliyetle kişisel olarak saklanıp çıkarıldığı günlerin ümidiyle diyelim.


Berlinale 2023 İzlenimleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.