Şu An Okunan
Büyük Yolculuk: On Altı Milimetrede Devriâlem

Büyük Yolculuk: On Altı Milimetrede Devriâlem

Cannes’dan En İyi Yönetmen ödülüyle dönen Miguel Gomes imzalı Büyük Yolculuk, Edward isimli İngiliz bir memur ve nişanlısı Molly’nin hikâyesini takip ediyor. Yer yer sessiz sinema diline öykünerek Brechtyen bir estetik benimseyen film, 16mm pandemi görüntülerinin araya girdiği tuhaf bir seyahatname.

Bir cangılın içindeyiz. Kamera anlamsızca yerdeki çalı çırpıya bakıyor. Üst seste bir kadın sesi, yıllardır görmediği nişanlısı Molly’den kaçarken Britanya sömürgelerinde zoraki bir gezgine dönüşen Edward’ın, rehberi Umar tarafından sağ salim Bangkok’a ulaştırıldığından bahsediyor. Yıllardan 1918, İngiliz sömürgecilerin Burma ve Tayland’daki ormanları özelleştirdiği, ağaç kesimlerini sistematikleştirdiği zamanlar. Ağaçların arasında gezinen kamera sonra anlamsızca yere doğru bakıyor ve çalı çırpının içinde bir ışık beliriyor. Zil melodisinden bir cep telefonu olduğunu kısa sürede anladığımız bu cihaza kadrajın dışından bir el uzanıyor ve telefonu açıp “alo” diyor, sadece sesini duyuyoruz. Öte yandan üst ses hiçbir şey olmamış gibi anlatımına devam ediyor, kamera da tekrardan ağaçlar arasında gezinip duruyor.

Günümüz seyircisi kuşkusuz bu tür anakronik trüklere alışkın. Yıl 1918, cep telefonu çalıyor, tamam ama yönetmen koltuğunda Miguel Gomes var, dolayısıyla yadırganacak bir durum yok. Yadırgadığımız şey, daha çok, bunu yapanın 1918’i anıştırmak için siyah-beyaza dönen bir film olması. Madem döneme ait olmayan cihazlar, en olur olmadık yerde, ormanın içinde karşımıza çıkacak, o zaman niye bu görüntüler siyah-beyaz? Niye geçmiş zamanı imliyorlar? Baştan aşağı anakronik trüklerle dolu bir dünya yaratılamaz mıydı?

Büyük Yolculuk’ta (Grand Tour, 2024), Gomes bir yandan seyirciyi ülkeden ülkeye savururken, bir yandan da muzipçe bu tür sorularla baş başa bırakıyor. Öyle ki bir noktadan sonra bunları düşünmeyi bırakıp kendinizi bu tuhaf yolculuğa kaptırmış buluyorsunuz, hangi ülkede olduğunuzu, niye orada olduğunuzu çoğu kez tam olarak bilmediğiniz gibi. Bangkok’ta kraliyet baloları, Saigon’da hasta bitap düşmeler, Malina’da sarhoş geceler, kumar, Horoz dövüşleri, maymunlar, örümcekler, egzotik meyveler, bitkiler, heliconia rostrata, etlingera elatior, halüsinasyonlar… Japonya’daysa görünmez insanların gölgesini gördüğünü iddia eden Edward çıkıyor karşımıza. Büyük Yolculuk, Britanya imparatorluğunun bu alelade uşağının “kendini” arama, varoluşuna anlam katma hikâyesine dönecekmiş gibi görünürken, bir anda direksiyonu casusluk anlatısına çevirip ardından hızla onu da terk ediyor. Adeta Gomes’in şapkasından çıkardığı muzipçe şakalarla dolu bir dönme dolabın içindeyiz.

Ne kadar karmaşık, dağınık ve başına buyruk (evet yeri geldiğinde bir barda tek başına ‘My Way’ söyleyip ağlayan bir adamı da izliyoruz -Gomes’in aktardığına göre Filipinler’de My Way çetesi diye bir şey varmış!-; bir başkası karaoke resitalini bir iskeleye taşıyıp kamusallaştırıyor) görünse de esasında Büyük Yolculuk, özenli bir şekilde dönme dolap-laştırılmış ve gelecekteki film hayalperestleri için bir “yöntem önerisi” sunacak kadar güzel tasarlanmış bir film. Gomes, W. Somerset Maugham’ın ‘The Gentleman in the Parlour: A Record of a Journey from Rangoon to Haiphong’ adlı seyahatnamesinde gördüğü bir hikâyeden, daha doğrusu bir anekdottan esinlenmiş. Maugham Burma’da, nişanlısının (yani Molly) İngiltere’den gemiye binip yanına gelmekte olduğunu öğrenip kendini yollara vuran, nişanlısını da peşinden sürükleyen bir İngiliz sömürge yöneticisiyle (yani Edward) tanıştığından bahsediyor. Sevgilisinin yıllar sonra yanına geldiğini öğrenip panikleyen bu adamın hikâyesi Büyük Yolculuk’un temelini oluşturmuş.

İşin ilginç tarafı ise hikâye değil, bu hikâyeyi Gomes’in nasıl filme çevirmeyi tercih ettiği. Gomes, filmin senaryosunu birlikte yazdığı Maureen Fazendeiro, Mariana Ricardo ve Telmo Churro’yla birlikte, 2020 yılında Myanmar, Vietnam, Tayland, Singapur, Filipinler ve Japonya’yı kat ettikleri bir seyahate çıkıyor. Yanlarına Apichatpong Weerasethakul’un görüntü yönetmeni olan Sayombhu Mukdeeprom’u alıyorlar ki, 16 mm kamerasıyla görüntü toplasın. Pandemi araya girince Çin’deki çekimleri Lizbon’dan yönetiyor Gomes. Daha sonra bu çekimleri Edward ve Molly’nin iki ayrı bölümde karşımıza çıkan hikâyesine yediriyorlar. Nişanlı çiftin sahneleriyse Lizbon ve Roma’da stüdyoda çekiliyor.

Sessiz Sinemanın İzleri

Yerdeki çalı çırpıya anlamsızca bakan kameraya dönelim. O planda aslında buranın bir stüdyo olduğunu ele veren cep telefonu dışında detaylar da var; ne olduğunu anlayamadığımız, çiçeği andıran bir aksesuar ve doğal örüntünün parçası olmadığı bariz başka objeler. Büyük Yolculuk, Edward ve Molly’nin sahnelerinin stüdyoda çekildiğini pek de saklamıyor. Tam aksine, seyircinin sinema hafızasını tetikleyecek, özellikle erken dönem sessiz sinemayı anıştıracak tekniklerle stüdyo ışıklarını ve yapaylığı özümsüyor, diline yediriyor.

Kuşkusuz, belgeselle kurmacanın birlikteliği de, kendi üretimini ele veren meta-anlatılar da Miguel Gomes sinemasına yabancı değil. Amansız bir belgesel-kurmaca, şimdiki zaman-nostalji kolajı olan Aquele Querido Mês de Agosto’dan (2008) Portekiz’in kemer sıkma politikalarına dair çok bölümlü, her sekansta farklı üsluplu bir meta-anlatı olan Binbir Gece’ye (As Mil e Uma Noites, 2015) kadar, Gomes’in sineması bu tür örneklerle dolu. Nihayetinde, magnum opus’u olarak görülen Binbir Gece’ye film ekibini terk edip setten kaçtığı kendi görüntüleriyle başlayan (bu ekonomide film çekilmez dercesine) bir yönetmen söz konusu. Bu tür Brechtyen (kendi üretimini açık edip seyirciyi yabancılaştıran) öğeleri de seviyor, Büyük Yolculuk’ta da merkeze oturan kaçma, terk etme, yapmamayı tercih etme meselelerini de seviyor, hattâ yine Büyük Yolculuk’un dilini şekillendiren, ironik dokunuşlarla bezenmiş (ama parodiye kaçmayan) oryantalist imgelemi de seviyor. Ama belki şöyle bir ayrım yapmak lazım ki bu Büyük Yolculuk’un estetiğini belirleyen asıl unsur: Gomes’i Brechtyen sularda gezinen diğer sinemacılardan ayıran şey, onun Brechtyenliği daha çok sessiz sinema döneminde araması ve sessiz sinemanın atraksiyonlarını pusula bilmesi. Yani, ben ekibimle birlikte (panayırda bir sihirbaz ya da sirk gösterisi gibi) size bir temaşa sunuyorum. Sessiz dönem sonrası konvansiyonel sinemada olduğu gibi kendimi gizlemiyorum. “Bu gösteriyi size sunan, sizi şaşırtmaya çalışan ben ve ekibim”deki Brecthyenliği pusula bilen bir yaklaşım Gomes’in tarzını belirleyen temel unsur. Bu yüzden Büyük Yolculuk’un, Gomes’in sessiz sinema diline en katışıksız biçimde öykündüğü Tabu’nun (2012) seyahatname fikriyle genişletilmiş bir türevi olduğu da söylenebilir.

Daha henüz filmin başlarında karakterleri ve nesneleri yuvarlak içine alıp kadrajın geri kalanına siyah kaş atması da, erken dönem sinemada temaşa niyetine sıkça kullanılan üst üste bindirmelere başvurması da (bir yerde dört görüntü birden üst üste biniyor), hattâ seçtiği oyuncuların F. W. Murnau’nun Şafak’ındaki (Sunrise: A Song of Two Humans, 1927) George O’Brien ve Margaret Livingston’ı hatırlatması da buna işaret. Fakat bundan da öte, Gomes, tercih ettiği oyunculuk tarzında da sessiz sinema jestlerini yankılıyor. Örneğin, Molly’yi oynayan Crista Alfaiate’nin gülerken yaptığı, dudaklarını birbirine çarptırıp ses çıkarma hareketi, tam bir “seslendirilmiş sessiz sinema” jesti. Bu gibi araçlarla erken dönem sessiz sinemaya özgü bir üslup, seyahat sırasında çekilmiş 16 mm belgesel görüntüleriyle miksajlanmış oluyor. Belgesel ve atraksiyonlar sineması, gündelik hayatın çiğliği ile seyirciyi temaşayla büyüleme arzusu iç içe geçiyor.

Aslında buna da çok şaşırmamalı çünkü Batılıların “uzak, bilinmeyen diyarlara” yönelik merakını seyahat görüntüleri formunda istismar eden, Lumiere’lerden başlayarak yine bir bakıma erken dönem belgesel sinemasıydı. Dolayısıyla, Méliès-vari sihirbazlık sinemasıyla Lumiere-vari belgesel sinema, aslında merak uyandırıp şaşırtma, atraksiyon yaratma ekseninde birleşiyordu. Gomes, bu kesişim noktasını ve sömürgeci/oryantalist bakıştaki yerini çok iyi idrak eden, bununla yaramaz bir çocuk gibi oynayan bir sinemacı. Bir söyleşisinde “Batılı izleyicinin biraz kaybolmasını istedim” diyor. Belki de hem kaybolmasını istiyor Batılı seyircinin hem de büyülü bir alemde gezintiye çıkmasını. Hem bu sömürgeci dilden faydalanmak istiyor, hem de sömürgeci şiddet ve gaspın merkezde olduğu masallar anlatmak. Hem beyaz bir adamın peşine takıyor seyirciyi, yerli halkları dilsizleştiriyor ya da egzotik öğelere çeviriyor, hem de tüm hikâyeyi farklı dillerde, farklı kişilerin okuduğu üst seslerle aktarıyor. Hem filmi sevgilisine (Maureen’e) adayacak kadar romantik, hem de tüm anlatıyı ikiye bölüp, biri erkeğin diğeri kadının iki farklı bakış açısından kat edilen yola bakacak kadar yapıbozumcu. Bir bakıma hem Lumiere, hem Méliès, ama en çok da muzip ve sarhoş bir sinema gezgini. 


Büyük Yolculuk, MUBI Türkiye’de gösterimde.

Miguel Gomes’le yaptığımız ‘İzliyorum’ söyleşisini izlemek için tıklayınız.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.