Şu An Okunan
Berlinale Günlükleri #2

Berlinale Günlükleri #2

La Ligne, The Line

72. Berlin Film Festivali’nde ana yarışma heyecanı tüm hızıyla devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde seyirciyle buluşan Everything Will Be OK, Robe of Gems, Nana, The Line ve The Passengers of the Night gibi filmlere dair kısa kısa…

Berlin Film Festivali’nde yarın yapılacak ödül törenine yaklaşılırken ana yarışmadaki filmler ardı ardına seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Fransa, Meksika, Kamboçya, Endonezya gibi pek çok farklı coğrafyadan örnekler izlediğimiz yarışmanın, yaratıcı anlamda çok sesli olduğunu söylemek ise pek mümkün değil maalesef. Berlinale ana yarışması kalkıştığı biçimsel denemelerinin altını dolduramayan, yer yer kurdukları estetik dünyaya hapsolan ve derinliksiz karakterleriyle hayal kırıklığı yaratan filmlerin ağırlıkta olduğu bir yıl geçiriyor.

Everything Will Be Ok
Everything Will Be Ok

Ana yarışmadaki kurmaca dışı filmlerden Rithy Panh imzalı Everything Will Be OK, insanlık tarihini tüm dehşetiyle yeniden yazan/anlatan bir essay-film. Film, ismini Myanmar protestolarında hayatını kaybeden bir gencin tişörtünün üzerinde yazılan slogandan alıyor. Hayvanların insanları totaliteryen bir kölelik rejiminde esir aldığı distopik bir geçmiş-gelecekte geçen film, kukla hayvan ve insanlarla model setlerden oluşan bir tür “hareketsiz” animasyon aynı zamanda. Ekrana parçalara bölünmüş şekilde gelen arşiv görüntülerinden hayvanların canlı canlı yendiği sosyal medya videolarına, Panh oldukça eklektik bir estetikle yaklaşıyor meselesine. Ailesi Khmer Rouge kamplarında katledilen Kamboçyalı yönetmen, kariyeri boyunca olduğu gibi burada da şiddetin ve felaketin temsil biçimleri üzerine kafa yoruyor. Film boyunca bize eşlik eden, kimliği ve bakışı sürekli değiştiren anlatıcının yer yer şiirselleştiği, kuklaların ise hüzünlü, durgun bakışlarıyla ona eşlik ettiği bazı anlar filmin en güçlü yanları. Ancak anlatıyı görsel ve işitsel olarak parçalamaya çalışan film, çoğunlukla tüm bu çabaya zıt bir biçimde fazlaca didaktik bir yere savruluyor. Özellikle yeni bir tür “görsel rejim” olarak günümüz sosyal medya kültürüyle insanlığın şiddet ve dehşet tarihi arasında kurduğu inceliksiz bağ oldukça sorunlu. Film ilerledikçe totaliteryanizmin tanıdık görselleri ve elinde iPhone tutan Özgürlük Heykeli gibi kolaya kaçan imgeler anlatıyı gitgide daha da yorucu bir yere savuruyor.

Robe of Gems
Robe of Gems

Amat Escalante, Lisandro Alonso ve Carlos Reygadas gibi yönetmenlerle kurgucu olarak çalışmış olan Natalia López Gallardo’nun ilk uzun metrajı Robe of Gems ise uyuşturucu savaşı, zorla alıkoymalar ve faili meçhul cinayetlerin cehenneme çevirdiği Meksika’da geçiyor. Yarışmadaki kalburüstü filmlerden biri olan Robe of Gems, annesinden kalan Meksika kırsalındaki villaya dönen Isabel ve ailesiyle yardımcıları Mari’ye odaklanıyor. Kız kardeşinin kaybının ardından uzun bir bekleyiş sürecine giren ve uyuşturucu mafyasının yanında çalışmaya başlayan Mari ve Isabel’in karşılaşması, filmin çekirdeği. Film bu çekirdek etrafında yer yer gerçekliğinden şüpheye düştüğümüz bir örümcek ağı örüyor âdeta. Yönetmen filmin “ruhu” olarak tanımlayabileceğimiz bu muğlaklık ya da çözümsüzlük hissini, kaybolan yakınlarını arayan insanların çaresizliğinin sinematik bir yansıması olarak kurguluyor. Çöplüğe fırlatılmış bedenler, nafile yere doldurulan polis raporları, şiddet sarmalının ortasında var olmaya çalışan insanlar… Robe of Gems’i her yönüyle çok ağır bir sinema deneyimi olarak tanımlamak mümkün. 

Nana
Nana: Before, Now & Then

Yarışmanın en zayıf filmlerinden, Endonezyalı yönetmen Kamila Indini imzalı Nana: Before, Now & Then ise 1960’larda, ülkedeki anti-komünist militarist rejimin yükselişe geçtiği yıllarda geçiyor. Film, gençken kocası ve babasını kaybeden, ardından varlıklı bir adamla evlendirilen Nana isimli bir kadının hikâyesine odaklanıyor. Geçmişini onu her gece yerinden sıçratan kâbuslarla hatırlayan, acısına tutunmakla şimdiye uyum sağlamak arasında gidip gelen Nana’nın çelişkileri, filmin ana meselesi. Ancak filmin bu ilginç karakterin hakkını verdiğini söylemek güç. Apichatpong Weerasethakul sinemasını hatırlatan etkileyici bir rüya-kâbus sahnesiyle açılan film, gitgide odağını kaybediyor ve oldukça melodramatik bir yere evriliyor. Neye hizmet ettiği tam olarak belli olmayan yavaş çekimler ve stilize mizansene, fazlaca baskın ve teatral bir müzik eşlik ediyor. Apichatpong Weerasethakul ve Wong Kar Wai gibi pek çok yönetmenin sinemasından esinlenen, ancak bunu sadece estetik düzeyde, yüzeysel bir şekilde yapan bir film Nana

La Ligne
The Line (La Ligne)

Ursula Meier imzalı The Line (La Ligne) ise isminin hakkını veren trajikomik bir “sınır aşımı” hikâyesi. Film, bir tartışma sırasında annesine sert bir tokat atan Margaret adlı genç kadına odaklanıyor. Hayatı boyunca öfkesini ve isteklerini sürekli kavga ederek göstermiş olan Margaret, annesinin uzaklaştırma kararı aldırmasının ardından bu sefer gerçek bir sınırla karşı karşıya kalıyor. Meier, Margaret’ın diğer iki kız kardeşini de hikâyeye dâhil ederek bu sınır etrafında yer yer eğlenceli, yer yer sert bir aile hikâyesi kuruyor. Ancak filmin temel problemi Margaret ve annesinin temsil biçimleri arasındaki tutarsızlık. Margaret’ın ona aynı zamanda bir hayatta kalma gücü de veren acısı, öfkesi ve isyanı seyirci için oldukça samimi bir yerden merak uyandırırken, anne karakterinin ise fazlaca karikatürize bir şekilde resmedildiğini görüyoruz. Filmin âdeta mizah nesnesine dönüşen anne karakterinin derinlikten bu denli yoksun olması, filmin temel olarak vaat ettiği şeye, anne-kız arasındaki ilişkinin şiddetine ve karmaşıklığına odaklanmasına engel oluyor. 

Passengers of Night
The Passengers of the Night (Les passagers de la nuit)

Yarışmadaki bir diğer Fransa filmi, Mikhaël Hers imzalı The Passengers of the Night (Les passagers de la nuit) ise 1980’ler Paris’inde geçen bir başka aile hikâyesi. Film, Paris’in çalkantılı politik atmosferinde var olmaya çalışan Élisabeth ve ailesi ile onlarla birlikte yaşamaya başlayan evsiz bir genç kadının, Talulah’nın hikâyesine odaklanıyor. Kocasıyla boşandıktan sonra biri lise, diğeri üniversite çağında olan iki çocuğuyla baş başa kalan Élisabeth, geceleri ona eşlik eden radyoda bir iş buluyor. Filmin, 1980’lerde çoktan televizyona yenik düşmeye başlamış “gece radyosu” etrafında dönen hikâyesiyle doğrudan bir nostalji hissini amaçladığını söylemek mümkün. Yönetmen Hers, bu nostalji hissini Élisabeth’in arkada bıraktığı hayatı ve bu hayata dair hisleriyle paralel bir biçimde anlatıyor. Ancak film özellikle Talulah, Élisabeth ve oğlu arasındaki ilişkinin dinamiklerini ortaya koyarken yer yer tekrara düşüyor. Yarışmadaki pek çok film gibi, The Passengers of the Night’ın temel duygusu konusunda kafası oldukça karışık. Belki de bu nedenle günümüz sineması ve seyircisi için artık yeni bir şey vaat etmeyen 1980’lerin görsel dokusuna ve nostalji hissine fazlaca yaslanmak zorunda kalıyor.


Berlinale Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.