Ferit Karahan ile Okul Tıraşı Üzerine Söyleşi
Bu yıl Berlinale’de Türkiye’yi temsil eden tek film olan Okul Tıraşı festivalin Panorama bölümünde FIPRESCI Ödülü’ne layık bulundu. Yönetmen Ferit Karahan senaryonun beslendiği kaynakları, filmin çekim sürecini ve kurmayı hedeflediği atmosferi anlatıyor.
Söyleşi: Berke Göl
Altın Portakal ödüllü Cennetten Kovulmak’ın (2013) yönetmeni Ferit Karahan’ın yeni filmi Okul Tıraşı (2021), dünya prömiyerini Mart ayında çevrimiçi düzenlenen Berlin Film Festivali’nde yaptı. Festivalin Panorama bölümünden FIPRESCI Ödülü’yle dönen film, Doğu Anadolu’nun ücra bir köşesindeki bir yatılı okulda geçiyor. Öğrencilerden birinin sebebi belirsiz şekilde rahatsızlanmasını ve ardından yaşanan gelişmeleri gerilim konvansiyonları çerçevesinde ele alan film, aynı zamanda işlemeyen bir sisteme yönelik keskin bir eleştiri niteliği taşıyor. Öğretmenlerden müdüre, okulun çalışanlarından öğrencilere herkesin kendi çıkarını korumaya çalıştığı bir dünya tasvir eden film, ülkenin kültürel ve siyasi atmosferine dair karamsar bir alegori gibi de görülebilir. Senaryoyu yazmaya başladığında kendi çocukluk yıllarında yaşadığı travmatik deneyimlerin üzerine gitmeyi hedeflediğini ve bu bakımdan “gerçeğe yakın durmak istediğini” söyleyen Karahan, okulun cezaevi hissi vermesini yol açan koşullardan bahsediyor ve filmi izleyici açısından bir keşif süreci olarak tasarladığını söylüyor.
Okul Tıraşı, açılıştaki banyo sahnesinden yatakhanede geçen bölümlere, yatılı okulu bir tür hapishane ya da kışla gibi tasvir ederek başlıyor. Öğrencilere sistematik olarak fiziksel ve psikolojik baskı uygulandığını görüyoruz. Bu açılardan filmin son dönemde Türkiye sinemasında çocuk karakterleri merkezine alan yapımlardan farklı bir yerde durduğu söylenebilir mi?
Senaryoya başlarken gördüğüm tek sahne banyo sahnesiydi. Gülistan’la (Acet) konuşmalarımdan sonra yapıyı bunun üzerine inşa etmeye çalıştık. Bir öğrencinin yatılı okulda günlük rutinlerini takip ettiğimizde ve gerçekliğe bağlı kaldığımızda hikâyeyi de genişletebiliyorduk. Banyo, bizim için rutinin başladığı ve bittiği nokta olacaktı. Mekânların da sistem ve insan ilişkileri tarafından tanımlanan esnek ve bükülebilir yerler olduğunu düşünüyorum. Annesinin dizinin dibinde olması gereken çocuklar dört duvar arasında, tanımadıkları yüzlerce insanla sistem tarafından bir kalıba sokulmak, yontulmak isteniyorsa eğer, burası onun için cezaevi gibi algılanabilir. Çünkü bu onun gözünde bir eğitim değil cezadır ve ben, mekânları oluştururken karakterimin gözünden bakmaya çalıştım. Sorunuza gelirsek eğer, buna daha çok seyirci karar verecektir.
Gülistan Acet’le birlikte kaleme aldığınız senaryo, öne çıkardığı ayrıntılarla kuvvetli bir hakikilik hissi veriyor. Kişisel deneyimlerinizin ya da çevrenizden duyup bildiklerinizin hikâyeye nasıl bir katkısı oldu? Senaryo sürecinden bahsedebilir misiniz?
Yatılı okullarla ilgili pek fazla kaynak yok. Olanlar da ya tamamen yatılı okula duyulan nefret üzerine inşa edilmişti ya da eğitimi armağan gibi gören, resmî ideolojiye angaje bir bakış açısına sahipti. 2009’da ilk versiyonu yazdığımda daha çok ilk bakış açısına sahiptim. Sonra 2014’ten 2017’ye kadar Gülistan’la birlikte birçok versiyon yazdık. Bende, altı yıl yatılı okulda okumanın deneyimi vardı. Aradan neredeyse yirmi yıl geçmesine rağmen sadece bir kısım alışkanlıklarımı değil, köklerimi de orada buluyorum; fakat belleğim, bulutsu ve yerçekiminin olmadığı kaygan bir zemini hatırlıyor. Bende derin bir iz bırakan okul travmalarımın üstüne gitmek istiyordum. Bununla yüzleşirken gerçeğe olabildiğince yakın olma ihtiyacı hissediyordum ama kendi çocukluğumun belgeselini de yapmak istemiyordum. Zaten çok hâkim olduğum bir atmosferin ayrıntılarını, hem meseleyi gerçeğe yakınlaştırmada hem de form olarak belgesel gerçekliğinden uzaklaştırmada kullanabileceğimizi fark ettik.
Okuldaki askerî disiplini anlatarak başlayan film, Memo’nun rahatsızlığıyla birlikte giderek Yusuf’a, öğretmenlere ve müdüre odaklanıyor ve sistemin işleyişini analiz etmeye girişiyor. Fakat bunu yaparken gerilimi sonuna kadar diri tutmayı da başarıyor. Sistemin çürümüşlüğünü bu gizem ve gerilim unsuru üzerinden anlatma tercihinizden bahsetmek ister misiniz?
Filmi izleyecek insanların büyük bir kısmının yatılı okulla ilgili hiçbir fikrinin olmadığını biliyordum. Bu yüzden filmi bir keşif süreci gibi görüyordum. Mekânı ve koşulları bilmeden insan ilişkilerini anlamlandırmak olası görünmüyordu. Hem kişisel tarihimin hem de okulda yaşanan bir olayın arkeolojisini yaparak bütün bir düzeni anlatmak istiyordum. İşlevini yitirmiş toplumsal düzenin bireyler üzerindeki baskısını sadece öğrenciler değil öğretmenler de yaşıyor. İşte bu yüzden herkesi kapsayan bir ilişkiler ağının farklı bir polisiye hikâye ve biçimle anlatılabileceğini keşfettim.
Okul Tıraşı’nın esas meselesini çok fazla korku ya da baskı olan bir yerde insanların esnemek için yalanı nasıl bir direniş biçimine dönüştürdüğü üzerine inşa etmek istiyordum.
“Kürt bölgesi yoktur” diyen coğrafya öğretmeni, Türkçe dersindeki dilbilgisi konusu, yemekhanedeki askerî nizam “yemek duası”… Tüm bunlar bir yandan Türkiye’nin hiç değişmeyen gerçeklerini gözler önüne seriyor, bir yandan da filmin meselesinin altını kalın çizgilerle çizme riski taşıyor. Bu anlamda dengeyi tutturmak açısından senaryo düzleminde nelere dikkat ettiniz?
İzleyiciye film yaparken pedagojideki hazır bulunma beklenmez. Yeni bir dünya inşa ediyorsanız eğer bütün atmosferini vermeniz gerekir. İlk filmim Cennetten Kovulmak’ta birçok hatanın yanı sıra, bu hataya da düşmüştüm. İzleyicilerden orada olan durumu hâli hazırda bilmelerini beklemiştim. Filmin meselesini de bunun üstüne inşa etmiştim ki, meseleye vakıf olmayan izleyici doğal olarak hiçbir şey anlamıyordu.
Okul Tıraşı’nın esas meselesini çok fazla korku ya da baskı olan bir yerde insanların esnemek için yalanı nasıl bir direniş biçimine dönüştürdüğü üzerine inşa etmek istiyordum. Bundan yüz yıl sonra, bu durumları yaşamamış ve yaşamayacak olan insanlara bu korku atmosferini hissettirmenin arayışı, bizi böyle bir anlatı yapısına doğru itti. Çünkü o zaman bile, kimi korku atmosferleri yaşanabilecektir. İnsanlar böyle ilişki biçimlerine girecek ve kaçış yolları arayacaktır. Ortada bir gerçeklik varsa ve bu, filmin ana damarının nedeni ve sonucuysa, belli bir mesafeden anlatmakta beis görmüyorum.
Filmin dramatik ve gerilimli öyküsünü kesintiye uğratan mizahi bir damarı da var. Bu tercih sizin için filmin politik tavrı anlamında nasıl bir yere denk düşüyor?
Filmlere politik bildiri ya da akademik bir metin gibi bakmayı çoktan bıraktım. En nihayetinde bizi sevindiren, üzen veya heyecanlandıran; içinde yaşam duygusu barından sanatsal yapıtlardır. Tekrarın kendisiyle birlikte getirdiği bir mizah duygusu var. Bize de mizahi gelen unsurların, dışarıdan bakmamızdan kaynaklandığını, aslında trajedinin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bunu da belli ölçülerde, gerilimli anların en keskin olduğu zamanlarda kullanmak, en azından seyircinin biraz uzaklaşıp, daha dışarıdan bir gözle izleyebileceği zamanlara getirmeye çalıştık.
Mekânın coğrafi konumu ve hava şartları nedeniyle çekimlerin kolay geçmediğini tahmin etmek zor değil.
Çekim yapmanın her türlüsü kendi içinde zorluk barındırıyor. Böyle bir coğrafyanın insanlarını anlatırken siz de zorluk yaşıyorsunuz hâliyle. Senaryoyu bitirdiğimizde bunun farkındaydım ve altından kalkabilecek bir yapımcı arayışı içine girdim. Yapımcım Kanat Doğramacı, her olumsuzluğa karşı birkaç plan oluşturmuştu. O yüzden sık sık sorunlarla karşılaşsak da, çözümü hızlı oluyordu.
Özellikle Yusuf’u canlandıran Samet Yıldız’ın etkileyici bir performansı var. Çocuk oyuncularla çalışma konusunda nasıl bir yöntem izlediniz?
Sette birçok yol denedim. İçinde bir-iki çocuğun olduğu filmlerde farklı davrandığım olmuştur ama bu filmde, çocuklara mesafeli davranmayı seçtim. Çok fazla çocuk var ve en ufak bir yumuşama, önünü alamayacağım bir sorunlar yumağı hâline gelebilirdi. Esas uğraştığım alan, dizilerden ve kahraman üreten filmlerden arta kalan yerleşik bir oyunculuk bakışıydı. Çocuklar yürüdüklerinde, konuştuklarında ya da sustuklarında bellerinde silah olan mafya elemanları gibiydiler. Bunu yıkmak zor oldu diyebilirim. Çünkü aslında yerine koyduğunuz şey kendisi olma hâli ki bu, onlara çok enteresan gelmiyor. Bunun yaşamda en önemli erdem ve rahatlık olduğunu her defasında onların anlayabileceği düzeyde anlatmak zorundaydım.
Karların beyazının aydınlatamadığı bir karanlığı renklendirmenin anlamı olmadığını düşündüğüm için dar bir renk skalasını tercih ettim.
Okul Tıraşı’nın görüntü yönetimi anlamında yer yer Romanya Yeni Dalgası’nı çağrıştırdığını söyleyebiliriz. Hikâye anlatımı ve senaryo yapısı bakımından ise, Asghar Farhadi’nin izleyiciyi ahlaki ikilemlere sürükleyen anlatılarının izleri hissediliyor. İlham kaynaklarınız nelerdi? Filmin görsel ya da tematik olarak akraba olduğu yapımlar var mı sizin gözünüzde?
Senaryo yazarken Herta Müller’in kitaplarını çok fazla okuyorduk. Müller, Çavuşesku döneminde yaşamıştı ve benim okulda hissettiğime benzer duygular hissediyordu. Belki de Romen Yeni Dalgası’na bu yüzden benzetiyorsunuzdur. Çünkü benzer coğrafyalarda yaşıyoruz. Fakat kendime referans aldığım bir film yok. Ben senaryo yazarken film seyretmemeyi tercih ediyorum.
Filmin görsel dünyasını oluştururken daha titiz davrandığımı söyleyebilirim. Akademi aspect ratio’sunuklostrofobik atmosfere katkısının yanı sıra hem sürekli yakın durmak istediğim bir karakterle keşfe çıktığım için hem de sistemin dar mantalitesini göstermek için kullandım. İlk kısa filmlerimde omuzda kamera kullanımı, bir mecburiyet olarak doğmuştu. Hiçbir zaman şaryo, Jimmy Jib benzeri aletleri kiralayacak bütçemiz oluşmuyordu. Omuz kamerası, sonrasında benim üslubuma dönüştü. Bu filmde de hem sürekli hareket hâlinde olan başkarakterimin takibi hem de filmdeki gerilim unsurlarına katkısı nedeniyle hareketli kamera kullanmaya çalıştım. Karların beyazının aydınlatamadığı bir karanlığı renklendirmenin anlamı olmadığını düşündüğüm için dar bir renk skalasını tercih ettim ve zil sesinden başka müziği olmayan bir yerde, dışarıdan duyacağımız bir notanın bile fazla olacağını, bu yüzden müzik kullanmamam gerektiğini hissediyordum.
Okul Tıraşı bu yıl Berlinale’de Türkiye’yi temsil eden tek filmdi. Pandemi koşulları nedeniyle yalnızca çevrimiçi gösterim yapılabildi elbette. Seyirciyle yüz yüze buluşmanın yerini tutmamıştır muhakkak ama yine de dünyanın her yerinden izleyicilere ulaşmış oldu film. Sizin açınızdan festival deneyimi nasıldı? Nasıl geri dönüşler aldınız?
Herkes gibi ben de buruk bir sevinç yaşıyorum. Hiçbir film izleme deneyimi, beni sinemada film izlemek kadar heyecanlandırmıyor. Bu filmi yapmama neden olan motivasyonun anlaşılması mutluluk verici.
Filmin bundan sonraki yolculuğuna dair kesinleşen bir durum var mı?
Şimdilik BFI London, Moskova, Hong Kong, Haifa gibi birçok festival var. Dünya turuna devam ederken Türkiye’de Antalya Film Festivali’nde filmi açıp vizyona koymayı düşünüyoruz. Aynı zamanda şimdiden diğer ülkelere de satılmaya başlandı ve oralarda da vizyona gireceğiz.
1980’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji eğitimi gördü, Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler yüksek lisansı yaptı. 2003 yılında katıldığı Altyazı’da çeşitli görevler üstlendikten sonra 2015-2022 arasında Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Ulusal ve uluslararası festivallerde SİYAD ve FIPRESCI jürilerinde yer aldı. 2022'de Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünün seçici kuruluna katıldı.