Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2023 #1: Jeanne du Barry, Monster, La Retour, Youth

Cannes Günlükleri 2023 #1: Jeanne du Barry, Monster, La Retour, Youth

Bu yıl 76. kez düzenlenen Cannes Film Festivali 16 Mayıs akşamı tartışmalı açılış filmi Jeanne du Barry’nin gösterimiyle başladı. Festivalin ilk günlerinde Hirokazu Kore-eda, Catherine Corsini ve Wang Bing’in yeni filmleri izleyici karşısına çıktı.

Cannes hiçbir zaman olaysız, sessiz sedasız geçen, iddia edildiği gibi sinemanın birleştirici gücünü kutlayan bir festival olmadı. Film endüstrisindeki hiyerarşilerin, ayrımcılığın, batı merkezciliğin ve seksizmin çarpıcı bir şekilde dikkat çektiği bir etkinlik oldu daima. Yine de, benzer şikâyetlerin ve eleştirilerin kulağıma çalınacağını tahmin etmeme rağmen, bu yılki festival organizasyonunun bu denli kaotik ve tartışmalı olacağını düşünmemiştim. Elbette her şey açılış filminin ve ana yarışma seçkisinin açıklanmasıyla başladı. Festival açılışını, Amber Heard’le boşanma davası sonrasında, sözde iptal kültürünün kurbanı olduğunu iddia ederken bu dava sayesinde aslında kimsenin dilinden düşürmediği Johnny Depp’in başrolünde oynadığı Jeanne du Barry yapacaktı. Filmin yönetmeni Maïwenn’in ise, geçmişte Luc Besson’la olan ilişkisi, #MeToo hareketi karşıtı söylemleri, Roman Polanski’yi savunması ve son olarak da Mediapart gazetesinin genel yayın yönetmeni tarafından kendisine taciz davası açılmasıyla gündem olan tartışmalı kimliği özellikle Fransa içinde Johnny Depp’le yarışır seviyedeydi. Thierry Frémaux’nun tüm bu itirazlar karşısındaki umursamaz tavrı ise tepkilerin daha çok artmasına sebep oldu. Sonrasındaysa Catherine Corsini’nin filminin son dakikada Ana Yarışma’dan çıkarılıp yeniden eklenmesinin yanı sıra filmin sorunlu çekim sürecine ve reşit olmayan bir oyuncunun cinsellik içeren sahnelerde yer almasına dair Libération gazetesinde yayınlanan yazı, festivalin tutumuna yönelik eleştirileri daha da körükledi. Rekor sayıya ulaşan akreditasyonlar da her yıl sorun yaratan sistemden bilet almayı neredeyse imkânsız hale getirince, daha festival bile başlamadan insanların memnuniyetsizliği zirveye ulaşmış oldu. 

Jeanne du Barry

Bu senenin açılış filmi Jeanne du Barry’ye gelirsek, film kendisini başrol oyuncuları ve yönetmeni bağlamında düşünmeyi kaçınılmaz kılan bir hikâyeye sahip. Soylu bir aileden gelmeyen ve Paris’in sosyete hayatında ün yapmış Jeanne du Barry’nin nasıl, dönemin yerleşik kurallarına ve adetlerine meydan okuyarak, Kral 15. Louis’nin metresi olduğunu anlatan film, Maiwenn için kendisini övmek ve radikal fikirlerini meşru kılmak için bir araçtan başka bir şey değil çünkü. Bizzat Jeanne du Barry’yi canlandıran yönetmenin, saray halkı tarafından hor görülmesine rağmen güzelliği ve aykırı tavırlarıyla yükselmeyi başaran bu karakter üzerinden günümüz toplumunun sözde ahlakçılığına ve iptal kültürüne taş attığını görebiliyoruz. Jeanne hariç bütün kadın karakterlerin, âdeta masallardaki gibi gülünç ve canavarca tasvir edildiği, Jeanne’a yalnızca erkeklerin destek olduğu ve değer verdiği bu hikâye feminist gibi görünüp aslında eril bakışı içselleştirmiş bir aklın eseri. Filmde 15. Louis’yi canlandırması için, tıpkı Jeanne gibi iptal kültürünün kurbanı (!) olmasından başka bir sebep düşünülemeyecek kadar kötü rol yapan Johnny Depp ise, ezberlediği Fransızca cümleleri okuyan bir kuklayı andırıyor. Hikâyenin ana odağını oluşturduğu iddia edilen Jeanne – 15. Louis aşkı film içinde neredeyse işlenmiyor bile. İkilinin tüm etkileşimleri, Jeanne’ın saray halkını şoka uğratan bir hareket yapması ve Louis’nin imrenerek ona bakmasından ibaret. Filmin son bölümünün, karakter gelişimine dair hiçbir şey izlemediğimiz Kral’ın hastalığı ve ölümüne ayrılması ise anlatı içindeki uyumsuzlukları daha da vurguluyor. Açıkçası bu denli silik ve kötü yazılmış bir rol karşısında insan neden Johnny Depp diye sormadan edemiyor. Açılış gecesinde Depp’in binlerce hayranı tarafından karşılanıp film sonrasında ayakta alkışlanması, Maiwenn’in Depp’i oyunculuğu için değil, onun ana karakterinin – dolayısıyla da kendisinin – toplum karşısındaki konumunu yansıttığını düşünerek tercih ettiğini kanıtlıyor. Jeanne du Barry’de filmin tutumunu harika biçimde özetleyen bir sahne var: Louis bir gün, Jeanne’a dev bir kutu içinde siyah bir çocuk ‘hediye ediyor’. Etraftaki herkesin şaşkın edaları ve yargılayıcı bakışları karşısında, onunla konuşan ama ‘Ne kadar da egzotik!’ demekten kendini alamayan Jeanne gibi, Maiwenn de yaptıklarının kuralları yıktığını, özgürleştirici ve yenilikçi olduğunu sanarken onları yeniden üretiyor. 

Monster

Açılış filminin negatif etkilerini üzerimizden attıktan sonra Ana Yarışma’ya Hirokazu Kore-eda’nın Kaibutsu’su (Monster) ile başlamanın çok iyi geldiğini söyleyebilirim. Son yıllarda aile yapısına odaklanan dingin ve yumuşak tempolu dramalara imza atan Kore-eda’nın yeni filmi ise seyircisini bir hız treni gibi oradan oraya sürükleyen dinamik anlatısıyla dikkat çekiyor. Neler olduğunu anladığımızı sandığımız bir anda karşımıza bambaşka bir anlatı katmanı çıkaran film, seyir deneyimi açısından kesinlikle beklentileri karşılıyor, hatta bu beklentilerin üstüne bile çıkıyor. Film, öncelikle Minato isimli küçük bir çocuk ve onu tek başına büyüten annesi Saori ile tanıştırıyor bizi. Oğlunun son zamanlarda tuhaf davrandığını ve kendine zarar veren davranışlarda bulunduğunu fark eden Saori, sonunda Minato’dan öğretmeni Bay Hori’nin ona hakaret edip şiddet uyguladığını öğreniyor. Ancak tüm bu olaylar sırasında Minato’nun tavırlarına Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ı (We Need to Talk About Kevin, 2011) akla getiren bir tekinsizlik hakim olduğunu hissediyoruz. Saori okul yönetimiyle ve Bay Hori’yle bu meseleyi çözmek için uğraşırken Kore-eda Rashōmon tarzı bir manevrayla, yaşanan olayları öğretmenin gözünden aktarıyor bize. Bay Hori, Minato’nun neden onu haksız yere suçladığını anlamaya çalışırken, oğlanın sınıf arkadaşı Yori’nin de tuhaf davrandığını ve Minato’yla aralarında gizemli bir ilişkinin olduğunu fark ediyor. Yori’nin hikâyeye dahil olmasıyla film bir kez daha yön değiştiriyor ve bu defa çocukluğun saf ve içten dünyasına kapı aralıyor. Gizemli bir gerilim filmi gibi görünüp ahlaki bir ikilem odaklı bir anlatıya dönüşen, sonrasında aslında her şeyin bu yapayalnız iki çocuğun, birbirine karşı hissettikleri ama daha ne olduklarını bile anlayamadıkları duygular üzerine kurulu olduğunu ortaya koyan Kaibutsu’yu izleme deneyimi, bir yapbozu veya bir bilmeceyi çözmenin verdiği zevki tattırıyor bize. Buna karşın filmin üçüncü bölümünde Yori ve Minato arasındaki adını koymakta zorlandığımız çekimin işlenişinin biraz aceleye getirildiğini ya da başka bir deyişle seyirciye layığıyla aktarılmadığını düşünüyorum. Özellikle bu bağlamda Yakın’ı (Close, 2022) akla getiren filmin, son dönemecinde biraz yalpaladığını söylemek mümkün. İki çocuğun duygusal dünyasına yeterince alan açmayan ve bu bağı filmin sürpriziymiş gibi son dakikalara bırakan film yine de katmanlı yapısı, dinamik anlatısı ve Ryuichi Sakamoto’nun ezgileriyle şimdilik Ana Yarışma’nın beğendiğim filmleri arasında yer alıyor. 

La Retour

Yarışmanın ikinci filmi ise Catherine Corsini imzalı Le Retour’du. Corsini’yle ilgili tüm bu tartışmalar sebebiyle izlemeden önce filme karşı biraz önyargılı olduğumu itiraf edeyim. Le Retour, siyah bir annenin ve iki kızının yaz tatillerini geçirmek için yıllar önce ayrıldıkları babalarının memleketi Korsika’ya dönüşünü anlatan bir film. Babalarını daha bebekken kaybettiklerini öğrendiğimiz ve hayatları boyunca bunun eksikliğini çeken Jessica ve Farah, gelir gelmez, bu adanın onlara ait olmayan bir geçmişin izleriyle dolu olduğunu hissediyor. Filmde, biri 18, biri 15 yaşında ve taban tabana zıt kişiliklere sahip bu iki kız kardeşin bir yandan kendilerini ve bedenlerini keşfetmelerini, bir yandan da annelerinin geçmişine ait önemli bir sırla yüzleşmelerini izliyoruz. Bu açıdan bakıldığında Corsini’nin, Le Retour’da hem duygusal hem toplumsal boyutu olan bir hikâye anlatmayı amaç edindiğini görmek mümkün. Jessica ve Farah, Fransa’da siyah bir genç olarak büyüme deneyiminin iki ayrı ucunu temsil ediyor aslında. Başarılı, prestijli bir üniversiteyi kazanan Jessica, beyaz Fransız ve burjuva toplumuna uyum sağlama yolunu seçerken Farah kurallara karşı gelerek bu yapının içine girmeyi reddediyor. Hikâye ilerledikçe ikisi de bu kalıpların dışına çıksa da, karakterlerin belirli kalıplardan hareketle yaratıldığını görmemek elde değil. Filmde, Jessica’nın lezbiyen ilişkisi ve Farah’nın beyaz bir çocukla yakınlaşması gibi olaylar bir hikâyenin parçası doğal akışının parçası olmaktan çok, yönetmenin güncel toplumdaki tartışmalı konuları ele alma niyetini yansıtıyor sanki. Filmin duygusal yönü ağır basan aile odaklı anlatısı da benzer bir biçimde doğallıktan uzak. Annelerinin, babalarının ölümüyle ilgili sakladığı sırrın ele alınma biçimi, filmin yakalamaya çalıştığı dramatik yoğunluğun altında kalıyor. Dolayısıyla anne ve iki kızı ama özellikle de bu duruma öfkelenen Jessica’nın tepkileri ve sonrasında verdiği kararlar son derece yapay ve abartılı bir hale bürünüyor. Anne ve kızları arasındaki gerilimin son derece silik bir şekilde çözülmesiyle sona veren Le Retour’un iyi oyunculuklara ama zarif bir senaryoya sahip olduğunu söylemek mümkün. 

Youth

İki buçuk saatin üstündeki filmler konusunda oldukça zengin 2023 seçkisinde elbette seyirciyi en çok zorlayan yapımlar arasında Wang Bing imzalı Qingchun (Youth) bulunuyordu. 20 yılı aşkın süredir Çin’in farklı bölgelerinde ve farklı sektörlerinde çalışan işçilerin yaşam ve çalışma koşullarına dair belgeseller çeken Bing bu filminde de aynı çizgiyi takip ediyor. 2014 ile 2019 yılları arasında terhanelerde (sweatshop) çalışan işçiler üzerine çektiği bu belgeseli konu bağlamında 2016 tarihli filmi Ku Qian ile ilişkilendirmek mümkün. Ancak Bing bu defa sınıfsal anlamda çerçevesini daraltarak yalnızca genç işçilere odaklanıyor. Qingchun’da, diğer filmlerinde olduğu gibi uzun sürenin iki amaca hizmet ettiğini görebiliyoruz. Bir belgeselcinin film öznesiyle temas kurmak ve onu tanımak için geçirdiği zamanın bir yansıması olan bu süre tercihi ayrıca bu mekânlarda çalışan işçilerin hissettiklerini Batı merkezci seyircinin deneyimlemesi için zekice kullanlan bir araca dönüşüyor. Bing, emek sarf ederek, emeği ekrana taşıyan bir yönetmen oldu için biz seyirciden de emek sarf etmemizi bekliyor. Qingchun esas gayelerinden biri de bu emeğin öznel boyutunu vurgulamak. Bu merdiven altı atölyelerde hem yaşayıp hem de çalışan gençler üretim bandı başında bir örnek çalışan işçi stereotipinden oldukça uzaktalar çünkü. Çalışırken Çin pop müziği dinleyip, birbirlerine internetten tanıştıkları insanları anlatan gençlerin, standart üretimin gerekliliklerine benliklerini yansıtmanın yollarını bularak karşı koyduğunu görüyoruz esasen. Ancak devamlı kazanılan paranın hesabının yapıldığı bu ortamda duygusal ilişkiler de alışveriş üzerine kurulu. Dolayısıyla işçiler yaşamlarına dair her türlü detayı para filtresinden geçirerek düşünüyor. Bing’in filmde vurguladığı incelikli detaylardan biri de nabzı parayla atan bu yapının, dışına çıkmanın imkânsız olduğu kapalı bir sistem olması. İnternetten sipariş ettiği kot pantolonunun gelmemesinden şikâyet eden gencin üretimine katkı sağladığı sistemde bir tüketici olarak da yer aldığı gerçeği, bu sistemin ne denli güçlü ve kapsayıcı olduğunu ortaya koyuyor. Filmin tamamlanış tarihinin 2019 yılı olması ise oldukça manidar. COVID-19 pandemisiyle beraber toplumsal dinamikleri büyük ölçüde değişen Çin, hiç şüphesiz Qingchun’un tasvir ettiğinden çok farklı. Bing’in bir sonraki filminde bu dönüm noktasını ele alıp almayacağını merak ettiğimi de belirteyim. 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.