Şu An Okunan
43. İstanbul Film Festivali – Ulusal Yarışma: Yönetmenler Anlatıyor

43. İstanbul Film Festivali – Ulusal Yarışma: Yönetmenler Anlatıyor

43. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma heyecanı başlıyor. Bu vesileyle Ulusal Yarışma’da yer alan Altın Lale adayı filmleri yönetmenlerine sorduk. Festivale özel hazırladığımız ‘Yönetmenler Anlatıyor’ soruşturmasında sözü yönetmenlere bırakıyoruz…

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 43. İstanbul Film Festivali 17 Nisan’da başladı. Türkiye ve dünya sinemasından pek çok güncel yapımın yanı sıra tematik bölümlerde çok sayıda filmi bir araya getiren festivalde gösterimler paralelinde bir dizi etkinlik de düzenleniyor. Festivalin güncel Türkiye sineması açısından oldukça önem taşıyan ulusal yarışmaları ise 22 Nisan Pazartesi akşamı düzenlenecek gösterimlerle başlıyor. Kurmaca uzun metraj filmlerin yer aldığı Ulusal Yarışma’nın yanı sıra belgesel ve kısa yarışmalarında da pek çok yapım yer alacak.

Festivalin Ulusal Yarışma’sında bu yıl on film yer alırken bunlardan beş tanesi yönetmenlerin ilk filmi olma özelliği taşıyor. Festivalde yarışma heyecanı başlamak üzereyken mikrofonu filmlerin yönetmenlerine uzatıyor ve sözü onlara bırakıyoruz. Yarışma öncesinde yönetmenlere senaryolarının çıkış noktasını, önceki işleriyle yeni filmleri arasında nasıl bir ilişki olduğunu ve filmin izleyiciye nasıl bir seyir deneyimi vaat ettiğini sorduk. Gelen yanıtları festival özelinde hazırladığımız ’43. İstanbul Film Festivali – Ulusal Yarışma: Yönetmenler Anlatıyor’ soruşturmasında bir araya getiriyor, filmleri alfabetik olarak sıralıyoruz.


Yönetmenlere sorduğumuz ortak soru: Filminizin senaryosunun/öyküsünün çıkış noktasından, sizi bu filmi yapmaya yönelten faktörlerden bahseder misiniz? Eğer ilk filminiz ise, sinemaya başlama hikâyenizi kısaca anlatır mısınız? Değilse, filminizin önceki çalışmalarınızla ilişkisini ya da onlardan ne açılardan ayrıldığını anlatır mısınız?


8×8

Kıvanç Sezer: 8×8 benim üçüncü filmim. Ama Babamın Kanatları (2016) ve Küçük Şeyler’den (2019) sonra çekmeyi düşündüğüm üçlemenin üçüncü filmi değil. İşçi, beyaz yakalı ve müteahhidin hayatını anlatan sınıfsal bir üçlemenin son halkası olan filmimin adı ‘Tahtakuruları’. Üçüncü filmim aslında bu olacaktı. Ne çok üç rakamı geçti değil mi? Ama konumuz üç değil sekiz. Neyse. ‘Tahtakuruları’ ile Kültür Bakanlığı’na yapım desteği için başvurmaya hazırlanıyordum. Bakanlığın başvurusunda teknik bir detaya takıldım kaldım. Yönetmelikte yapılan bir değişiklikle başvuru yapabilmek için ana yapımcı olan benim adıma alınmış bir eser işletme belgesi gerekiyordu. Bu önceden olmayan bir madde idi. Bu belge de esasen filmin satış işlerindeki ortaklarını hukuken tescil eden bir belge. Nasıl bir engel olarak çıktığına şaşırır insan. Ama burası Türkiye. Ne zaman ne çıkacağı belli olmuyor. Küçük Şeyler’in eser işletme belgesini diğer yapımcım üzerine almıştık. O yüzden kendi şirketim üzerinden başvuramayacaktım. Bazı yapımcı dostlara rica ettim, onlar da yardımcı olamadılar. Bu da benim asabımı çok bozdu. Asabımın bozulması çoğu zaman yaratıcılığımı arttırır.

Pandeminin ilk yılıydı ve kendimi çok sıkışmış hissediyordum. Yazageldiğim başka projelerde de bir tür çıkmaza girmiştim. Kendime güvenimi neredeyse kaybediyordum. Bakanlığın bu durumu da üzerine tüy dikmişti. O yüzden ben de başka bir yol aradım. Üçüncü bir yol. Konumuz sekiz demiştim ama aslında üç. Bir çift ve onlarla aslında hiç alakası olmayan üçüncü bir adam… İşte o üç kişiyi bir eve kapatıp çıkmaza girmiş bir ilişki, bir intihar girişimi, bir kedi, biraz yağmur ve bolca ironik durum hayal ettim. Bir gecede geçen ve yapım koşullarını kontrol edebileceğimiz, hızlıca çekebileceğim bir film olmalıydı bu. 8×8 yani 64 karelik bir satranç oyununda kimin galip kimin mağlup olduğunu merak ettiğim bu oyunsu dünya böylece ortaya çıkmış oldu.


Başlangıçlar

Ozan Yoleri: Üniversite mezuniyetinden sonraki ilk yıllar bir tür “yetişkinliğe geçiş” sürecine tekabül ediyor, ancak herkesin hayatı farklı hızlarda aktığı için bu süreç bazılarımızda daha uzun sürüyor. Burada bir bocalama, hayatın bir sonraki aşamasında ne yapacağına karar verememe, “Acaba doğru şeyi mi yapıyorum?” gibi sorgulamalar devreye girmeye başlıyor. Kayıplar, taşınmalar, ilişkiler, ailevi ve mesleki sorunlar gibi diğer faktörler de devreye girdiğinde insan kendini bir anda yirmilerinin ortasında, çeyrek yaş krizi denen çok boyutlu bir ruhsal sıkıntının içinde bulabiliyor.

Kendimde ve çevremde gözlemlediğim bu durum giderek beni bu konu hakkında daha fazla düşünmeye sevk etti ve Başlangıçlar böyle bir dönemde ortaya çıktı. Ev, evden ayrılma, geçip giden zaman gibi temalar sinemayla bir izleyici olarak ilgilendiğim zamanlardan beri ilgimi çekiyordu. Bu nedenle filmin çatısı oluştuktan sonra hikâyeyi bu temalardan beslenecek şekilde inşa ettik. Senaryo tamamlandığında yirmilerimin sonlarındaydım; bu açıdan ilk elden yaşadığımız deneyimlerin ve duyguların filmde kendine yer bulduğunu söyleyebilirim.


Bildiğin Gibi Değil

Vuslat Saraçoğlu: 2016’da tatilde arkadaşlarla bir oyun oynadık. Oyun şöyle: Ebe seçilen kişi ortamdan uzaklaşıyor. Kalanlar bir karakter özelliği belirliyorlar: Dürüstlük, diğerkâmlık, asabilik, pintilik vs… Ebe, kalanlara “Şu kişiye bu özellikte kaç puan verirsin?” diye sorarak o özelliği bulmaya çalışıyor: “Nihat Doğan’a kaç?”, “Tansu Çiller’e?”, “Annene?”, “Kendine?”, “Bana?” gibi…

Arkadaşların içinde birbirleriyle kardeş olan üç kişi vardı. Ebeveynlerine şaşırtıcı derecede farklı puanlar verdiler. Bu durum beni filmin temellerini oluşturan düşüncelere götürdü: Kardeşler arasında yaşanan çoklu hafıza durumu, kimisi için birinin iyiliğinin diğeri için zalimlik anlamını taşıması, kimisi için on saniyelik bir zaman diliminin diğeri için on senelik bir yük barındırması… Bugüne katlanabilmek için geçmişin nasıl eğilip büküldüğü… Kısacası ortak bir geçmişe sahip olsalar da bambaşka geçmişler yaşamış olmaları…

Sonra kardeşlik denen girift yapıyı içerdiği aşk-nefret ilişkisiyle beraber resmetmeyi amaçladım. Bunun için hikâyeyi belli bir sosyokültürel-ekonomik yapının içine oturtmam gerekiyordu. Bunlardan bana en aşina olanını seçtim. Üç kardeşli bir ailenin üyesi olduğum için de “üç” sayısında ısrar ettim.

Hikâyeyi on dört yaşıma kadar yaşadığım Tokat’ta çekmek istedim. Tokat’ın her köşesinden kendini gösteren dağların insana kaçamayacağı sınırlarını hatırlattığını, hatırı sayılır bir güven ve dayanak hissi vermesine rağmen aynı zamanda güneşinizi kesip yer yer üzerinize devrilecekmiş gibi bir his yarattığını düşünmüşümdür. Aynı aile, geçmiş ve hafıza gibi… İlk filmimde olduğu gibi bunda da gündelik hayatın komik, absürt anlarıyla öykünün duygusal tonunu dengelemeye çalıştım. Anlatım olarak seyirciyle filmi baş başa bırakmayı hedefleyen bir sadelik gözettim. Sahneler kurulurken tekrar edilemezlik duygusu yaratmaya çalıştım. Borç’ta (2018) hikâyenin merkezinde tek karakter vardı. Burada kardeşlerin ilişki dinamiği; yani üç karakter var. Bu farklılığın biçimi etkileyen yanları oldu.


Büyük Kuşatma

Sinan Kesova: Büyük Kuşatma, uzun metraj olarak yazmış olduğumuz ikinci film aslında. Evvelinde ‘Glasgow’ adında, Fransa’da çekilmesi icap eden bir projemiz vardı fakat türlü regülasyonlar sebebiyle finanse etmek çok mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine yakın arkadaşım ve son kısa filmim Hinterlant’tan (2017) bu yana beraber çalıştığımız Arda Ekşigil’le Türkiye’de yapabileceğim bir film üzerine çalışmaya başladık.

Açıkçası spesifik bir çıkış noktamız da yoktu. Öncelikle birer sinemasever olarak nasıl yeni sulara yelken açabiliriz diye düşündük ve uzun uzadıya sohbetlerimiz neticesinde kendimize bir takım kısıtlamalar koyduk: Filmin İstanbul’da geçen bir hikâyeyi ele almasında, seküler bir aileye odaklanmasında karar kıldık. Aklımıza gelen bir takım imgeler, durumlar ya da mekânlar üzerinden de ufak ufak ilerledik. Bu durumun bize tanıdığı özgürlük alanı hoştu hoş olmasına ama ne yönde ilerleyeceğimize karar vermek de bir o kadar meşakkatliydi. Bu sebeple de senaryo sürecini şimdilerde daha ziyade sancılarıyla hatırladığımı söyleyebilirim. Birçok kez ne yaptığımızı, neyin peşinden gittiğimizi, buradan bir film çıkıp çıkmayacağını sorgular hâlde bulduk kendimizi.   

Zihnimde canlanan bir takım görüntülerin ete kemiğe bürünebiliyor olma hâli beni film yapmak konusunda en heyecanlandıran husus. Dolayısıyla görsellik daima birinci planda. Büyük Kuşatma da, görselliğe ilgim ve tematik olarak bir aile hikâyesini ele alıyor olması itibariyle, kısa filmlerimle bir devamlılık teşkil ediyor olsa da, konuşkanlığı ve mizaha başvurduğu oranla biraz da ayrılıyor.

Kabaca, aile olma – yahut olamama – hâlini, hâl ve hareketlerinde yer yer tutarsız ya da aşırıya kaçan karakterler üzerinden irdelemeye gayret ettiğimiz bir film. Hayattan temel beklentileri apayrı olan insanlar imkânsızlığına kani oldukları beraberliklerini ne için ve nasıl sürdürür? Nasıl bir ruh hâlidir onlarınki?


Rosinante

Baran Gündüzalp: 2017 sonlarında motosikletle yolcu taşımaya başlayıp şehrin farklı katmanlarında dolaşmaya başladıkça her tanıklık ve deneyim birikti. İstanbul’un hiç girmediğim mahalle ve sokaklarına yaptığım bu yolculuklarda çok farklı insan öykülerine tanık oldum. Bu birikimleri tüm kısa film projelerimi birlikte yazdığım Deniz Yeşilgün’le paylaşınca ortaya beni yıllarca peşinden sürükleyecek çapta bir senaryo çıktı. Başından beri bir kenti sinema üstünden yeniden yaratmaya ve okumaya kafayı takmıştım. Biraz da bu yüzden her yolculuğa çıktığımda senaryo zihnimde canlanıyordu. Öyle bir noktaya gelmiştim ki filmi çekip bitirdiğim duygusuna kapılıyordum. Fakat araya giren “pandemi yasakları dönemi” sete girmemizi imkânsız hâle getirince senaryo yirmiye yakın draft’la iyice distile oldu ve diyaloglarıyla, mizansenleriyle yaşayan bir sinema filmi ortaya çıktı. İstanbul’un da başrolde olduğu, sinemada temsili nadir görülen “prekarya sınıfına ait bir ailenin” hayatını merkeze alan ve şehrin kuytularında gezindiğimiz bir film oldu Rosinante. Bunda benim gibi motosikletle yolcu taşıma deneyimini yaşayan başrol oyuncularımızdan Fatih Sönmez’in de katkısı çok büyük.

Rosinante yolculuğuna başlayana dek, uzun yıllar reklam ajanslarında yaratıcı gruplarda çalıştım. Beyaz yakalı yaşamının mizacıma uygun olmadığını çok erken anlamama rağmen zincirlerimden kurtulmam da epey uzun sürdü. Sayısız başarısız firar girişiminden sonra kademeli olarak reklam yönetmenliğine geçtim. En azından “yönetmen” olmuştum. Ama Rosinante’nin doğumunu beklemek yıllarca süren bir kışı “ruh üşümesiyle” beklemek gibiydi. 2020’ye geldiğimizdeyse tam Bakanlık desteği çıktı derken pandemi patladı ve sete girebilmek için iki yıl daha bekledim. Bu süreçte döviz kuru krizi, enflasyon ve çeşitli dünya/ülke hâlleriyle birlikte önüme çıkan sayısız engel sayesinde; yedi kez düşüp sekiz kere kalkmayı öğrendim. Sinema filminin hayalini kurmakla “sinema yapmak” arasındaki farkı ilk filmini çeken herkes şöyle ya da böyle yaşamıştır diye düşünüyorum.


Son Hasat

Cemil Ağacıkoğlu: Son Hasat’ı dil ve görsel açıdan diğer projelerden farklı görüyorum. Çünkü senaryolar, kendi mekânlarını ve kamera duygularını belirler. Son Hasat’ta da böyle oldu… Ezenin neden ezdiğini, ezilenin de neden bunlara maruz kaldığını ve iki tarafın da bilerek yarattıkları “kaotik” bir dünyayı göstermek istedim. 1993 yılında fotoğraf sergisini açtığım “Hasırın Öyküsü” projemi; yıllar sonra bildiğim, tanıdığım ve dost olduğum o yörenin insanlarıyla Son Hasat‘a dönüştürmek müthiş bir deneyimdi!

O zamanlar fotoğrafçı kimliğimle gördüğüm hayatları, bozkırın ta ortasındaki o bilinmez göldeki hikâyeleri, labirentlerde kaybolmuş hayatları, bugün yönetmen kimliğimle anlatmak bana borç gibi geldi. Bence bu her şeye değerdi…


Suyun Üstü

Aslıhan Ünaldı: Politika ve sanat okudum, sonradan bunları en yaratıcı şekilde birleştiren mecralardan biri olan sinemaya yöneldim. Suyun Üstü yönettiğim ilk uzun metraj. Önceden yönettiğim kısalarım ve belgesellerim, ayrıca başka yönetmenlerle yazdığım, çekilmiş uzun metraj senaryolarım var. İşlerim genelde kadın karakterlere odaklı ve büyük sosyopolitik meselelerin bireysel hikâyelere etkisini irdelemekle ilgili.

Suyun Üstü kişisel bir hikâye ve yıllardır benimle. Babam Deniz Harp mezunu, eski denizcilerden. Ben lisedeyken, yazları ufacık bir tekne kiralayıp Ege’de yelkene çıkardık. Ailecek en güzel anılarımız ve en büyük kırılmalarımız teknede yaşandı. Fikir buradan çıktı: Kaçacak yer olmayan alanda yüzleşmeler dramatik gerilim anlamında zengin bir temel. Ayrıca o bölgeye âşığım; Kleopatra Hamamı olsun Gemiler Adası olsun, buraların doğal ve tarihi güzelliklerini iyice bozulmadan görüntülemek istedim. 13 metrelik bir teknede, küçük ve harika bir ekiple tam anlamıyla bağımsız çektik filmi.

Suyun Üstü birbiriyle yeniden bağlantı kurmaya çalışan dağılmış bir ailenin hikâyesi üzerinden bir Türkiye resmi çiziyor. Kişisel çatışmaların yanı sıra basın özgürlüğü gibi toplumsal meseleleri kadın karakterleri merkeze koyarak ele aldım. Tematik anlamda giderek muhafazakârlaşan bir toplum içinde marjinalleşen liberal kesimin dinamiklerini yansıtmaya çalıştım. Bu kesimin bu yabancılaşmada oynadıkları rolü anlamak, direnen hallerini de vurgulamak istedim.

Yurtdışında yaşadığım için bulunduğumuz coğrafyaya olan önyargının fazlasıyla farkındayım. Türkiye’ye çok tutucu bir ülke gözüyle bakılıyor. Tam da bu sebeple içinde şehirli karakterler, güçlü, özgür kadınlar olan, cinsellik içeren bir film yapmak istedim. Kalıplara sıkıştırılmayı sevmiyorum. Kültürel indirgemelere, önyargılara baş kaldırmak lazım.


Tereddüt Çizgisi

Selman Nacar: Hiçbir özel alana yer verilmeyip, sadece kamusal alanların olduğu ve bir karakterin, bu mekânların duygusuyla karşılaşmasını takip ettiğimiz bir film yapma fikrini uzun zamandır düşünüyordum. Bu yüzden Tereddüt Çizgisi’nde hastane, cezaevi, postane gibi lokasyonlarda geçen ve en önemlisi mahkeme salonunu filmin merkezine alan bir yapı bana her zaman ilgi duyduğum suç, adalet, ceza gibi kavramları doğrudan tartışma imkânı sağladı. Ayrıca ilk filmim İki Şafak Arasında’da (2021) olduğu gibi, sıkışık bir zaman kullanımını Canan’ın ruhunun derinliklerine doğrudan inebilmek için bir fırsat olarak gördüm; çünkü insan ahlaki bir soruyla karşılaştığında çeşitli entelektüel, analitik, rasyonel cevaplar geliştirebilirse de kişisel bir durum içerisinde zamana karşı bir cevap vermesi gerekince insanın kendi özüne dair refleksleri ortaya çıkartması daha muhtemel.

Ayrıca en başından beri bu hikâyede takip ettiğimiz iki ana meseleyi de derinlemesine ele alıp, bunların birbiri içine nasıl geçtiğini ve karmaşık bir hâle geldiğini anlatmak istiyordum. Çünkü aklımız ve kalbimiz, mesleğimiz ve özel hayatımız, ihtiyaçlarımız ve arzularımız birbiriyle çarpıştığında ortaya daha hakiki bir şeyin çıktığına inanıyorum. Bu yüzden “Hangi hikâye ile başlayıp ne zaman diğerine geçeceğiz, sahnelerin doğru ritim ve akışı nedir?” gibi sorular üzerine çok düşündüm. Filmin bir noktasında bu hikâyeler birbirine bağlanıyor ancak paralel olarak akarken bile dolaylı bir şekilde birbirine etki etsin istiyordum. Yani bir hikâye olmadan diğeri var olamaz ya da yaşanan hiçbir olay o şekilde gerçekleşemez gibi. Bu yüzden görünmez bir iple birbirine sarmal bir şekilde bağlamaya çalıştım.


Yurt

Nehir Tuna, filmin başrol oyuncusu Doğa Karakaş’la (Fotoğraf: Ece Tekin)

Nehir Tuna: Çocukluğumda beş yıl boyunca dini eğitim veren bir yurda gönderildim. İlk birkaç aylık süreçte, kaldığım yurt evimize çok yakındı. Hiç unutamadığım bir anım var: Yurdun kütüphanesinden, gözlerimi yurdun hemen ötesindeki evimize dikmiş, ışıkların yanmasını bekliyorum. Annemlerin eve gelmesini… Sonra ışıklar yanıyor; babam ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına asıyor, annem yemek hazırlarken babam televizyon izliyor, yemek yiyorlar. Bense en sıradan şeyleri karşı binada durmuş özlemle izliyorum. 

Alıştığım, bildiğim düzenim yanı başımdaydı ama beni dini bir cemaat yurduna göndermişlerdi. Yanımda sevdiklerim olmadan yaşamak büyük bir yalnızlığı getiriyordu. Yıllar sonra çocukluğuma dönüp, beni ben yapan o zamanları yeniden keşfetmek istedim.

Dindarlık ve sekülerlik arasındaki makro politik güçlüklerin bir çocuk üzerindeki etkilerine odaklandığım Yurt’ta hem ailesinin beklentilerini karşılamaya çalışıp hem de bir yere ait olmaya çabalayan Ahmet’in maruz kaldığı baskı ve yalnızlaşmayı aktarmayı amaçladım. 

2018’de Ayakkabı adlı kısa filmimi çekmiş, Yurt’un içerisinden ufak bir hikâyeyi anlatmıştım. Yurt’u atmosfer, görsel doku ve ritim konusunda test etmeme imkân tanıyan bu filmin öncesinde Dedeler En İyisini Bilir (2012) adlı filmimde hayatının aşkıyla ailesinin beklentileri arasında kalmış muhafazakâr bir gencin hikâyesini anlatırken de, “Kendini ve aileni aynı anda mutlu edebilir misin?” sorusunun cevabını aramıştım.


Not: Yarışmada, Mete Gümürhan’ın Beraber filmi de yer alıyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.