Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2022 #3: Armageddon Time, EO, Frère et Soeur, Un Beau Matin

Cannes Günlükleri 2022 #3: Armageddon Time, EO, Frère et Soeur, Un Beau Matin

Armageddon Time

Cannes Film Festivali tüm hızıyla sürüyor. James Gray’in otobiyografik esintiler taşıyan Armageddon Time’ına, Jerzy Skolimowski’nin Rastgele Balthazar’a göz kırpan filmi EO’ya, Arnaud Desplechin’in birbirine nefretle bağlı iki kardeşe odaklanan Frère et Soeur’üne ve Mia Hansen-Løve’ün Yönetmenlerin On Beş Günü’nde görücüye çıkan Un Beau Matin’ine dair kısa kısa…

Cannes’ın ana yarışmasında genelde azınlıkta kalan Amerikan bağımsızları kontenjanında bu yıl James Gray’in Armageddon Time’ı yer alıyordu. 80’li yıllarda New York’un Queens bölgesinde yaşayan orta sınıf bir ailenin çocuğu olan Paul’un yaşamını merkezine alan bu otobiyografik film, Gray’in sinemasında önemli bir konuma sahip aile ilişkileri etrafında şekilleniyor. Eleştirmenlerin hemencecik yakın dönemde çekilmiş, yönetmenlerin kişisel yaşamlarından yoğun etkiler taşıyan Roma (2018), Belfast (2021) ve Licorice Pizza’yla (2021) kıyasladığı Armageddon Time, ‘beyaz ayrıcalığı’na dair samimi bir bakış açısı sunsa da, ırkçılığı ele alış biçiminde yerleşik karakter ve anlatı kodlarını yeniden üretmekten kaçamıyor. Ukrayna kökenli Yahudi bir aileye mensup hayalperest Paul, günlerini ressam olmayı düşleyerek geçirirken, geleceğine dair beklentiler ve sorumlulukları altında ezilen bir çocuk olarak tasvir ediliyor. Gittiği devlet okulunda siyah sınıf arkadaşı Johnny’le yakınlaşınca, sosyal ve ekonomik saygınlığı her şeyin üstünde tutan anne ve babasının Paul’un yaşamına müdahalesinin daha da arttığını görüyoruz. Trump ailesinin kanatları altında olduğunu öğrendiğimiz özel bir okula gitmeye başlayan Paul, bu süreçte kaçınılmaz bir şekilde benmerkezci kapitalist ideolojinin içine doğru çekiliyor. Anthony Hopkins’in her zamanki etkileyici performansıyla hayat verdiği büyükbaba karakteri ise, Paul’a doğru yolu göstermeye çalışan tek yetişkin figür. Gray’in hedefinde hiç şüphesiz tarihlerini ve maruz kaldıkları ayrımcılıkları bir an olsun unutmayan ama yine de beyaz olmayan insanlara benzer şekilde davranmaktan çekinmeyen Yahudiler var. Özel okula başlayınca Johnny’yle konuşmaktan korkan Paul bile kuşaktan kuşağa aktarılan bu riyakârlıktan muaf değil. Gray’in özellikle bu anlarda öne çıkan eleştirel bakışının dengesi, ne yazık ki film sonlara yaklaştıkça Paul’dan tarafa doğru kayıyor. Siyah bir çocuğun, beyaz bir çocuk için kendini feda etmesini bir anlamda normalleştiren Armageddon Time Paul’un onu zaptetmeye çalışan zincirlerinden kurtulmak için adım atmasıyla noktalanırken, beyaz kahramanın ayrıcalığını sırtından atamadığını ve bu eksikliğini büyüme hikâyesi türünün kodlarıyla dengelemek konusunda pek başarılı olamadığını söylemek mümkün. 

Eo
EO

Festivalin ilk günlerinde ana yarışmanın eleştirmenler tarafından en çok beğenilen filmi ise Polonyalı usta Jerzy Skolimowski’nin Robert Bresson’un Rastgele Balthazar’ına (Au Hasard Balthazar, 1966) göz kırpan EO’su oldu. Beni az da olsa tanıyan okuyucularımız hayvanların ana karakter olarak konumlandırıldığı filmlere ne kadar mesafeli yaklaştığımı tahmin edecektir. Geçtiğimiz yıl Andrea Arnold’un Cannes Première bölümünde gösterilen İnek (Cow, 2021) filminin ardından Skolimowski’nin bir eşeğin bakış açısını benimseyen filmine karşı başta önyargılı yaklaştığımı belirtmem gerek. Yine de EO’nun natüralist, belgesele yakın bir bakış açısıyla hayvan deneyimini aktarmak yerine, bunun imkânsızlığını daha baştan kabullenmesi ve hayal gücüne alan bırakması İnek’in yaklaşımından çok uzak bir noktada olduğumuzu kanıtlar nitelikte. Filmde bolca yer verilen eğri kadrajlar ve kırmızı filtreler bir eşeğin neler düşündüğünü, nasıl hissettiğini sinemanın ifade biçimleriyle sorgulamanın ancak dolaylı ve insan-merkezci bir bakışla mümkün olabileceğini ortaya koyan biçimsel tercihler olarak yorumlanabilir. Nitekim, film boyunca dört bir yana sürüklenen eşeğin yolculuğu, kendi yaşadıkları kadar onunla etkileşim kuran insanların ahlaki bozukluklarını göstermeyi hedefliyor esasında. EO, hayvanlara yönelik zulmü sahte bir empati duygusuyla, psikolojik ve duygusal manipülasyonla anlatan bir eko-belgesel değil, esas meselesi insanlar olan modern bir fabl. Arnold’ın filminde Luma’nın anlatıyı zirveye taşıyan katartik ölümünü düşününce EO’nun sonunda “bu filmde hiçbir hayvana zarar verilmemiştir” yazısının seyircinin yüreğine su serptiği kesin. Yine de filmlerde hayvanların kullanılmasından çok kendi vicdan muhasebemize odaklandıkça, sinemadaki hayvan temsillerinin etik paradokslarını yeniden üretmekten öteye gidemeyeceğimizi kabullenmek gerek.

Frère et Soeur
Frère et Soeur

Gelelim festivalin ilk yuhalanan filmine… Arnaud Desplechin kendine has anlatı ve karakter kodları olan ve bu unsurları kullanarak filmleri arasında organik ilişkiler kuran bir yönetmen olarak bilinir genellikle. Marion Cotillard ve Melvil Poupaud’nun birbirine nefretle bağlı iki kardeşi canlandırdığı Frère et Soeur, Desplechin’in sinemasının ana temalarından olan aile kurumunu merkezine alan bir film. Fransız eleştirmenlerin yıldızlara boğduğu, uluslararası basının ise taşa tuttuğu filmde anne ve babaları ölümcül bir trafik kazası geçiren Alice ve Louis’nin yıllar sonra gerçekleşen yüzleşmesini izliyoruz. Kardeşlerin birbirinden hangi sebeple nefret ettiklerinden çok bu nefretin yaşamlarını ve kişiliklerini nasıl etkilediğinin peşine düşen Desplechin, her iki karakterin de içinde bulunduğu ruhsal çöküntüyü filmin kurgusuna yansıtmaya çalışsa da, abartılı tepkilerin ve sinir krizlerinin birbirini kovaladığı keskin geçişler filmin ritmini baltalamaktan öteye gidemiyor. Yönetmenin bu yaklaşımında Yunan tragedyalarına özgü teatral bir duygusallığa temas etmeye çalışıldığı açık. Hattâ Desplechin’in, aileyi çağlar boyunca kendini yeniden üreten trajik bir yapı olarak yorumlayarak, filmi camp veya arkaik melodramlarla özgü unsurlarla beslemeye çalıştığı söylenebilir. Ama ne yazık ki Frère et Sœur, Krallar ve Kraliçe (Rois et Reine, 2004) ile Bir Kış Masalı’nda (Un Conte de Noël, 2008) çok karakterli anlatıları ustalıkla inşa etmeyi başarmış yönetmen açısından filmografisine şekil veren estetik ve kurmaca unsurlara düşülmüş küçük bir dipnottan öteye geçemiyor. Yine de Fransız eleştirmenlerin hayli olumlu yorumlarını göz önünde bulundurunca, film jüriden sürpriz bir ödül alırsa şaşırmamak gerek.

Un Beau Matin
Un Beau Matin

Melvil Poupad’nun Desplechin’in filmindeki abartılı oyunculuğunu gördükten sonra aynı gün içinde bununla taban tabana zıt bir performans seyretmenin şaşırtıcı bir deneyim olduğunu söylemeliyim. Mia Hansen-Løve’ün Yönetmenlerin On Beş Günü’nde görücüye çıkan filmi Un Beau Matin, benim açımdan Cannes’ın yan bölümlerinde ana yarışmadan daha incelikli ve usta işi filmlerin olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Otobiyografik tonların yoğun bir şekilde hissedildiği filmde Léa Seydoux, hastalığı yüzünden beyin fonksiyonlarını kaybetmeye başlayan babasıyla ilgilenen otuzlu yaşlarında bir anneyi canlandırıyor. Ve bu acı verici ve uzun hastalık sürecinde babasının çöküşüne tanık olmak zorunda kalan Sandra’nın, bir yandan da profesyonel ve duygusal yaşamına devam etme çabalarını izliyoruz. Son yıllarda bağımsız sinemanın gözde konularından biri hâline gelmiş yaşlanma sürecinin bu denli yalın, dramatik yapaylıklardan uzak bir şekilde anlatıldığı başka bir filme rast gelmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bir insanın hastalık yahut ölüm sürecinde yanındayken hayatın devam ettiğini kabullenmenin insan için zorlu ve acı verici bir deneyim olduğu kesin. Hansen-Løve, ölüme eşlik ederken biz insanların yaşamaya nasıl devam ettiğine dair son derece samimi bir portre sunuyor. Sandra, çocuğu olan evli bir arkadaşıyla aşk yaşamaya başlarken, çevirmen olarak rutin işlerini yapmaya devam ediyor. Bu esnada annesi ve kız kardeşiyle beraber Fransız sağlık sisteminin zorluklarına karşı babasına bir bakımevi bulmak için uğraşıyor. Öyle anlar geliyor ki Sandra’nın bu kaotik akış içinde daha fazla dayanamayıp çöktüğüne şahit oluyoruz. Ama Hansen-Løve ne karakterlerinin ne de seyircisinin duygusunu suistimal etmeye çalışmıyor. Çünkü istesek de istemesek de, yaşayanlar için hayat sürüyor. Onların hayatını bıraktığımız yerde ise biz seyirciler için festival kaldığı yerden devam ediyor.


75. Cannes Film Festivali’ni yerinde takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Cannes Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.