Şu An Okunan
Ali Tansu Turhan ve Burcu Uğuz ile Diyalog Üzerine Söyleşi: ‘Diyaloğa Sahip Çıkmak’

Ali Tansu Turhan ve Burcu Uğuz ile Diyalog Üzerine Söyleşi: ‘Diyaloğa Sahip Çıkmak’

İlk gösterimini Altın Portakal’da yapan Diyalog, gerek içeriği gerek yapım ve dağıtım modeliyle yerli sinemamıza yeni bir soluk getirme niyetinde. Filmi üreticileri Ali Tansu Turhan ve Burcu Uğuz ile konuştuk.

Yönetmenliğini Ali Tansu Turhan’ın yaptığı Diyalog, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin dikkat çeken sürprizlerinden biriydi. Bir filmin yapım sürecini, oyuncu seçimlerinden çekimlerin sonrasına dek takip eden film, gerek hikâyenin doğası üzerine kafa yoran, seyirciyi anlatının parçası hâline getiren yapısıyla gerek biçim ve içerik arasında bulmaya çalıştığı ‘diyalog’ kanallarıyla pek çok kişinin beğenisini kazandı. Filmin diyalog mefhumuyla kurduğu bu çok yönlü ilişki ilk gösterimin ardından da filme kılavuzluk etmeye devam ediyor. Diyalog ekibi Antalya sürecinin ardından filmle birlikte bir turneye çıktı ve ülkenin pek çok şehrinde özel gösterimler ve söyleşiler gerçekleştirdi. Turne şimdi de, 17 Mart itibariyle İstanbul’a geliyor. Aynı zamanda ülke çapında genel vizyona da giriyor. 

Diyalog, Ali Tansu Turhan’ın ilk uzun metraj yönetmenlik deneyimi. Burcu Uğuz ise projenin başından itibaren filmin pek çok alanında katkı sahibi. Senaryo (Fahri Güllüoğlu’yla birlikte), yapımcılık ve kurgu Turhan ve Uğuz’un ortak imzasını taşıyor. İkilinin elinden çıkma Diyalog, hem İstanbul’da hem de ülkenin birçok yerinde vizyona girerken filmin üreticileriyle bir araya gelip yapımdan beraber çalışma yöntemlerine, turne izlenimlerinden Türkiye’de sinema yapmanın doğasına uzanan kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Diyalog

İsterseniz filmin fikir aşamasından, ortaya çıkış sürecinden bahsederek başlayalım. Diyalog’a dair ilk fikirler nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir araya geldiniz? 

Ali Tansu Turhan: Biz zaten daha önce başka projelerde Burcu’yla birlikte çalışmıştık. Yeni projeler, senaryolar hakkında aramızda sık sık konuşuyorduk. Diyalog da aslında nereye varacağı belli olmayan -yani kısa film mi olacak, uzun metraj mı olacak, formu nasıl olacak bilmediğim- bir fikir olarak aklıma gelmişti. Daha sonra Burcu’yla konuşmaya başladıkça fikir genişledi ve içine katmanlar girdi. Ama temelde ilişkiler üzerine bir fikirdi. Konuşmalarımız sırasında ilerleyen süreçte ilişkideki gerçeklik-kurmaca ayrımının yanı sıra film yapmanın gerçeklik ve kurmacası da işin içine girdi ve sonrasında da bu son hâlini aldı diyebilirim.

Burcu Uğuz: Senaryo yazım sürecinden bahsedeyim ben de. Biz Ali’yle bir iki gün içerisinde filmi kaba hatlarıyla ortaya çıkardık. Karşılıklı yazarak yaptık bunu çünkü filmin adı Diyalog ve filmin diyaloglarının sahici olması önemliydi bizim için. Bu, özellikle yerli film izlerken sık sık şikâyetçi olduğumuz bir konuydu; karakterlere bir derdi söyletmek için söyletme hissi fazla baskın olabiliyor pek çok filmde. Bu ilk süreçten sonra da Fahri Güllüoğlu senaryo yazım sürecine dâhil oldu. Fahri’yle biz aynı yayınevinde çalışıyorduk. Çok iyi bir editör ve şairdir, Ali’yle de çok iyi anlaşırlar. Ona ilk başta arkadaşımız olarak okuttuk senaryoyu. Sonra Fahri, biraz mesleki alışkanlıklarla metnin içine o kadar girdi ki bir noktada, “Hadi gel bunun son dokunuşlarını beraber yapalım,” dedik. Fakat üçümüz çalışmaya başlayınca son dokunuşlardan çok bir yeniden yazım sürecine giriştik. Orada da önemsediğimiz şey sahiciliği tutturmak için hızla yazdığımız senaryonun ayakta durabilmesiydi. Diyaloglarının nitelikli olması gerekiyordu, boş kelime sarf etmemek gibi gayelerimiz de vardı. Bunun ince işçiliğini Fahri Güllüoğlu’nun da dâhil olmasıyla üçümüz beraber yaptık. 

Senaryonun filme dönüşme sürecinden bahsedelim isterseniz biraz da. Yapım fikri nasıl ortaya çıktı, nasıl bir yapım modeli izlediniz?

A.T.T.: Türkiye’de sanat filmi çekmek isteyen her ekip gibi biz de senaryoyu proje dosyası hâline getirip Kültür Bakanlığı’na başvurduk ilk olarak. Çıkmama ihtimalinin yüksek olduğunu biliyorduk tabii ki, çünkü konu ve biçim itibariyle fonlanan projelere benzer bir proje değildi ama şansımızı denemek istedik. Destek çıkmadı. Bizim asıl planımız da fonlarla film yapmak değildi zaten. Burcu’yla beraber bu yola çıkarken hem sektörün gerçekliği hem de kendi gerçekliğimiz üzerinden böyle kişisel bir hikâyenin nasıl anlatılabileceğine dair kafa yormuştuk. Elimizde para yoktu ama bir proje, bir hikâye vardı. Bize inanan bir ekip vardı. O ekiple farklı bir yapım modeliyle filmimizin bütçesini fonladık. Onu da Burcu anlatacaktır.

B.U.: Filmin bütçesini belirli fonlar üzerinden toplama niyetiyle yola çıkılıyorsa, o yolda filmin senaryosu çok ciddi değişimlere uğruyor. Fonların çizdiği belirli çerçeveler var. Ama bir yandan bu bizim ilk uzun metraj filmimizdi ve bu sebepten hikâyeyi değiştirmek istemedik. Dolayısıyla oturup üç kişiyle beraber ince ince hayalini kurduğumuz şeyin o hayale olabildiğince yaklaşması adına bir yapım modeli geliştirdik. O da şöyle oldu: Oturduk düşündük ne yapabiliriz, istediğimiz filmi nasıl çekebiliriz diye. Herkesin yaptığı gibi bütçenin kalemlerini döktük, o zamanın parasıyla 700.000 lira bir bütçe çıktı. Bizimki gibi filmlerin bütçesinin çok ciddi bir kısmını sette çalışan insanların kaşeleri oluşturuyor. Biz de bu noktada, “Bak bizim paramız yok, gel bilabedel çalış,” demek yerine o insanları filmin paydaşı yaptık. Bu da nasıl oldu? Diğer tüm sanat disiplinlerinde olduğu gibi telif sözleşmeleri yaptık. Telif sözleşmeleri normalde sadece senarist ve oyuncularla, varsa özgün müzik yapan müzisyenle imzalanıyor sektörde. Biz görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, kostüm gibi yaratıcı katkısı olan tüm grup liderleriyle aynı telif sözleşmelerinden yaptık. 

Evet, filmler çok zor çekiliyor, genellikle düşük bütçelerin içerisine sıkışmak durumunda kalıyoruz ama öte yandan filmler para kazanabiliyor aslında. Gerek ödül sistemleriyle gerek yurtdışı satışlarıyla çok ciddi paralar kazanabiliyorlar. O zaman madem biz beraber bir riske girip de film yapıyoruz, kazancı da beraber paylaşalım diye düşündük. Hem böyle bir ortaklık olsun, hem yalnızca lafta kalmayan bir bağımsızlık duruşu olsun ve filmin üretimi kolaylaşsın. Ayrıca sektörde çalışan insanların en büyük sorunu düzensiz gelir herhalde. Bir ay iki sete gidip ciddi para kazanabilirken sonraki üç ay hakkında hiçbir fikri olmayabiliyor birçok insanın. Böyle bir telif modeli oluştururken sözleşme sahiplerinin o filmin düzenli satışlarından kira gibi gelir elde etmesi ve bunun ona kazandıracağı seçim özgürlüğü esas hedefimizdi. Bunu da başardık hiç borca girmeden.

A.T.T.: Bir filmi yaparken kaçamayacağınız sabit harcamalar var: Kiralama, yemek, lojistik gibi harcamalar. Bu harcamalar da bizim 700.000 liralık bütçemizin 175.000 lirasına tekabül ediyordu, yani filmin %25’ine. O 175.000 lirayı da 28 farklı yatırımcıdan filmin bütçesinin %1’ine ve %2’sine denk düşecek şekilde meblağlar toplayarak oluşturduk. Böylelikle filmimizi 175.000 liralık nakit bir parayla gerçekleştirdik ve set bittiğinde bütün ödemelerimizi yapmış olduk. Böylece artık kazanacağı her şeyi paydaşlarıyla beraber bölüşecek durumda olarak filmi ortaya çıkardık.

Diyalog

Aslında yapım modeli olarak işin temelini sorgulamaktan bahsediyorsunuz. Film içerik düzleminde de bunu yapıyor bir anlamda. Bir filmin üretim sürecini seyirciye açıyor, mimari bir mesafeden çıplaklaştırıyor. Öte yandan plan sekansı, üç kanallı videoyu kullandığınız çoğulcu bir yapı da var. ‘Diyalog’u farklı bağlamlarda kullanıyor film bu bakımdan. Nasıl bir yapı kurmak vardı aklınızda?

A.T.T.: Bir filmi hayal ederken, tasarlarken ilk önce bir seyirci olarak o hayalle ilişki kuruyorum. Nasıl bir film izlemek istiyorum? Sinemayla ilişkim nasıl ve sinemadan beklentim ne? Burcu’yla da bu noktalarda çok benzer yerlerde bulunuyoruz. Yerli sanat filmlerinin çoğunun konusu, içeriği, biçimi, estetiği birbirine çok benziyor ve aslında benzedikleri şey de o dönemin modası olan filmlerin benimsediği ve kabul ettiği içerik, biçim anlayışı. Biz de seyirci olarak özdeşlik kuramadığımız, bizim hikâyelerimizi anlatmayan filmleri izlemekten çok sıkıldığımızdan gerçekten yaşadığımız şehir olan İstanbul, semt olan Moda ve kent hikâyeleriyle örülü bir film oluşturduk. Bunu biçimsel olarak da izlemek istediğimiz bir film hâline getirmek istedik. Filmin konu itibariyle, olay örgüsünün gittiği yer itibariyle seyirciyi şaşırtmasındansa seyircinin seyir zevkini ve seyir çeşitliliğini göz önüne almasını istedik. Film konusu itibariyle sürekli kendisini ifşa eden bir yerde, zaten ifşayla başlıyor ama biçim de sürekli olarak değişiyor. Fakat her şeyin baştan ifşa edilmesi, merak duygusunun azalması ortaya bir bayatlık çıkartmamalıydı. Biçim sürekli değişiyor çünkü gerçeklikle kurmaca arasında bir gelgit sağlıyor. Filmin genel atardamarının, kalp ritminin de o biçim değişiklikleriyle gerçekleştiğini düşünüyorum. Sonuçta kâğıt üzerinde çok tehlikeli olabilecek kararlar vardı ama ben hayal ettiğimiz şeye yaklaştığımızı ve bir bütünlük oluşturduğumuzu düşünüyorum.

Filmi izleyen herkesin cesurca ya da riskli bulduğu kararların hepsini film kendisi verdi aslında. Ali Tansu Turhan

Filmin dikkat çekici kısımlarından birisi de plan sekans kullanılması elbette. Film için hayati önemde, üstelik Kadıköy’ün oldukça merkezî bir bölümünde geçiyor. Çekimler nasıldı? Dahası, sizin için bu plan sekansın önemi nedir? 

A.T.T.: Seyirci olsun basın mensubu olsun filmi izleyen herkesin cesurca ya da riskli bulduğu kararların hepsini film kendisi verdi aslında. Hikâyeyi yazdık, oraya gelene kadarki biçim, içerik, akış ve gelişimi bize artık oranın kesintisiz bir şekilde akması gerektiğini söyledi. Film üç ekrana bölünmüş bir yerde başlıyor ve oraya gelene kadar aslında filmi, karakterleri, derdini anlıyoruz. Daha sonra prova sürecine giriyoruz. Orada daha daha ham çekimlerle oyuncuların da kendi isimleriyle oynamasından dolayı gerçeklik ve kurmaca birbirinin içine çok fazla geçiyor. O 32 dakikalık plan sekansa geldiğimizde de artık gerçekliğin de ötesine, seyircinin hafızasına girip seyircinin kendi gerçekliğine gitmesini sağlıyor film. Biz bu 32 dakikalık planı tek gecede çektik. İyi hazırlandık ve aslında filmin genelini oluştururken senaryosundan yapımına kadar hiçbir zaman kusursuzluğu hedeflemedik. Çünkü elinizdeki imkânları ve üzerine oturduğunuz altyapıyı bildiğinizde kusursuza ulaşmaktansa samimiyete ve çıplaklığa ulaşmak bu içeriğe çok daha uygun bir şeydi. Kusurları, kusurlu olmayı kabul etmemiz bir gecede üç tekrar alarak hayalimizi gerçekleştirmemizi sağladı. Tabii ki o gecede o çekimi yapabilmenin en büyük sağlayıcısı o alanı bize kapatan ekipti. Burcu o ekibin başındaydı. Filmin yapım ekibinin dışında 12 kişilik bir ekip vardı o geceyi kapatan ve çok stresli bir geceydi, herkes çok stresliydi. Zor olarak hatırlamıyorum ben o geceyi, stresli bir gece olarak hatırlıyorum ama sonunda da çok mutlu olduğumu ve hayal ettiğimiz şeyi başardığımızı hatırlıyorum. 

Filmin seyirciyle buluşması da alışılmışın dışında bir yolla oluyor. Film Antalya’ya seçildi, Antalya’da ilk defa seyirciyle buluştu. Ondan sonra da bir turneye çıktınız ve ekip olarak filmle birlikte geziyorsunuz. Bu süreç nasıl oldu, nasıl geçiyor? 

A.T.T.: Ben bizim ekibin en büyük artısının adaptasyon olduğunu düşünüyorum. Biz film üretimine başlarken aklımızda bu coğrafyadaki ilk filmini çekecek her üretici gibi fonlara başvurmak, oradan bütçeyi sağlayıp filmi çekmek, filmi çektikten sonra festivallere yurtdışından başlayarak başvurmak ve eğer oralara seçilirse filmin yolculuğunu festivaller üzerinden gerçekleştirerek daha sonra seyirciyle buluşturmak, maddi manevi kazanımını da bu yolculukla yapmak vardı. Antalya’ya seçildiğimizde bize hem ekranı üçe bölen kısmın hem 32 dakikalık planın çok tehlikeli olduğunu söylemişlerdi; sektörde çalışan, etrafımızdaki herkes bizde bu endişeyi uyandırmıştı. Antalya’da da aslında seyircinin tek konuştuğu sahne 32 dakikalık plan oldu, herkes o planı çok sevdi. Bu da bizim ilk bu hayali kurduğumuz zamanki hedefimizle, niyetimizle çok bağdaştı. Biz de seyirciyiz, onlar da seyirci ve farklı bir şeyler izlemek istiyoruz. 

Burcu’yla beraber Antalya Film Festivali bittikten sonra oturduk ve dedik ki: “Bu filmin yapımı da farklı oldu, filmin kendisi de farklı oldu. Neden seyirciyle buluşması ya da gösterim yolculuğu da farklı olmasın?” Çünkü festivallere başvuru yapıp filmin seyircisiyle buluşmasını beklemek gerçekten çok fazla zaman alan bir süre. Film seyirciden bu kadar büyük bir ilgi de görünce Burcu’yla beraber olabildiğince hızlı bir şekilde filmi seyirciyle buluşturalım dedik. Öte yandan dağıtımı da farklı yapmak gerekiyor dedik ve o noktada çok yakınımızdaki tiyatroculara, müzisyenlere bakarak filmi turneye çıkartalım, her hafta bir şehre götürelim ekibiyle beraber gezelim diye düşündük. Orada seyirciyle buluşalım, yapımını konuşalım, dağıtımını konuşalım gibi motivasyonlarla turne kararı aldık. 

Nasıl geçiyor süreç, nerelere gittiniz? 

B.U.: İzleyicinle kendi mecranda, kendi alanında karşılaşmak bizim gibi ilk filmini çekmiş, üretimde görece yeni diyebileceğimiz sinemacılar için çok büyük bir eksiklik ve gittikçe de azalıyor. Çünkü salgından sonra dijital platformlara olan meyil ve belki bir mecburiyet olarak oraya doğru itilme durumu var. İzleyicini hiç tanımadan üretime devam etmek çok olası bir senaryo aslında yeni sinema üreticilerinin kariyerinde. Mesela turneye çıkmak ve turnede olmak en başında çok kolay bir süreç değil, belki onu net biçimde söylemek lazım. Her hafta bir şehirde olmak demek bu aslında ve oraya ekiple gitmek çok önemli. Neden genel bir vizyona değil de her hafta bir yere gitmeyi tercih ettik? Gittiğimiz kente bir etkinlik ve yüz yüze karşılaşma imkânı sunmak istedik çünkü. Ama uçak biletinden kalacak yere, dağıtımından ayarlayacağınız söyleşilere kadar tüm bu programları yapmak, neredeyse tam zamanlı bir mesai alan bir düzen.

Diyalog

Peki sizce genel olarak uygulanabilir bir sistem mi bu?

B.U.: Film üretiminde artık onuncu yılını deviren bir yönetmen belki tercih etmeyebilir çünkü onlar sinemalara gidildiği, filmlerin kapalı gişe oynandığı zamanlara şanslılar ki tanıklık ettiler. Biz mesela izleyici olarak bir filmi izlemeye gidiyoruz, bazı salonlarda üç kişi oluyor. Biraz böyle bir ayrım var burada. Ama bir şekilde alanlarımızı korumamız gerekiyor. Biz turnede 15 şehre gittik, rahatlıkla söyleyebilirim ki kapısı sokağa açılan sinema salonu kalmamış. İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da birer ikişer var belki ama Anadolu’da, sokağa kapısı açılan bir tane sinema yok. Bizim turnemiz bir AVM turuna döndü, bu çok üzücü gerçekten. Anadolu’daki her AVM’yi gördük dolayısıyla. Şöyle bir problem var burada: İnsanlar kapısı sokağa açılan sinemayı nostaljik ve romantik bir yerden talep etmiyor. Gerçekten o sinemadan bir an önce çıkmak ve hayata karışmak, o üstündeki hâlle yürümeye devam etmek mümkün değil AVM sinemalarında. AVM sinemalarıyla ilgili bir diğer sorun da sinemaların şartları gerçekten çok zorlayıcı üreticiler ve sinema sahipleri adına. Çünkü sinemaya rağbetin artık gittikçe azaldığı bir yerde bunun sağlıklı bir şekilde devamını sağlamak hâlâ çok maliyetli. 

Bir heykeltıraşla konuşsak heykele vurulmuş en büyük ket şehirle bağının koparılmasıdır der herhalde. Bizim adımıza da aslında tam olarak böyle bir durum var. Burcu Uğuz

Bir heykeltıraşla konuşsak heykele vurulmuş en büyük ket şehirle bağının koparılmasıdır der herhalde. Yani sokaktaki heykellerin küçük şapellere veya müzelerin içine sıkışmasından bahseder diye düşünüyorum. Bizim adımıza da aslında tam olarak böyle bir durum var. Bu gidişatın nereye doğru evrilebileceği sorusu aklımızı en çok kurcalayan soru oldu turne boyunca. Çünkü belki birçok özenli sinema salonu mevcut DCP’sine bile bakamayacak, ampul alamayacak veya artık bundan yaka silkecek noktaya geldiğinde sinemayı kapatmasa bile belki projeksiyona geçecek. Dolayısıyla sinema birkaç küçük salona ve karanlıkta, sessizlikte bir şey izlemeyi deneyimleme/hatırlama amacıyla gidilen bir alana sıkışacak belki de; böyle sorular oluştu sinema salonlarına dair.

Turnede seyircilerin tepkisi nasıldı peki şimdiye kadar?

A.T.T.: Çok duygusal. Çünkü film de ilişkilere dair bir film. İlişkiler de insanın kendisiyle ilişkisinden başladığı için aslında çok mahrem yerler açıldı karşılıklı. Çok ortak derdin olduğunu gördük hep birlikte. Ben üretici olarak hem üretmek istediğim şeyde hem de hayattaki varoluşumda yalnız olmadığımı hissettikçe güçlendiğim bir yer oldu. Uzak olduğunu hisseden her insan birbirine yaklaştıkça heyecanlandık. Turne bize şunu gösterdi: Evet, belki bu dertlerin içerisindeki insanlar olarak azınlığız ama azınlık az olmayı temsil etmez. Azınlık çoğunluğa göre az olmayı temsil eder ve biz, içinde bulunduğumuz azınlık eğer belli bir şekilde bir araya gelebilir ve kendi dertlerimizi, mutluluklarımızı paylaşabilirsek o zaman bu üretim sinema salonlarına da yansıyabilir, böyle bir potansiyel var. 9 milyon üniversite öğrencisi var. 100 üniversite öğrencisinin birini sinemaya getirdiğinde 90 bin kişi yapıyor. 90 bin gişe yapan bir film, bir yönetmen hayatı boyunca film çekebilir bu ülkede. Biz bir üçüncü dünya ülkesi olarak sanki üçüncü dünya ülkesi değilmişiz gibi üretimimize devam ediyoruz sinemada. Yani bizim yapım modelini oluştururken de dağıtıma çıkarken de İran sineması gibi, dogma 95 gibi örnekler vardı önümüzde. Eğer sizin imkânlarınız kısıtlıysa, üretime dair tekdüzelik içerisine hapsolmuşsanız o zaman yapmanız gereken belli başlı şeyler var. Bunun yolu da o size dayatılmış kalıpların dışına çıkıp yaratıcılığı sadece senaryo üzerinde kullanmak yerine, yapımda da dağıtımda da kullanmaktan geçiyor. Ben ülkemizde dünyanın zorlaşan şartlarını da göz önünde bulundurarak çok daha farklı yapımların ve seyirciyle buluşma yöntemlerinin ortaya çıkacağına inanıyorum. 

Diyalog

Başka Sinema’nın turnedeki rolü nedir? Tamamen birlikte mi hareket ediyorsunuz?

A.T.T.: Biz Burcu’yla beraber bu turnenin rotasını, nasıl şekilleneceğini, etkinlik programını çıkardıktan sonra Başka Sinema’ya sunduk, onlar da bir iki haftalık düşünme sürecinden sonra bu modeli kabul ettiler. Zaten onlar da dağıtımın sonuç vermeyen bir mekanik içerisinde gerçekleştiğinin farkında olmaları nedeniyle yeni bir şeyler denemek istiyorlardı. Yola beraber çıktık ve gittiğimiz şehirlerdeki sinema salonları ayarlamalarını Başka Sinema yapıyor. Turneye Başka Sinema’yla başladık, şimdi genel gişeye giriyoruz, vizyondan sonra da ulaşabildiğimiz her yere de ulaşmayı hedefliyoruz.

Film şimdi de İstanbul’da gösterime giriyor. Sonrası için planlar nasıl?

B.U.: İstanbul’da gişeye girerken aslında Türkiye genelinde gişeye giriyoruz. Daha önce gittiğimiz ve gitmediğimiz başka kentlerde de vizyona gireceğimiz standart bir vizyon süreci olacak İstanbul’la beraber. Fakat İstanbul genel gişe kapsamında olmasına rağmen aynı diğer kentlerdeki gibi hem sanat kurumlarında hem de üniversitelerde söyleşiler yapıyoruz. Bunun haricinde Evin Sanat Galerisi’nde Diyalog’a eserleriyle katkıda bulunmuş sanatçıların dâhil olduğu bir söyleşi yapacağız. İstanbul’da geçireceğimiz etkinlikli iki haftadan sonra havaların biraz daha güzelleşeceği Nisan veya Mayıs’a doğru da bir Doğu turuna çıkacağız turne kapsamında. Kars, Van, Mardin, Ağrı, Antep gibi. Bunun haricinde de Bolu, Zonguldak ve Datça gibi özel olarak gösterim talep eden şehirlere ekibimizle birlikte filmimizi götürmek planlarımız dâhilinde. Yazın da umarım talep olursa biz elimizden geleni yapacağız. Açık hava sinemalarıyla devam edip ardından da artık Diyalog’la vedalaşacağız.

Öyleyse gelecekten bahsederek bitirelim isterseniz. Üretimi dağıtım ve gösterimle beraber düşünen bir modelden bahsediyorsunuz. Türkiye’de sinema sektörünün geleceği nasıl sizce? 

A.T.T.: Profesyonellerin çoğunun sinema seyircisine inanmadığı bir atmosfer var. İnanmadan bir şeyi gerçekleştirmek ne kadar mümkündür? Ya da bunu bir ticaret olarak düşünürsek, sizin ürününüzü almayan müşteriyi suçlamak ne kadar doğrudur? Aslında bu iki sorunun cevabını verdikten sonra bu ekonomiye ve bu sektöre daha sağlıklı bakabileceğimizi düşünüyorum. Bu noktada bir filmin tanıtımını yapmak çok önemli ve zor bir şey. Şu anda sosyal medya sizin kendinizi duyurmanıza bir alan, zemin oluşturuyor gibi görünse de oradaki algoritmaların da önüne geçebilmek için ya çok fazla etkileşim almanız ya da çok fazla para harcamanız gerekiyor. O yüzden aslında bir şeyi duyurmak ve bir şeyin şehrinize geldiğini anlatabilmek zor bir şey. Biz her şehirden sonra Burcu’yla da aramızda, Başka Sinema’yla da şunu konuşuyoruz: Filmin şehrine gittiğinden haberdar olmayan seyircinin sinemaya gelmeyişini nasıl analiz ederiz? Bu analiz edilebilir bir şey değil. Bu noktada aslında seyirci, sinema, üretici üçgenini ne kadar düşünüyoruz da sonuç alıyoruz bir soru, bunun üzerine hiç düşünmüyoruz ve sonuç almıyoruz ise bir gerçeklik. 

O yüzden aslında ben kendi adıma şunu düşünüyorum: Film üretiminden, yapımından hikâye kurulumuna, filmin dağıtımına, seyirciyle ilişkiye kadar her şeyin yeniden düşünülmesi, yeniden gözden geçirilmesi gereken bir dönemden geçiyoruz. Bu ana kadar sinema salonlarıyla ilgili umutsuz konuştum gibi anlaşılabilir ama ben umutluyum. Çünkü bütün dünyada sosyokültürel politik değişimin gerçekleştiğini göz önüne alırsak bence sanat disiplinleri arasında yönü aşağı olup yukarı çıkacak ilk disiplin sinema. Çünkü insanlar ekrandan bir ekrandan bir şey izlemeye çok alışmış durumda. Bu noktada seyirciden ilk önce bir şey beklememek lazım. İlk önce üreticilerin ve dağıtımcıların bir şey yapması gerekiyor. İlk önce bizim seyirciye adım atmamız lazım, sonra seyircinin bize adım atmasını beklemek sağlıklı olur. Beni kendi adıma en çok heyecanlandıran şey şu: Diyalog’da bu turneyi gerçekleştirdikten sonra –Diyalog bir üçlemenin ilk filmi- ikinci film ‘Login’de de bu turneyi tekrar gerçekleştirmek istiyoruz. Böyle söyleşilerle, etkinliklerle değil belki ama her şehre ekiple gidip gösterim yapmak yine. O zaman geldiğinde inandığım, bire bir ilişki kurduğum, tanıştığım seyirciden bir şey bekliyorum. Her salondan, gittiğimiz şehirlerdeki seyircilerden “Sinemalarda görüşmek üzere!” diyerek ayrıldık. Bu söze karşılıklı sahip çıkacağımıza inanıyorum.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.