Şu An Okunan
Andreas Dresen ile Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı Üzerine Söyleşi: ‘Annelerin Gücü Adına’

Andreas Dresen ile Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı Üzerine Söyleşi: ‘Annelerin Gücü Adına’

Oğlunu Guantanamo Kampı’ndan kurtarmak için mücadele eden bir anneye odaklanan Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı, politik olarak yüklü bir hikâyeyi komedi unsurlarını öne çıkararak işliyor. Yönetmen Andreas Dresen, Berlinale’den ödüllerle dönen filmin ortaya çıkış süreciyle, komedi-dram dengesiyle ve izleyicide uyandırdığı etkiyle ilgili sorularımızı yanıtladı.

Söyleşi: Müge Turan

Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı (Rabiye Kurnaz Gegen George W. Bush, 2022), bundan yirmi yıl önce, ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği dönemde Pakistan’da yakalanarak beş yıl Guantanamo toplama kampında tutulan Türkiye kökenli Murat Kurnaz’ın davasını takip ediyor. Bu adaletsizlik hikâyesini takip ederken odağı Murat’a değil annesi Rabiye’ye çevirerek aslında son derece tartışmalı ve ciddi bir olayı hayat dolu, enerjisi yüksek bir annenin mücadelesi üzerinden anlatıyor, böylece mağduriyetten çok zaferin altını çiziyor. Bu hem yüksek sesli hem kırılgan karakter komedisi cesurca bir yapım mı, yoksa Almanya’da basının “Bremenli Taliban mensubu” diye sunduğu Murat Kurnaz’ın yaşadıklarını hafifletiyor mu? Berlinale’de yarışıp En İyi Senaryo ve En İyi Başrol Oyuncusu ödülleri kazandıktan sonra bu yıl İstanbul Film Festivali’nin açılışında gösterilen filmin yönetmeni Andreas Dresen’a sorduk.

Filminiz, oğlunu ABD’nin Guantanamo Kampı’ndaki tutukluluğundan kurtarmak için savaşan bir annenin gerçek hikâyesini anlatıyor. Murat Kurnaz’ın davası Almanya’da ve Avrupa’da büyük yankı uyandıran bir olay. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra sizi bu konuya çeken ne oldu?

Aslında projeye bundan on dört yıl önce, 2008’de başladım. Murat 2006’da serbest bırakıldığında Almanya medyası onunla ilgili haberlerle doluydu. Çünkü Almanyalı olup da Guantanamo’da tutulan tek kişi oydu. Bu konuda çok şey okumuştum ama asıl Murat Kurnaz’ın ‘Hayatımın Beş Yılı’ adlı kitabını okuduğumda şoke oldum. Kitap Guantanamo’yla ve orada onun başına gelenlerle ilgiliydi. Ve bu hikâyeyi anlatmaya karar verdim çünkü bu devirde böyle şeylerin olabilmesi beni çok öfkelendiriyordu. Sonra Murat’la tanıştım, sık sık sohbet etmeye başladık ve bana bütün hikâyesini anlattı. Bu daha da sarsıcı oldu çünkü yaşananlar beklediğimden de karanlıktı. Öte yandan Murat o kadar nazik ve kibardı ki! Hiç öfkeli değildi. Yaşadıklarıyla nasıl sakin ve kolayca başa çıkabildi, olanlardan serinkanlılıkla nasıl bir ders çıkarabildi, bunları merak ediyordum. Bana göre imkânsız bir şey bu. Velhasıl, Murat’ın hikâyesini takip eden bir senaryo çıkarmak bizim için gittikçe zorlaştı. Yarım saatlik işkence sahnelerini izleyicilere nasıl gösterebilirsin? Bunu kim izlemek ister? Dürüst olmak gerekirse ben bunu çekmek istemedim.

Sonra Rabiye’yi tanıdım ve hikâyedeki bakış açısı tamamen değişti, bana yeni bir yol açtı. Oğlunu işkence kampından geri almaya çalışan anne, hikâyenin ana unsurlarından biri hâline geldi. Rabiye’yle mizah olmadan konuşmak neredeyse imkânsız, bu da bizim işimize geldi. Tabii bu noktaya gelmek on dört yılımızı aldı. Ama konunun önemini yitirdiğini zannetmiyorum çünkü Guantanamo hâlen var. Otuz dokuz insan hâlen resmî olarak mahkûm edilmeden, adaletsiz bir şekilde orada bekletiliyor. Bu kadın, oğlunu geri almak için savaşan “basit” bir kadın ama dünyamızdaki büyük güçlere, Amerikan başkanlarına karşı savaş veriyor ve kazanıyor. Bence umut verici bir hikâye. Çok zor görünse bile mücadele ederek haklarımızı alabiliriz. Özellikle de dünyanın gittikçe karanlıklaştığı bugünlerde, bir şeyleri değiştirmenin mümkün olduğuna dair bir hikâye ilham verici olabilir diye umuyorum. Çünkü toplum insanlardan oluşur ve ancak insanlar tarafından değiştirilebilir.

Öyleyse filminin tonunu Rabiye’nin kişiliği belirledi çıkardı diyebilir miyiz? Nasıl bir yaklaşım benimsediniz? Öyküdeki öfke ve dramı duygusallık ve mizahla yumuşatıyorsunuz, bu dengeyi nasıl kurdunuz? Zor bir karar olsa gerek.

Evet, gerçekten zor bir karardı ama başka seçeneğimiz yoktu. Rabiye’yle tanıştığımızda ona resmen âşık oldum. İlk olarak Bremen’de, bir İtalyan restoranında buluştuk. Önce Bernhard (Docker), daha sonra Murat ve annesi geldi. Bernhard ve Rabiye acayip bir çift gibiydi. Birbirinden çok farklı olan bu iki karakter beş yıldır birlikte savaşıyorlardı. Neticede hikâye Guantanamo’yla ilgili ama neşeli bir tonu olursa geniş kitlelere bu zor şeyleri anlatmakta faydası olur diye düşündüm. Çünkü komedi unsuru, bu konudan çekinen insanları sinemaya çekmeye yardımcı oluyor. Tabii dengeyi tutturmak zor. Filmin ikinci yarısı daha karanlık çünkü hikâye daha dramatik bir hâl alıyor. Mizah izleyicinin hikâyenin içine girmesine yardımcı olabilir. Tabii, beş yıl süren bir kavgadan sonra, Rabiye’nin intihara kalkıştığı noktaya kadar, hayatına nasıl devam edeceğini bilmediği pek çok yer de vardı.

Rabiye ile Bernhard tuhaf bir ikili. Zıtlıklarıyla tipik bir komedi ikilisi gibiler. Peki gerçekte nasıllar?

Gerçekte de öyleler. Onları izlemek film gibi. Dün birlikte kahvaltı yaptık. Kameramı alıp hemen tartışmaya başladılar. Bu iki farklı tip arasındaki atışmaları, kültür farkından kaynaklanan çelişkileri izlemek çok eğlenceli. Öte yandan, aradan geçen yirmi yıldan sonra arkadaşlıkları hâlâ sürüyor. Rabiye güçlü bir kadın ama ne zaman ihtiyacı olsa Bernhard’ı aramaya devam ediyor.

İstanbul Modern Sinema’da sizin Bulutların Üstünde (Wolke 9, 2008) ve Votka ile Viski (Whisky mit Wodka, 2009) gibi birçok filminizi göstermiştim. Ama bu film gerçekten bambaşka, diğer filmlerinizin arasından sıyrılıyor.

Özellikle Bulutların Üstünde daha klasik bir arthouse filmidir.

Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı, tonu farklı olsa da farklı birçok politik konuyu da gündeme getirmiş. Özellikle Alman hükümetinin Amerikalıların yanında durması ve Kurnaz’ı geri almak için uğraşmamasını… Kurnaz, Türk kökenli olsa da Almanya vatandaşı. O zamanlar Almanya’da bu konuyla ilgili protestoları hatırlıyorum. Siz de bu protestoculardan biri miydiniz?

Evet. Bernhard benimle elindeki belgeleri paylaştı. Resmî olarak mevcut değiller ama eğer okursanız, Alman hükümetinin yaptığı şeyleri inanılmaz bulacaksınız. 2002 sonbaharında, Murat artık bir buçuk yıldır Guantanamo’daydı ve CIA’den Alman hükümetine, Murat’ın masum olduğuna dair bir not geliyor. Murat yanlış zamanda yanlış yerdeymiş. Alman hükümetinin onu geri almasını istediler. CIA’in önerisiyle o zamanki başkanının ofisinde bir toplantı düzenlendi. Başkan süreci yönetiyordu ve resmî görüşmeler yapıldı. O zaman haberdar olmadığımız belgeleri şimdi bulup okuyabiliyoruz. Ancak kimse bununla ilgilenmiyor. Belki de o bir Taliban mensubudur. Amerikalıların ve Amerikan çıkarlarının da ne olduğunu bilmiyoruz. Çözüm vardı, çok haklısın ama onun Türk pasaportu da vardı. O Almanya’da doğdu, büyüdü ama Türk pasaportu vardı. Murat, maalesef ABD, Almanya ve Türkiye arasında bir tür üçgene hapsoldu ve kimse sorumluluğu üstlenmek istemedi. Türkiye “Bu Almanya’nın problemi. Ailesi orada yaşadığı için Murat’ı Almanya almalı.” dedi. Almanlar “Almanya’da kimsenin Türk pasaportu yok” dedi. Amerikalılar da Alman hükümeti onu almak istemediği için hayal kırıklığına uğradılar. Bu yüzden Murat üç buçuk yıl Guantanamo’da kaldı. Sonra Angela Merkel meseleye el koydu. Başkanlığa ilk getirildiğinde George W. Bush’a gitti ve Murat Kurnaz’ı sordu. ABD’li yetkililer üç buçuk yıldır Murat Kurnaz’ı vermek istediklerini söylediler. Bu inanılmaz bir şey.

Peki filmin Almanya’daki galasında seyircilerden biri “Böyle bir konuyu nasıl bu kadar kaygısız bir yaklaşımla işleyebildiniz?” diye sorsa ne dersiniz?

Film medyada çıkmış klişelere değiniyor. “Eğer biri Guantanamo’ya düştüyse suçlu olsa gerek” diye düşünüyoruz. O yüzden Murat’a “Alman Taliban’ı” dendi. Medyadaki ilk tepki Guantanamo’da tutuklanmış bir Alman vatandaşı şeklindeydi. Pakistan’da ne yapmak istediği açık bir şekilde gösterilmiyordu. Neden 11 Eylül olayından birkaç hafta sonra Pakistan’a gidersin? Ama aslında onun amacı cami gezmek ve Aralık 2002’de Almanya’ya geri dönmekti. Sonra Pakistan kontrol noktasında onu arabasından aldılar ve 3000 dolara ABD’ye sattılar. Çünkü Amerikalılar terörist arıyorlardı ve Murat da bu profile uyuyordu. Bremen’den gelen bir Müslümandı. Başlangıçta aklında ne vardı, bilmiyorum. Niyeti olsa bile hiçbir şey yapmadığı çok açık. Beş yıl tutuklu kalmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktu ortada. Birini öldürme niyetinin olması da sadece bir fikirden başka bir şey değildir. Bugün onun hiçbir suç işlemediği ve masum olduğu anlaşıldı. Umuyorum ki bu film onun Alman medyasındaki imajını düzeltmek açısından bir fayda sağlar.

Bugün de aynı sorunlar devam ediyor. Çünkü Alman vatandaşı olsa da Türkiye kökenliler uyuşturucu ticaretine veya başka bir suç olayına karıştıklarında Türkiye’ye geri gönderiliyorlar. Bu, kabul edilebilir bir şey değil.

Ellerini kirletmek istemiyorlar. Herkes onun masum olduğunu bildiği hâlde Murat beş sene Guantanamo’da kaldı. Bernhard bu konu hakkında yıllar boyu konuştu ama hiçbir sonuç alamadı. Şu âna kadar Alman hükümetinden hiç kimse ne özür diledi, ne tazminat ödedi. Alman hükümeti başından beri “Murat Türk. Biz yanlış bir şey yapmadık.” diyor ve bu çok aptalca. Murat bu yüzden kızgın ama acı duymuyor. Bu davadaki politik zemini kabul etmiş.

Peki bunu Almanya’daki güncel politikalara nasıl bağlarsınız? Biliyoruz ki korku hâlâ devam ediyor. Örneğin Hanau saldırısından bu yana, birçok sinemacı Almanya’daki yapısal ırkçılık üzerine söz sarf ediyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Alman hükümeti bu süreçte Murat’ın Almanya’ya geri gelmesini istemedikleri için başka bir numara daha icat etti: Yurtdışından gelen ve bu ülkede büyüyen bir kimse altı aydan uzun süre ülkeyi terk eder de haber vermez, dilekçe yazmaz veya bir açıklama yapmazsa geri dönme hakkını kaybediyor. Murat’ın davasında da bu uygulandı çünkü Murat yoldaydı ve bir şey yapamadı. Nasıl yapabilirdi ki? Bu yüzden Almanya’ya dönme hakkını kaybetti ama Bernhard onun için savaştı ve bu karar iptal edildi. Yani bu Bernhard Docker’ın başarısıdır. Bu gizli ırkçılıktan filmde de biraz bahsediyoruz. Bütün aile bir masada toplanıyor, anne oğluna “Bunun neden yapıyorlar?” diye soruyor ve oğlu “Çünkü biz Türk’üz, bu toplumun bir parçası değiliz.” diyor. Evet, bu bir gerçek.

Ama bazen Alman pasaportuna sahip olmanın bile yeterli olmadığını düşünüyorum.

Toplumun bir parçasıysanız pasaport mesele değil ve bence bu tür aileler uzun yıllardan beri Alman toplumunun bir parçasıdır. Bu, Almanya toplumu için bir hediyedir. Başka bir yerden gelip biraz olsun oranın kültürünü değiştirebilmek her zaman ilginç ve güzeldir. İnsanlar birbirine âşık olduğunda da bir çift oluyorsun, birbirine uyum sağlıyorsun. Aynı şey kültürlerde de olur. Bunun bir pasaport meselesi olmadığı neden kabul edilemiyor? Murat’ın Alman olup olmaması kimin umurunda?

Altmış yıl oldu, Almanya’nın bunu kabul etmesi için kaç yıla daha ihtiyacı var sizce?

Ben Doğu Almanya’da büyüdüm. Doğu ve Batı Almanya’nın bir araya gelmesinin nesiller aldığını düşünüyorum. Doğu Almanlar hâlâ biraz göçmen gibiler. Çünkü biz buraya sonradan gelmedik, ele geçirildik. Bazen Rabiye ve Murat ile aramızda bazı benzerlikler olduğunu söylüyorum. Filmde bir Türk ailesinin gerçekçi bir portresini gösterebilmeyi hedefledik.

Mizahın her zaman bir toplumdaki azınlıkların en büyük silahı olduğuna inanıyorum. Bu film de Meltem Kaptan’ın komedi tarzına yaslıyor sırtını. Meltem Kaptan’la yolunuz nasıl kesişti? Kendisi Almanya’da tanınmış bir televizyoncu ve komedyen. Onu böyle büyüleyici bir role nasıl hazırladınız?

Çok zor bir karardı. Farklı oyuncularla deneme çekimleri yaptım, bu karaktere uygun bir oyuncu bulmanın projenin belki de en önemli kısmı olduğunu biliyordum. Son tura kalan üç oyuncu da olabilecek isimlerdi, hepsiyle hikâyenin farklı bir boyutunu yakalıyorduk. Birisiyle daha dramatik birisiyle daha naif, birisiyle daha duygusal anlar yakaladık. Bunları birleştirmeye karar verdim. Çünkü Meltem çok önemli bir katkı sundu. Bazen büyük gözleriyle dünyaya çok naif, çocuk gibi bakıyor. Bu bakışı hikâye için çok önemli buluyorum. Çünkü eğer biraz naif olmasaydı bu mücadeleye asla başlamazdı. Bu kadar suiistimal edilen herkes “hiç şansım yok” derdi ama Rabiye mücadelesine devam ediyor ve kimse onu durduramıyor. Meltem’in çok yüksek bir enerjisi de var. Kendisi çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir komedi zamanlaması var. Deneme çekimlerinde bile Meltem diğer adaylardan çok daha hızlıydı.

Filmde de öyle sanırım.

Evet Meltem seyirciyi yakalıyor. Çünkü bu karakter koşuyor. Filmin dramatik yapısını konuşurken biraz Dardenne kardeşlerin Rosetta’sı (1999) gibi düşündüm. Bizim film de karakterin enerjisiyle başlıyor. Rosetta’da da karakter sürekli koşar, mücadele eder. Tabii ikinci yarıda film biraz daha yavaşlıyor ama Rabiye’nin iç ritmi orada da yüksek.

Vizyon öncesi filmin duygu dengesiyle ilgili herhangi bir endişeniz var mıydı? Çünkü yüksek enerjili bir komedyeni oğlunu kurtarmaya çalışan bir anne rolünde oynatıyorsunuz.

Tabii ki, tüm yapım boyunca oldu böyle bir endişem. Çünkü denge yanlış olursa tüm hikâyeyi mahvedebilir. Ama tabii ki bu seyirciye de bağlı. Eminim filmden nefret edenler olacaktır. İnsanlar her zaman güçlü sanat filmlerini seviyor. Filmin anlatımını sevmeyebilirler ama böyle büyük bir politik meseleyi geniş kitlelerin biraz daha benimseyebileceği hâle getirmeye çabaladım. Bunu hikâyenin bakış açısını Rabiye’nin bakış açısına göre değiştirmeye başladığımızda elde ettik. Eğer hikâyeyi Murat’ın tarafından ele alsaydık ortaya bambaşka bir film çıkardı. Dürüst olmak gerekirse hiç umut barındırmayan bir film olurdu çünkü Guantanamo perspektifinin Kafkaesk bir boyutu var. Neler olduğunu bilmiyorsun ve hiç umudun yok. Murat, birileri ona söyleyene kadar serbest bırakıldığını bilmiyordu.

Denge sorunlarından bir diğeri de pandemiydi. Kurgu döneminde genelde sinemada seyircilerle test gösterimi yapardık ama pandemiden dolayı kurgu odasında beş kişiyle filmi test edebildik. Bazen kimse gülmedi, bazen bir kişi güldü, bazıları ben mizah sevmem dedi, bazıları daha fazlasını istiyordu. Sonunda hiçbir şey bilemiyorsun. Film bittiğinde bile nasıl bir tepki alacağımı bilmiyordum ve hemen sonra Berlinale’ye gönderdik. Bu tarz büyük festivallerin komedi filmleriyle arasının iyi olmadığını biliyorum. O yüzden Berlinale filmi davet edince şaşırdım. Berlinale Palast’taki ilk gösterim benim açımdan inanılmazdı. Seyirci doğru anlarda gülüyor, doğru anlarda sessiz kalıyordu. Aslında uluslararası tepkileri çok merak ediyorum. Bakalım altyazılı Alman mizahı dışarda nasıl karşılanacak!


Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı, 11 Mayıs Çarşamba günü saat 20:00’de ‘KINO 2022: Alman Filmleri Türkiye’ kapsamında Sinematek/Sinema Evi’nde gösterilecek.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.