İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması Günlükleri #3
İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimlerinde izleyici karşısına çıkan Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe imzalı Patrida’ya, Ulaş Tosun’un Arkadaş Z. Özger belgeseli Merhaba Canım’a ve Türkiye’nin kayıplar tarihinin yeni bir halkasına yakından bakan Nosema’ya dair kısa kısa.
Patrida
Ayça Damgacı’nın Tümay Göktepe’yle birlikte yönettiği Patrida, bir yol belgeseli. Damgacı’nın kendisine hiçbir zaman tüm ayrıntılarıyla anlatılmamış aile tarihini keşfetmek üzere seksen yedi yaşındaki babasıyla birlikte İskeçe’ye, Selanik’e, Atina’ya ve Zürih’e doğru çıktığı yolculuğun hikâyesi. Mekân, kimlik ve aidiyet arasındaki ilişkiye dair sorular soran ama bunu yaparken büyük laflar etmeye hiç kalkışmayan bir film. Babanın bütün bu yolculuğa, filmin uğradığı coğrafyalara, kendisinin ve ailesinin kimliğini tanımlayan öğelere dair bakışı kızınınkinden çok farklı. Aralarında hem güçlü bir sevgi bağı var hem de hayata bakışlarındaki, politik duruşlarındaki büyük farkların çatışması. Mesela babasının Atatürk heykeliyle hararetli bir diyaloğa girdiği anda ya da ailelerinin nasıl da Avrupalı olduğunu anlatmaya başladığında, Damgacı’nın yüzündeki donuk ifadeye odaklanan kameranın görünür kıldığı bir çatışma. Diğer yandan, ailenin geçmişteki göç rotasını takip eden Patrida’nın yolu, günümüz göçmenleriyle kesişip duruyor. Artık savaşmak istemeyip Avrupa’ya göç etmiş eski Peşmergelerle tanışan Damgacı’nın onlarla birlikte oturup Kürtçe şarkı söyleyişi, kent meydanlarında vakit geçiren göçmenlerin varlığından tedirgin olan babasıyla yaşadıkları gerilim, babanın geçmişteki kendi göçmenliğiyle bugünün göçmenleri arasındaki yakınlığı bir kabul edip bir edemeyişi… Filmin başında her yerin AKP propaganda görselleriyle dolu olduğu bir İstanbul’dan yola çıkan ve Avrupa’daki yolculuk boyunca göçmenlerle yolunu buluşturan bu kişisel belgesel, bu küçük aile hikâyesini günümüzün dünyasıyla çerçeveliyor. Ayça Çiftçi
Merhaba Canım
Ulaş Tosun imzalı Merhaba Canım, 1960’lı yılların önemli edebiyat figürlerinden şair Arkadaş Z. Özger’in hikâyesini layığıyla anlatma niyetiyle yola çıkan bir film. Klasik bir biçimsel rota tutturan belgesel, döneme tanıklık etmiş isimlerle yapılan röportajlarla, arşivden fotoğraflarla ve şairin dizeleriyle kronolojik ve doğrusal bir anlatı ortaya koyuyor. Bir yönüyle şaşırtıcı biçimde, filmin anlam ve kıymet kazandığı yer de burası. Zira yirmi beş yaşında gizemli bir şekilde yaşamını yitirmiş, eşcinsel yönelimi bilinen ama yok sayılan, bir yandan dönemin öğrenci hareketinde tanınan bir figürken bir yandan da epeyce dışlanan, şiirlerinin anlam dünyası dahi çokça çarpıtılmış Arkadaş Z. Özger’in hikâyesinin bu hakkaniyete ihtiyacı var. Bunu filmi izlerken, öykü ilerledikçe giderek artan bir şiddette hissediyoruz. Filmin tutturduğu klasik, kronolojik rota da, tanıklarla yapılan röportajlar da bu hakikate duyulan ihtiyacı ve onun eksikliğini açık ediyor. Arkadaş’ı benzer dönemlerde tanımış arkadaşlarının onunla ilgili (cinsel yönelimi, ölüm nedeni, kendine neden Arkadaş ismini seçtiği gibi) hayati mevzulardaki farklı görüşlerinin arka arkaya gelmesinde, röportajlarda dönemin entelektüel ve politik atmosferinde heteronormativitenin ne denli ciddi bir dayanak noktası olduğunun anlaşılmasında bir hikâye kaybının, söz eksikliğinin izleri var. Belki de o yüzden filmin hayli doğrusal ilerleyen anlatı dünyasında yokluktan düşen müdahaleler gibi beliren, sanki şairin sesinden dinlediğimiz dizelerin filmin dünyasıyla kurduğu diyalog “yarım asır sonra” anlatılan bu hikâyeye hak ettiği sözü, kendi sözünü bahşetmiş oluyor. Ekrem Buğra Büte
Nosema
Nosema, Diril ailesinin son büyük buluşmasını yaşadığı Şırnak’taki Keldani köyü Meer’de gündelik hayatın akışına tanıklık ediyor. Doğanın içinde, merkeze uzak, hayvanlarla cebelleşerek yorgun ama yaşadığı yerle bütünleşmiş iki yaşlı insanı durmadan çalışırken izliyoruz. Bazen birbirinden şikayetçi, bazen yorgun ve söylenerek, ama çoğunlukla, uzak yerlerden ziyarete gelmiş çocuklarının ve akrabalarının yanı başlarındaki varlığından keyiflenerek geçirdikleri olağan günler. Keçilerin ne kadar su içtiğine, bu yıl ürettikleri petek ballarının kime gideceğine, ekmek pişirmek için ateşin hazır olup olmadığına dair konuşmalar, iş bölümünün adaletine dair çekişmeler, birkaç sıcak yaz günü boyunca Dirillere misafir olan kamerayla birlikte bizi de içine alıyor. Oysa filmin ilk ânından başlayarak Türkiye’deki çatışmalı ortamın ve güvenlik politikalarının bu coğrafya üzerindeki etkisini, kısa bir bölümüne tanık olduğumuz olağanlığın aslında mümkün olmadığını görmek zor değil. Defalarca yakılan köyün kalıntıları, her defasında sıfırdan başlamanın ağırlığı, halen türlü tehditler altında var olmanın, yaşamı sürdürülebilir kılmanın zorluğu yer değiştiren bir gölge gibi tüm filme yayılıyor. Ailecek geçirilen bir yazın anısını geride bırakırken, Ocak 2020’den sonra kendilerinden haber alınamayan, iki ay sonra ölü bulunan anne Şimuni ve halen kayıp olan baba Hürmüz Diril’le ilgili oğul Remzi Diril’in anlattıkları düşüyor siyah ekran üzerine. Dirillerin aydınlatılamayan kaybının ağrısıyla izlendiğinde Nosema, kendi topraklarında güvende olamayan halkların açık yarasına dair bir kayda dönüşüyor. Övgü Gökçe
İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.