Agnès Varda: Bir Sinema Maceraperesti
Altmış yılı aşan sı̇nema yaşamı boyunca türler arasında gezı̇nen, yenı̇ anlatım bı̇çı̇mlerı̇ aramaktan hı̇ç vazgeçmeyen Agnès Varda, genç sı̇nemacılar ı̇çı̇n her daı̇m ı̇lham kaynağı olan hep genç bı̇r yönetmen.
Sinema eleştirmenlerinin en yaygın ezberlerinden biri Agnès Varda’yı Yeni Dalga akımına yamamak, dolayısıyla onun aslında aynı dönemin ürünü olan Left Bank grubunun –Chris Marker ve Alain Resnais’yle birlikte– önde gelen üç isminden biri olduğunu görmezden gelmek. Bu üstünkörü yakıştırma, Left Bank’in değişik sebeplerle Yeni Dalga’nın gölgesinde kalmış olmasıyla açıklanabilir belki. Sinemanın erkek egemen dünyasında kendine bir şekilde yer açmayı başarmış bir kadın yönetmeni, eleştirmen/tarihçi erkeklerin nereye yerleştireceğini bilememe şaşkınlığı da diyebiliriz buna.
Öte yandan Varda hakkında söz alan hemen herkesin lafa “Yeni Dalga’nın büyükannesi” klişesiyle başlaması da, onu biraz daha gölgeye itmekten başka bir işe yaramıyor galiba. Ne de olsa büyükannelik, insanın ununu elemiş eleğini asmış hâlini, hayatın son demlerinde olmayı çağrıştıran bir mertebe. Henüz yirmili, otuzlu yaşlarında yaptığı ilk filmlerinden söz edilirken bile ona ‘büyükanne’ denmesinin mantığını anlamak zor. Bu harcıâlem yakıştırmaya başvuranların çoğunun niyeti elbette Varda’nın ‘büyüklüğünü’ vurgulamak (veya ilk filmiyle Yeni Dalga’ya ilham verdiğini ima etmek). Fakat, örneğin yaşı doksana dayanan Jean-Luc Godard’a bir şeyin büyükbabası demek aklımıza hiç gelmiyorsa, Varda’ya büyükannelik payesi yakıştırmak neden? Tam tersine, ister Left Bank ister Yeni Dalga akımı içinde sayılsın (belki de onu herhangi bir akımın içine sıkıştırmamak en iyisi), ruhu itibariyle kuşaktaşları içinde rahatlıkla en genç sayabileceğimiz birinden bahsediyoruz üstelik.
Son filmini grafiti geleneğinden gelen, sokakları sanat galerisi belleyen, Instagram fenomeni genç bir performans sanatçısıyla birlikte yapmış olması bu özelliğini yeterince göstermiyor mu? O kuşaktan başka hiçbir yönetmenin soyunmaya cesaret edemeyeceği kadar riskli bir macera. Herkesin en çok kendi suretiyle meşgul olduğu selfie çağında emekçi insanların yüzündeki hatlara odaklanan, dolayısıyla selfie kültürüne bir tür cevap sayılabilecek Mekânlar ve Yüzler’de (Visages Villages, 2017) Varda öğreten bir büyükanne olarak değil, JR gibi ‘Insta’da bir milyonu aşkın takipçiye sahip bir zamane çocuğundan öğrenmeye çalışan bir meraklı göz olarak karşımıza çıkıyor biraz da.
İlk filminden başlayarak denemekten yorulmayan, başta edebiyat olmak üzere farklı sanat disiplinlerinden beslenip zenginleşen, görüntülerle oynamaktan çocuksu bir zevk alan, yeni teknolojik oyuncakları herkesten önce kullanmaya hevesli bir sinema maceraperesti Agnès Varda. Babası Yunan, annesi Fransız; kendisi Belçika’da doğmuş, edebiyat ve sanat tarihi eğitimi almış, kariyerine fotoğrafçı olarak başlamış, dolayısıyla hem sinemaya hem de Paris’teki sinema çevrelerine dolambaçlı yollardan ulaşmış biri.
İlk filminin yapım macerası, onun dışarıdan gelmiş hâlinin bir özeti gibi âdeta. Paralel Yaşamlar (La Pointe-Courte, 1955), beş kişiden oluşan küçük bir çekim ekibi ve Varda’nın fotoğrafçılık yaptığı tiyatrodan tanıdığı iki oyuncuyla, Fransa’nın güneyindeki La Pointe Courte adlı bir balıkçı köyünde, imece usulü çekiliyor. Varda, elindeki çekilmiş bobinlerle Paris’e gidip Alain Resnais’nin kapısını çalıyor ve onu kurguyu yapmaya ikna ediyor. Akabinde Resnais, Varda’yı Cahiers du Cinéma çevresiyle tanıştırıyor. Onlarla ilk karşılaşmasını şu şekilde hatırlıyor Varda: “Konuşmalarını takip etmekte zorlanıyordum.
Binlerce filmden alıntılar yapıyor, Resnais’ye bin bir çeşit öneride bulunuyorlardı ve hepsi de çok hızlı konuşuyordu. Yanlış yere düşmüş gibiydim, oraya ait değildim. Cahiers’deki oğlanlar arasında tek başına bir kız olarak kendimi küçük ve cahil hissetmiştim.”
Ön planda Paris’ten La Pointe Courte’a gelmiş bir çiftin krize saplanmış ilişkilerini sorguladığı, arka planda ise yoksul balıkçıların hayatının neredeyse belgesel gibi aktığı, görsel yanıyla hayli cüretkâr, sonradan Yeni Dalga’ya atfedilecek tüm meziyetleri taşıyan bir film Paralel Yaşamlar. Onun dört katı bütçeyle çekilen Serseri Âşıklar’a (À Bout de Souffle, 1960) daha beş yıl, estetik olarak kimi sahnelerinde Varda’nın ilk filmine şaşırtıcı bir benzerlik sergileyen Persona’ya (1966) ise on bir yıl var (Varda’nın sadece Yeni Dalga’ya büyükannelik yapmadığı anlaşılıyor!). Paralel Yaşamlar’ın kurgusunu Resnais’nin yaptığı düşünülürse, filmin Hiroşima Sevgilim’e (Hiroshima mon Amour, 1959) ilham vermiş olması da gayet mümkün.
Erkek meslektaşları, Varda’nın sinemanın dışından da beslenen yenilikçi dilinden etkilenmeye devam etmiştir kuşkusuz. Keşke onun çizdiği gerçekçi kadın portrelerinden de aynı şekilde feyz alsalardı diye düşünüyor insan. Yeni Dalga yönetmenleri 400 Darbe’den (Les Quatre Cents Coups, 1949) Serseri Âşıklar’a, belli başlı tüm filmlerinde oğlanların serserilik hâllerini hikâyeleştirirken, sinemada bir kadının trajik serseriliğini görebilmek için Yersiz Yurtsuz’u beklememiz gerekti mesela. Benzer şekilde Beşten Yediye Cléo’yla (Cléo de 5 à 7, 1962) da Paris’i hayatının en endişeli ânındaki bir kadının gözlerinden görebilmemizi sağlamıştır Varda. Kendisinin de dediği gibi bu film, “Bir Paris belgeseli üzerine resmedilmiş bir kadın portresidir”. Ve işin garibi, filmin ana karakteri klişe güzellik anlayışına göre son derece güzel ve genç bir kadın ama bir aşk öyküsünün kahramanı değil! Öykünün aşkla ilişkilenebilecek tek noktası, çalışan erkeklerin işten çıkıp eve gitmeden önce metresleriyle buluştuğu bir saat diliminde (5 ile 7 arası) geçiyor olması.
Kurmaca sinemanın ufkunu farklı alanlara doğru genişleten kısalı uzunlu birçok filmden sonra Varda, yeni bin yıla elinde dijital el kamerasıyla girecek ve bu avuç kadar cihazın taşıdığı muazzam potansiyeli keşfetmeye çıkacaktır. Her açıdan bir keşif/arama filmi olan Toplayıcılar (Les Glaneurs et la Glaneuse, 2000) hem belgesel sinemanın kaderini hem de sinema seyircisinin belgesel türüne bakışını değiştirmekle kalmamış, ilk filmini yapma sancısı içindeki genç sinemacılara yeni bir yol göstermiştir. Ve en önemlisi, hayatın çöplüğünü karıştıran bir ‘görüntü toplayıcısı’ olarak kendini de hikâyenin içine katan rahat ve neşeli üslubuyla, belgesel türünün sınırlarını bir hayli esnetmiştir.
O dönemde piyasaya henüz çıkan hafif el kamerasıyla çekilip çok düşük bir bütçeye mâl edilmiş bir filmin Paris’in sinema salonlarında ve dünyanın her köşesinde haftalarca gösterimde kalarak milyonlarca insana ulaşabilmiş olmasıyla ayrıca yapım sektörünün gözünü açmıştır. Öte yandan, hiçbir zaman sektörün parçası olmayı düşünmemiş, yaptığı onca filme rağmen sinemadan ancak geçimini sağlayacak kadar kazanabilmiş, sekseninde bile şunu söyleyecek kadar kendini güvencesiz hissetmiş bir sinemacı: “Bana habire ödül veriyorlar, evim hayvan heykelcikleriyle doldu ama bir sonraki filmimi çekecek parayı bulamıyorum.”
Bundan on yıl önce sekseninci yaşını kutlamak üzere çocukluğunu, gençlik yıllarını, hayatından gelip geçen insanları, mekânları, aşklarını anlatan Agnès’in Plajları’nı (Les Plages d’Agnès, 2008) yaptığında, “muhtemelen son filmim olacak” demişti. İyi ki öyle olmadı! Şimdi doksanıncı yaşını, dört dörtlük bir sinema dersiyle kutlamaya hazırlanıyor. Didier Rouget’yle birlikte çekmeyi planladığı yeni belgeseli, sinemaya, sanata, yaratmaya dair birikiminin, kısacası yukarıda özetlemeye çalıştığımız mucizevi deneyimin hikâyesi olacak gibi görünüyor.
Agnès Varda’yı sinema tarihinden bir başka yönetmenle bir arada düşünecek olsak, o isim hiç kuşkusuz Left Bank’in diğer büyük ismi Chris Marker olurdu. Aralarındaki benzerlik sadece kedilere olan düşkünlükleriyle de sınırlı değil; bitmek bilmez arayışları, edebiyattan, resimden, sanat tarihinden, felsefeden beslenen denemeci yaklaşımları, onları sinema evreninde birer ilham perisi hâline getirmiştir. Bir farkla ki, Marker tanrılar katını mesken tutarken, Varda ayağını sokaktan hiç çekmemiştir.
Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” demesine benzer şekilde, geleceğin özgür ruhlu sinemacıları rahatlıkla şunu diyebilir: “Hepimiz Varda’nın kamerasından çıktık.”
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazar, muhabir ve editör olarak çalıştı. 2003'te Theo Angelopoulos üzerine gerçekleştirdiği "Theo'nun Bakışı" ile birlikte belgesel yapımına yöneldi. Yönetmen, yapımcı ve kameraman olarak birçok belgesele imza attı. 2008'de bir grup arkadaşıyla birlikte Documentarist İstanbul Belgesel Günleri'ni hayata geçirdi. Halen yazı yazıyor, festival izliyor ve film programları düzenliyor.