Şu An Okunan
Alpgiray M. Uğurlu ile Açık Kapılar Ardında Üzerine Söyleşi: ‘Gölde Boş Gezen Bir Sandal Gibi’

Alpgiray M. Uğurlu ile Açık Kapılar Ardında Üzerine Söyleşi: ‘Gölde Boş Gezen Bir Sandal Gibi’

Berlin’e yeni taşınmış genç, beyaz yakalı bir kadının bir gününe odaklanan Açık Kapılar Ardında yeni bir ülkeye, farklı bir kültüre uyum sağlamaya çalışan genç kuşak göçmenlerin ufak dertlerine ve büyük sorgulamalarına ortak ediyor izleyiciyi. Filmde bir tür köksüzlük hâlinin izini sürdüğünü söyleyen yönetmen Alpgiray M. Uğurlu, bir arada durmanın önemine vurgu yapıyor.

Söyleşi: Berke Göl

Alpgiray M. Uğurlu’nun ilk uzun metrajı Uvertür 2013 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin alçakgönüllü ama güzel sürprizlerinden biriydi. Takip eden dönemde Türkiye’de birkaç film daha çeken genç yönetmen bir süredir Berlin’de yaşıyor. Uğurlu’nun son filmi Açık Kapılar Ardında (2023) Berlin’e Türkiye’den yeni taşınmış genç bir kadının bir gününe eşlik ediyor. Kira sözleşmesi için kendisine kefil olacak birini bulmaya çalışan Gökçe’nin Berlin’in sokaklarını, parklarını, teraslarını, kulüplerini arşınlayan yolculuğu, aynı zamanda günümüzde göçmenlerin mücadele ettiği toplumsal sorunların, düştüğü duygusal ikilemlerin, karşılaştığı bürokratik engellerin bir aynası niteliğinde. Alpgiray M. Uğurlu’yla İstanbul’dan Berlin’e uzanan sinema yolculuğunu, filmin başkarakterini nasıl şekillendirdiğini ve yeni göçmenlerin ikircikli hâletiruhiyesini konuştuk.

Uvertür’den bu yana birkaç film daha yaptın, sonrasında Almanya’ya taşındın ve artık Berlin’de üretiyorsun. Bu on yılın nasıl geçtiğini kısaca anlatır mısın?

Uvertür’ün gördüğü ilgi sürprizdi benim açımdan. Ardından depremi konu alan Enkaz’ı (2016) çektim. Sonrasında Kültür Bakanlığı destekli, biraz daha “ticari” bir film olan Organik Aşk Hikâyeleri’ni (2017) yaptık. Türkiye’de bazı şeyler kötü gitmeye başlayınca ufak ufak soru işaretleri oluşmaya başlamıştı kafamda, karşıma bir fırsat çıktı ve Almanya’ya taşındım. Burada her şeye sıfırdan başlıyorsun, burada hiç kimse değilsin. Bu çok enteresan bir his. İyi yanları da var, “hiç kimse” olmak bazen saklanmaya yarıyor. Ama bir yandan da yaptığın, sana kendini iyi hissettiren şeyden çok uzaktasın. O yüzden Almanya’ya adaptasyon zordu benim açımdan –ki Almanya herhalde en kolay uyum sağlayabileceğimiz ülkelerden biri. Ona rağmen arkadaşsızlık, ailesizlik etkiliyor insanı. Sudan çıkmış balık durumu oluyor ister istemez. Ama bir yandan da o içgüdü devam ediyor. Bir para kazanma derdin var, bunun için de Almanca öğrenmeye mecbursun. Ben de bir süre Almancayla vakit geçirdim, o sırada Açık Kapılar Ardında’nın senaryosunu yazmaya başladım. Sonrasında bulduğum yapımcı COVİD yüzünden projeden vazgeçti. Sonra birçok yabancı film marketine katıldım, birkaç Alman senaryo danışmanıyla çalıştım. Türkiye’de filmci olmak biraz at yarışına benziyor; o finişi görmek zorundasın bir şekilde. Burada seni kimsenin tanımamasının faydası var. Gölde boş gezen bir sandal gibisin tamamen. Çok depresif olduğum anlar da oldu, çok mutlu olduğum da.

Açık Kapılar Ardında özellikle son on yıl yılda Türkiye’den gelen yeni dalga göçmenlerin temel dertlerini ele alıyor. Gökçe karakterinde gelecek kaygısı, yabancı bir ülkede yaşanan yersiz yurtsuzluk hâli, gitme/kalma ikilemi, bürokrasiyle mücadele gibi dertlerin hepsini bir arada görüyoruz. Senaryo nasıl ortaya çıktı? Kendi hikâyenden ya da çevrendeki insanların hikâyelerinden nasıl beslendin?

Bu filmin hikâyesi, yüksek lisans öğrencisi bir kadının kira sözleşmesi için kendine kefil aradığını duymamla başladı. Bir Telegram grubuna yazmıştı ve çok uzun süre kimse ona kefil olmak istemedi. Bu küçük olay bir şekilde beni etkiledi. Buraya taşınınca ailenden, arkadaşlarından kopuyorsun. Kendini yakın hissettiğin insanlardan, konfor alanından uzaklaşıyorsun ve gerçekten köksüz bir hâldesin. Benim için o simgesel bir durumdu galiba, bunun filmini yapmaya değer diye düşündüm. 

İlk geldiğim dönemde çevremdekilerin çoğu Gezi Direnişi sonrasında taşınan insanlardı. Bıkmış, yılmış, umutsuz… Kimisi mücadele etmiş Gezi döneminde, kimisi hiç etmemiş, tamamen apolitik insanlar. Daha öncesinde etrafımda çok olmayan beyaz yakalıları tanımaya başladım. İşte o gerçek hikâyeden yola çıkarak, tanıdığım farklı insanları birleştirerek filmdeki karakterleri yarattım. Senaryo öyle şekillendi. Kısacası benim kendi hikâyem değil bu filmde anlatılan ama etrafımdaki pek çok insanın hikâyesinin birleşimi. 

Yeni bir şehre taşındığın zaman sana her mekân filmsel bir mekân gibi görünüyor. Tabii filmin anlam dünyasına katkı sağlıyorsa dâhil etmen gerekiyor o mekânları filme. O açıdan biraz titiz davranmaya çalıştım. Çünkü bu bir şehir filmi zaten, bir Berlin filmi. 

Bir yandan da dönüp baktığımızda altmış yıllık bir göç tarihi ve farklı dönemlerde kayda geçirilmiş göç anlatıları var malum. Tüm bu sinema geleneğinden, farklı kuşakların bu birikiminden nasıl beslendin? 

Buraya geldiğimde, Türkiye’den göç eden insanlarla o anlamda yakın bir münasebetim olmadı aslında. Aramızda bir duvar, bir bariyer oldu hep. O filmleri tabii ki biliyorum. Yapılma amaçlarını, yapım koşullarını biliyorum. Biraz daha sert, biraz daha politize filmler var o dönemlerde, bazıları doğrudan propaganda amaçlı. Ben daha damıtılmış, daha sade bir anlatı kurmaya çalıştım. Burada yeni dalga göçmenlerin yaşadığı şeyleri, geleceksizlik duygusunu yansıtmak istedim. Buraya geliyorsun, bir gelecek planlamaya çalışıyorsun ama hep günü kurtarmak zorundasın. Bürokratik engellerle boğuşuyorsun. Bambaşka bir hâldesin. Ben ne yaşıyorum? Bu insanlar ne yaşıyor? Bu sorulara cevap aradım, onların ruhsal durumlarını anlatabilirsem iyi olur diye düşündüm. Türkiye’den her şey farklı görünüyor; biz burada çok mükemmel bir hayat yaşıyormuşuz gibi. Fena değil ama kendi içimizde de bir sürü dalgalar kıyıya vuruyor gerçekten.

Bu tartışmalar Gökçe’nin arkadaşlarıyla konuşmalarında da karşımıza çıkıyor.

Mesela şu anda beraber çalıştığım bir insan var, birkaç ay sonra yeni eve taşınacak ama geçici ev eşyaları almaya çalışıyor çünkü “bir sene sonra ben kesinlikle döneceğim Türkiye’ye” diyor. Ama eminim beş sene falan kalacak burada. Hep bir geçicilik üzerine kuruluyor planlarımız. 

Eski kuşakların da klasik düşüncesidir, “birkaç yıl çalışıp para biriktirir döneriz” derler ama çoğu altmış yıl sonra hâlâ Almanya’dalar. 

“Çocuk mezun olsun, döneriz” derler, sonra “çocuğu evlendirelim, sonra döneriz”. Böyle sürüp gider gerçekten.

Biraz Gökçe karakterinden bahsedelim mi? Yakın dönemde göç eden bir kuşağın temsilcisi Gökçe. Eğitimli, iş güç sahibi bir göçmen ama belirli güvenceleri olmasına rağmen gene de çok kırılgan bir hayatı var. Filmin tamamı onun etrafında döndüğü için onun dertlerine ortak oluyoruz aslında ama özdeşleşmesi çok kolay bir karakter de değil. Sürekli aynı fikirde olmadığımız, bazen mantıklı konuşmayan, aksi bir tarafı var sanki. Bu karakteri tasarlama sürecinden bahseder misin? 

Açıkçası tutarsız, ikiyüzlü, kafası karışık, ne yaptığını bilmeyen bir karakter yazmaya çalıştım. Diğer karakterler biraz daha düşünceleri oturmuş insanlar. Senaryo bazında çatışma olması için de önemliydi bu. Benim hayatımda da var böyle insanlar: Buraya taşındıktan sonra bildiğin dünya kaybolup gitmiş, artık yeni bir dünyadasın –zihin dünyasından bahsediyorum burada. Gelişmeye, öğrenmeye çalışıyorsun ama kimi zaman kaypak, ikiyüzlü davranabiliyorsun. Ne Doğu’dasın ne Batı’da. Bu arada kalmışlığın içine biraz riyakârlık, biraz ırkçılık serpmeye çalıştım Gökçe karakteri özelinde. Biraz seksist olmasını, bir yandan da toplumsal cinsiyet rollerini çok da sorgulamayan bir karakter olmasını istedim. İzleyenlerin ilişki kurmakta zorlanacakları bir karakter olsun dedim. Aksiyon çizgisi de biraz böyle: Büyük çatışmalar, ağlamalar, trajediler yok. İzleyen mesafeli dursun ve daha objektif bakabilsin istedim. 

Filmin Türkiye ve Almanya gösterimleri arasında önemli bir fark vardı. Film Almanya’daki göçmenlerin biraz daha içine oturdu, çıkışta “bizim yaşadıklarımızı anlatmışsın” diyenler oldu. Türkiye’deki seyirci filmi biraz daha mizahi ele aldı. Mesela Altın Koza’daki seyirci resmen komedi filmi gibi izledi. Absürd öğeleri elbette var ama ben bunu komedi filmi olarak yazmadım açıkçası. Biz ne yaşıyoruz? Bundan sonra ne olacak? Biraz bu sorular etrafında dolaşan bir film bu. 

Film boyunca Gökçe karakterinin yanından ayrılmıyoruz. Dolayısıyla başroldeki Zeynep Neslihan Arol’a büyük iş düşüyor. Onunla çalışmanıza ve genel olarak oyunculara dair neler söylemek istersin? 

Ben bir filmde baştan sona belirli bir karakteri takip etmeyi seviyorum. Uvertür’de de vardı bu. Berlin’deki az sayıda tanıdığımdan biri olan Ufuk Tan (Altınkaya) –kendisi filmde de Tuna karakterini oynuyor– ufak bir kasting yaptı. Doğal performanslar almak adına, profesyonel oyuncu olmayanların ağırlıkta olduğu bir kast oluşturduk.

Neslihan’la çalışmak son derece rahattı. Kendisinin tiyatro geçmişi var, ayrıca doktorası da komedi üzerine. Ama bu ilk uzun metrajlı filmiydi ve başlarda karakterin tüm duygularını, tüm dertlerini yansıtmak istiyordu. Ben “sadece yürü, hiçbir şey yapma” diyerek ayarlamaya çalıştım performansının dozunu. Kısacası bir alışma süreci oldu ama sonra teslim etti kendini, sağ olsun.

Filmin görsel yapısından da bahsedelim mi? Siyah-beyaz bir Berlin resmetme fikri nasıl ortaya çıktı? Bu tercih kafanda bu hikâyeye nasıl oturdu?

Aslında filmi renkli çektik biz. Kurgu sürecinin sonlarına geldiğimizde her şey çok renkli göründü bana, sanki tüm film olumlu bir hisle doluydu. Bu yüzden hikâyeye odaklanamadığımı hissettim. Buna bir soyutlama gerekiyor diye düşündüm. Berlin yaz-kış gri tabii, kontrastı çok yüksek bir şehir. Sonra filmin siyah-beyaz olmasının Berlin’in griliğine uygun olacağını hissettim. Bir yandan da bunun karakteri arka plandan ayırmaya yarayacağını düşündüm. Filmin aynı zamanda ortağı olan colorist arkadaşımla birkaç deneme yaptık ve bu hâline karar verdik. Filmin anlam dünyasında da iyi bir yansıması oldu bence bunun.

Almanya’da geçirdiğin beş-altı yılda, buradaki film endüstrisine, sinema çevrelerine dâhil olma konusunda nasıl bir aşama kaydettin?

Bir yanıyla her şey çok zor çünkü aramızdaki makas çok açık. Çok sofistike, bilgi dağarcığı çok geniş insanlarla karşılaştım burada. Sadece sinema açısından değil, politikayı, sosyolojiyi, tarihi çok iyi biliyorlar. Altyapıları, dünyayı ele alışları çok farklı. Bizim bakışımız biraz daha günü kurtarmaya odaklı. Sonuç odaklı davranmaya alışmışız. Bu anlamda Açık Kapılar Ardında benim ne istediğimi biraz daha iyi anladığım, kendi sinema dilimi bulduğum bir film oldu sanırım.

Burada çok tatlı insanlarla da tanıştım fakat günün sonunda sen bir Türkiye hikâyesi anlatıyorsun. O Türkiye hikâyesinin fonlanması için Türkiye’ye gitmek zorundasın, orada bir duvara tosluyorsun. Biraz daha özgün bir hikâye anlatmak istediğim için de Türkiye’de fonlar benim için kısıtlayıcı olacaktı. Bundan sonra da buradaki insanların, yeni göçmenlerin hikâyelerini anlatmaya devam edeceğim ama dediğim gibi buradaki sinemacılarla aramızdaki makas çok açık. Bir değersizlik hissinden bahsetmiyorum kesinlikle ama çok çalışmam lazım, onu hissediyorum. 

Almanya’daki sinema endüstrisinin biraz kendi içine kapalı olması, yeni gelenlere yer açmaması gibi bir durum gözlemliyor musun?

Öyle bir deneyimim yok, tam tersine buradaki gruplarda, festivallerde insanların yeni gelenlere açık olduğunu görüyorum. Ama Berlin de Paris gibi, New York gibi herkesin geldiği ve o pastadan bir şey almaya çalıştığı bir yer. Çok iyi bir hikâyen de olsa, daha önce yaptığın işlerin bilinmesi ya da buradaki lobilere dâhil olman önem taşıyor. O anlamda biraz zor, evet. Yine de hakikaten çok iyi hikâyen varsa ve insanlara doğru zamanda ulaşabilirsen imkânsız değil. Tabii ki hikâyeni satabilmen de önemli ama bana olur gibi geliyor. Belki böyle düşünmeye mecburum da çünkü o umutsuz hâl benim üretimime ket vurur. 

Yakın dönemde Almanya’ya göç eden genç kuşak sinemacıların geleceğini nasıl görüyorsun?
Bir grup dönmek istiyor. Bir grup mortgage’la ev alıp hayatı boyunca burada yaşamak istiyor. Bizim gibi üç-beş arkadaşıyla hayallerinin peşinde koşmaya devam edenler de var. Bence beraber bir şey yapmamız lazım, sinematek dönemindeki gibi. İstanbul’dayken bir araya gelmek hep zor olurdu ama bir yerde mutlaka buluşurduk. Burada şartlar daha kolay görünüyor ama daha az buluşuyoruz filmcilerle. Herkes meşgul. Birbirimizin işlerini takip edeceğimiz, fikir alışverişinde bulunacağımız ortamları sağlamamız gerekiyor, başka çaremiz yok. Buraya ilk taşınanlar, ilk göçmenler öyle yapmışlar. Sırt sırta durmuşlar, örgütlü hareket etmişler. Gönüllülük esasıyla hareket etmek lazım. Türkiye’deyken insanlar beni bulup “ben bir kısa film yazdım, okur musun?” derdi mesela. Burada kimse öyle bir şey demiyor. Ama herkes kısa film yapıyor, pek çoğu uzun metrajını yapmaya çalışıyor. Açık Kapılar Ardında’da kolektif bir iş yaptık ve bu hepimize iyi geldi. Herkes elini taşın altına koydu. Buna ihtiyacımız var burada bence. En zor şey film yapmaya devam etmek.


Açık Kapılar Ardında, 27 Ocak Cumartesi itibariyle MUBI Türkiye’de gösterimde.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.