Şu An Okunan
Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu ile Birlikte Öleceğiz Üzerine Söyleşi: ‘İstanbul’a Rağmen Bir İstanbul Filmi’

Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu ile Birlikte Öleceğiz Üzerine Söyleşi: ‘İstanbul’a Rağmen Bir İstanbul Filmi’

Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun imzasını taşıyan Birlikte Öleceğiz sinemamızın son yıllarda çıkardığı en özgün yapımlardan biri. Yönetmenler tutkulu bir aşk hikâyesine odaklanan senaryonun çıkış noktasını, İstanbul’un bu aşk hikâyesindeki konumunu ve filmin ilham kaynaklarını anlatıyor, sanattaki tekdüzeleşmeye niçin tepki duyduklarından bahsediyorlar.

Söyleşi: Berke Göl

Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun yazıp yönettiği, başrollerini Su Kutlu ve Özgür Emre Yıldırım’ın paylaştığı Birlikte Öleceğiz (2021) tutkulu ama yıpratıcı bir aşkın yıllara yayılan öyküsünü kâh melodram kalıplarından beslenerek, kâh farklı biçimsel deneylere başvurarak anlatıyor. Orada (2009) ve Gözümün Nûru (2013) gibi kurmaca filmleriyle, Bergmanya’ya Yolculuk (2011) gibi belgeselleriyle kendilerine çağdaş Türkiye sineması içinde özgün bir hat çizen yönetmenlerin bu üçüncü uzun metrajlı kurmacası, aynı zamanda ülkenin pek çok güncel meselesine de değiniyor. Toplumsal yaşamın giderek muhafazakârlaşması ve dinselleştirilmesinden devlet kurumlarını ele geçiren illegal yapılara, İstanbul’un kimliğini zedeleyen kent suçlarından kadına yönelik şiddete, etnik azınlıklara uygulanan ayrımcılıktan ülke tarihinin biriktirdiği tüm diğer acılara çok sayıda durağa uğrayan film, bu bakımdan benzerine az rastlanır türden bir cürete sahip. Kurtuluş ve Saraçoğlu, prömiyerini 2021 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan ve ticari vizyona girmeden MUBI’de yayına giren filmin zorlu yapım sürecine, tematik ve biçimsel ilham kaynaklarına, Mazhar ile Ece’nin aşkı üzerinden kurdukları dünyaya dair sorularımızı yanıtladılar.

Birlikte Öleceğiz iki sevgilinin inişli çıkışlı aşk hikâyesini anlatırken bir yandan da bir kuşağın İstanbul’la –ve daha genel anlamda “memleket”le– kurduğu aşk-nefret ilişkisini ele alan bir film. Açıkçası çok da aşina olmadığımız bir kombinasyon bu. Projenin çıkış noktasından başlayarak bu iki kanalın birbirini nasıl beslediğini, senaryonun nasıl şekillendiğini anlatır mısınız?

Hakkı Kurtuluş: Memleket özelinde de İstanbul’la kurulan kalma-gitme ilişkisinin kuşağımızı kavuran bir ikilem olduğu su götürmez bir gerçek. Bu ilk değil elbette, daha önce başta İstanbul’un gayrimüslimleri olmak üzere pek çok insan benzeri süreçlerden geçti, göçtü. Benzeri ikilemleri müreffeh dünya metropollerinin dışındaki hemen herkes de yaşıyor çağımızda, bu anlamda çok da lokal bir durum olduğunu düşünmüyorum.

Filmin ilk satırlarının yazıldığı 2014 sonunda bile birbirini haç şeklinde dik kesen iki eksen olarak bu dediğiniz kurucu fikir vardı. Biz Birlikte Öleceğiz’i bir dönem sonu filmi olarak tahayyül ettik. Hemen eskimesini, zamanın çarkları içerisinde çabucak yok olacak zamane kurmacalarından birisi olmasını istemedik. Ne kadar başarılı veya haklı olduğumuzu zaman –zaman derken şöyle en azından bir on yıl, aslına bakarsanız bir umut, bu sığlık çağını aşabileceğimiz bir çeyrek yüzyıl gösterecek.

Melik Saraçoğlu: Son yıllarda yakın arkadaşlarımın neredeyse tamamı yurtdışına göçtü. Birçok meslektaşım, sinemamızın artık İstanbul’dan sonra ikinci şehri hâline gelen Berlin’de yaşıyor. Diğer yaratıcı-entelektüel mesleklerden de çok fazla insan benzer bir kaderi paylaştı. Bizzat kendimiz böyle bir süreçten geçerken öznel, içebakan hikâyeler anlattığımız böylesi bir filmde hem aşkı hem de göçmeyi filme tahvil etmeye çalışmamız kaçınılmazdı. Zaten filmin ismindeki “birlikte ölmek” de olumlu ve olumsuz anlamlarıyla hem aşkı hem de Türkiye’de varol(ama)mayı içeriyor.

Mazhar ile Ece’nin aşk hikâyesine paralel olarak ülkenin pek çok güncel meselesi de doğrudan ya da dolaylı biçimde gündeme geliyor. Tüm bunlar bir yandan böyle bir dünyada aşkın mümkünlüğünü sorgulatırken bir yandan da kalma/gitme ikilemine bağlanıyor. Elbette hepsi zaten iç içe yaşanıyor ama yine de bu kadar farklı meseleyi bir arada ele almanın sinemasal anlamda önemli bir iddia barındırdığı açık. Filmin bu tematik yoğunluğuna dair neler söylemek istersiniz?

H.K.: Kurmaca sanatlarda akıl almaz bir tekdüzeleşme var. Tek hikâye (ve hattâ çoğu kez tek kahraman) odaklı lânet endüstriyel standartlara bağlı anlatıların sanki romanda, sinemada hiç alternatifi olmamış gibi davranılıyor. Bu derece Amerikanlaşmanın, kültür endüstrisinin boktan formüllerini bu derece içselleştirmenin çok uzak olmayan bir gelecekte hayretle karşılanacak bir çağ hastalığı olarak değerlendirileceğini umuyorum. Mesela Birlikte Öleceğiz’in coğrafyasında halı ve mozaik gibi formlar da var. Hemen herkes bize en başından en sonuna dek “bırak sade kalsın” diye “tavsiye” verdi. Gerek akademik, gerek sinemasal hayatımda defalarca “ne alâkası var?” sorusuyla karşılaştım; ben de bu soruları hâlâ hayretle karşılamaya devam ediyorum.

Geçenlerde değerli bir Amerikalı öğrencim ders anlatma biçimime başta alışmakta güçlük çektiğini, ancak daha sonra kendisinin “teğetsel” diye sıfatlandırdığı ders anlatımımın ufkunu açtığını yazdı – açıkçası gönenmedim dersem yalan olur. Bırakınız kafası başka türlü çalışan insanlar standart dışı, kendilerine özgü meram anlatma yollarını arayıp bulabilsinler! Kültür endüstrilerinin bütün karar alıcı mekanizmalarına çöreklenmiş parazitlerin, insanlığın geleceğinden en az kaya petrolünden zengin olanlar kadar çaldığını düşünüyorum.

M.S.: En başından beri bir mozaik misali, birçok yan karakter ve yan öykünün bir araya gelerek asıl resmi oluşturduğu çok katmanlı bir film yapmak istedik. Ana karakterlerimiz Ece ve Mazhar da bu mozaiğin en ortasında duracaktı tabii. Eski bir Çin bedduasından İngilizceye uyarlanıp son yıllarda sık işitmeye başladığımız bir atasözü var: “May you live in interesting times” (İlginç zamanlarda yaşayasın). Hem dünyaya hem de katmerli şekilde ülkemize uygun bir söz. Bir devrin sona erip yeni bir devrin başlayayazdığı, belirsizliğin ve karmaşanın hâkim olduğu “ilginç” zamanlarda yaşıyoruz. Ve böyle fırtınalı bir dönemde, bir çiftin zaman ve mekândan dayak yemeden kendini soyutlayarak özgürce aşklarını yaşaması pek mümkün olamıyor. Bu yüzden, bu zaman ve bu coğrafyada geçen bir aşk filmi yapıyorsak “şehirlilere uygun” steril bir kebaptansa, acısı, isotu, soğanı, sarımsağı, kuyruk yağı bol bir Adana kebabı yapmayı denemek bize daha doğru ve ahlaklı geldi. Ne kadar başarılı olduğumuz izleyiciye kalmış.

Filmin içerik anlamında da çok kapsamlı bir referans dünyası var. İkili ilişkilere bakışla ilgili olarak Bergman sinemasını kapanış jeneriğinde zaten anıyorsunuz. Öte yandan Yeşilçam geleneğinden ve özellikle melodram türünden de besleniyorsunuz. Başlıca ilham kaynaklarınızı ve bunları özgün bir yapıda bir araya getirirken nelere dikkat ettiğinizi anlatır mısınız?

H.K.: Filmin bile isteye eklektik bir yapısı var, evet. Burada da günümüz beğenilerine ve bence büsbütün feyk bir özgünlük algısına çarpıp durduk. Biz sinemanın, yönetmen sinemasının estetik ve tarihinin içinden gelerek sinema yapmaya çalıştık bugüne dek. Filmin, içeriğine dair dört bir yana attığı kementlerin yanı sıra film dili, estetiği ve tarihinin pek çok yerine de kementleri var. Bunların bir kısmı dile getirildi, bazen aslında hiiiç ilgilenmediğimiz ve hattâ sevmediğimiz yönetmenlerle ilişki kuruldu; bazı esas kementlerinse farkına bile varılmadı. Ama şunu söyleyeyim: ayılınıp bayılınan ve çok özgün olduğu söylenen ama aslında denemeyip –mış gibi yapan, kendini tekrar eden, janr kodlarıyla oynarmış gibi yaparken erdemlilik taslayıp liberal tribünlere oynayan kurmacalardan illallah ettim epeydir.

M.S.: Daha ilk filmimiz Orada’dan beri bu tür konularda kartlarımızı açık oynamaktan çekinmiyoruz. Elbette bizi etkilemiş, sinema anlayışımızı şekillendirmiş yönetmenler var. Fakat aynı anda da tekrara düşmeden kendi özgün sesimizi yaratmaya, kendine has filmler yapmaya çalışıyoruz. Beri yanda birçok insan, alışkın olduğu konu ve üslûbun biraz dışına çıkan bir “şey”le karşılaştığında, hemen bir etiket yapıştırıp kategorizasyona girişiyor. Kardeşim, senin sinemasal dağarcığın hepi topu üç-beş isim ve filmle sınırlıysa, sinema sanatını sadece kurmacadan ibaret sanıyorsan, bir filmde suspense’in bilinçli olarak reddedilebileceğini aklına bile getiremiyorsan e benim ne suçum var?

Filmin en dikkat çekici yönlerinden biri de görsel anlamda elini korkak alıştırmaması. Birbirinden çok farklı sinema anlayışlarını iç içe geçiren bu yapıyı kurarken nelere dikkat ettiniz? Görüntü yönetmeni Cansu Boğuşlu’yla nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz?

H.K.: Bunun üzerinde filmin yazılış sürecinin en başından beri çalıştık. Mesela bu filmin klasik kesme (cut) filmi yerine çözünme (dissolve) filmi olması ta en başından beri tasarladığımız bir şeydi. Cansu’yla yollarımız çok daha sonraki bir süreçte kesişti. Ancak Cansu’nun kalıpçı olmayan, gözüpek, taze biri olması işbirliğimizi daha da verimli hâle getirdi. Mesela “Dutch” açılar Cansu’nun önerisiyle filmin görsel diline dâhil oldu. Yine de çoğu kez önümüze konan saçmasapan bürokratik engeller yüzünden her istediğimizi istediğimiz mevsim ve saatte çekememiş olmamızdan ötürü hayıflanıyorum; üzgün ve kızgınım.

M.S.: Kamera arkasına ek olarak kamera önünden de bahsetmek ve bu görsel dünyaya büyük katkısı olan sanat yönetmenimiz Billur Turan’ı da anmak gerek. O da Birlikte Öleceğiz’de yaratmak istediğimiz dokuyu ve filmin ruhunu en iyi kavrayan insanlardan biriydi. Kostümlerden duvar kâğıtlarına, günlüklerden sokaklardaki stensillere dek her şeyi en ince ayrıntısına dek tasarladı. Zaten yaratıcı ekipte Cansu gibi, Billur gibi aynı dili konuşabildiği insanlarla çalışmak, bir yönetmen için gerçekten çok güzel bir duygu.

Bu bağlamda geniş ekran tercihini de konuşabiliriz. Sinema salonu deneyimi elbette her film için önemlidir ama Birlikte Öleceğiz özellikle etkisini perdede yaşatacak bir yapım. Bu bakımdan, festival gösterimlerinin ardından filmin vizyona girmeden MUBI’de izleyiciyle buluşması tercihinizden bahsedebilir misiniz?

H.K.: Buna bir tercih diyemeyiz. Elbette biz de en büyük perdelerde oynamasını isterdik. Bu filmin sadece rengiyle on ay kadar uğraşmışken hele. MUBI izleyicilerinden ricamız, sadece filmimiz için değil nitelikli olma çabasındaki bütün sinema eserleri, özetle MUBI’de gösterilen ne varsa, bunlar için renk ve ses ayarlarını nötre getirmeleri, kontrastı ayarları yüksekse kısmaları ve özellikle televizyonlarının sunduğu “motion”a dair ayarları kapatmaları olacaktır. Konu hakkında daha çok öğrenmek isteyen izleyicilerimiz Vox Youtube kanalındaki şu İngilizce videoyu izleyebilirler.

M.S.: Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de sinema salonuna gitme alışkanlığı ne yazık ki çok azaldı. Pandeminin de bu süreci hepten hızlandırdığı ortada. Türkiye özelinde, ekonomik şartların da bunda büyük etkisi var tabii. Artık bizimki gibi uzun bir filmi içimize sinecek şekil ve kopya sayısıyla dağıtıp salonlarda göstermeye çalışmak ve kaydadeğer de bir gişe beklemek, biraz fazla iyimser, hattâ naifçe bir yaklaşım. Neyse ki MUBI izleyicileri, atletizmdeki engelli koşunun evrimleşmiş hâli olarak gördüğüm, timeline’da ileri atlaya atlaya film/dizi izleme sporuna gönül indirmeyen, gerektiğinde maraton bile koşabilen bir kitle.

Altın Portakal’daki prömiyerinden itibaren seyirciyi ikiye bölen, övgülerin yanı sıra ağır eleştiriler de alan bir film oldu Birlikte Öleceğiz. Bunun sebepleri arasında filmin süresini, karmaşık yapısını, deneme cüretini, iddiasını gösterebiliriz. Filmin seyircide böyle bir etki yaratmasını bekliyor muydunuz? 

H.K.: Hem evet, hem hayır. Ülkemizde “içedönük” eserlerin ve eser sahiplerinin her zaman hor görüldüğü tarihsel bir vaka. Mesela şu an parçası olacağımız bir etkinlik için uzun seneler sonra Ahmet Hâşim’e döndüm. Büyüklüğü tartışılamayacak şairimizin bile hayatı boyunca yakasını bırakmamış tüm bunlar. “Memleket elden giderken sen gölü, mehtabı yazıyorsun”, estek köstek… Sadece memleketin bitmek bilmez hengâmesiyle açıklanamayacak bu hödüklük, kasabalılık hep oldu, hâlâ da var. “Sanat dediğin, film dediğin…” tiradları. Bu noktadan üretilen edebiyat, sinema, tiyatro hemen ne varsa da maşallah beş-altı yıla kalmadan yıldızları dökülmüş, eskimiş, bitmiş.

M.S.: Aslında bugüne dek kısa, uzun, kurmaca, belgesel ayırmadan hep farklı, nevi şahsına münhasır filmler yapmaya çalıştık. Daha güvenli sularda yüzmek elbette mümkün ama zaten bağımsız filmler yapmak finansal açıdan hiç akıl kârı değil, bari bu düpedüz enayice işe girişmişken en azından cesur olup değişik şeyler deneyelim diyoruz. Tabii hâl böyle olunca, bırakın izleyicileri, “film profesyonelleri” de ikiye bölünebiliyor. Kimi zaman fazla kibirli, hattâ “entel” olmakla; kimi zamansa sinemadan anlamamakla yaftalandığımız oluyor. Birlikte Öleceğiz’le aynı yıl çıkan ve Adana’da Jüri Özel Ödülü kazanan belgeselimiz Dermansız (2021) için “bu abuk sabuk şey film bile değil” gibi eleştiriler aldık mesela. Gözümün Nûru’nda da benzer şeyler olmuştu. Ticari açıdan doğrusunun çocuk havuzunda yüzmek olduğu ortada ama biz yine de tekinsiz, pek de el değmemiş kıyılardan açılmaya devam edeceğiz sanırım. Varsın oramıza buramıza deniz kestaneleri batsın.

Birlikte Öleceğiz

Filme gelen ciddi eleştirilerden biri de, Cengiz Bozkurt’un canlandırdığı karakter aracılığıyla HIV ile eşcinsellik arasındaki ilişkiye dair önyargıları pekiştirdiği, başkarakterinin bakışı üzerinden homofobiyi beslediği yönündeydi. Filmin son kurgusunda ise bu sahnenin kısmen değiştiğini görüyoruz. Hem bu sahnelerdeki değişikliklere, hem de kurguya yaptığınız diğer müdahalelere değinebilir misiniz?

H.K.: Bu filmle ilgili başımıza gelmeyen kalmadı derken bunu da dâhil edebiliriz: Esas çekimleri Birlikte Öleceğiz’den önce yapıp tesadüfen ondan yirmi gün önce Adana Altın Koza Film Festivali’nde ilk kez gösterilen ve MUBI’de de daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluşmasını umduğumuz en son belgeselimiz Dermansız’ın bir yerinde tam da bu konuyla ilgili olarak ne düşündüğümüz sarih bir şekilde varken böyle bir okuma üzerinden postmodern lince uğramak yine bize nasip oldu. Elbette bu film öyle bir niyetle çekilmedi, elbette o iki sahne öyle bir niyetle öyle bağlanmadı. Zaten böyle bir filmi böyle niyetle çekmiş olmayı düşünmek abesle iştigal. Bunu dile getirmek durumunda bırakılmak bile en hafif deyişle çağın ruhu adına azap ve utanç verici.

Daha geniş bir perspektifte bakıldığında, Alman düşünürlerini yarım yamalak anlayan Fransız düşünürlerini sorunlu çeviriler ve reader’larla yarım yamalak okuyup sığlaştıran Amerikalıların “elit” üniversitelerinden üreyen ve solu kimlik politikalarına indirgeyen çağ yangını olarak görüyorum tüm bunları. Filmin kurgusu iki yıla yakın sürdü. Elbette yüzlerce kez izledik, izlettik. Çoğu bizi tanımayan, beşbenzemez sinemaseverlerden oluşan bir fokus grubumuz da vardı. Hiç böyle bir geri besleme gelmedi. Böyle bir okuma da hiç aklımızın köşesinden de geçmedi. Aklıselim olup, öyle okuyan birkaç kişiyle de görüş alışverişinde bulunduk. Argümanlarını, kırgınlıklarını ve iki bin küsur kesme ve iki yüzü aşkın sahne sahibi filme verilen emeği de göz önünde bulundurarak o iki sahneyi başka türlü bağladık. Birbirini besleyen sevgisizlik ve öznefretle hem kendi hem de yakınlarının hayatını mahveden bir yan karakter olarak “alâkası” olduğunu düşünüyoruz. Cengiz Bozkurt gibi mahir bir aktörle çalışabildiğimiz için de mutluyuz (Bu arada bu yan karakterin bir ürolog dostumuzun hastasıyla yaşadığı sürece dayandığını da belirtmeliyim).

Beri yanda hâlâ ortalama yaşı oldukça genç memleketimizin önünü tıkayan, gidip torunuyla ilgilenmeyi, hayatın başka alanlarında faaliyet göstermeyi reddedip hayatı kadınlara, çocuklara ve makbul görülenin dışında kalan insanlara zindan etmeyi işbilen yaşlı erkeklerin kaydadeğer bir kısmının da öznefretten bu hâle geldiklerini düşünüyorum.

Bir yandan İslamcıları habire niyet okuyorlar diye, her şeyi islamofobi diye okuyup, okutup bunu bir zırh belliyorlar diyip eleştirirken, Amerikan sığlığından üreyen ve sol olduğu iddia edilen bu kimlik politikalarının da dön dolaş aynı çukura düştüğünü söylemeden edemeyeceğim (Sol tarihimiz esasen bir yenilgiler manzumesi olsa da, epi topu iki yüz elli yıllık bir mazisi olan ve uygarlık yaşına göre ergen bile sayılamayacak; solu da olduğu şüpheli Amerika’nın anaakım fikirlerinden hak mücadelesi ve solculuk öğrenecek kadar düşmeye de hiç gerek yok!).

Zaten temel sorun, tepe binde bir, gücünü konsolide ettik, eşitsizlik 1914’e bile rahmet okutacak seviyelere tırmandıkça kültür, medya ve sanatla ilgili hemen her şeyin çoğu kez işletme, pazarlama, PR. gibi bölümlerden mezun kadroların kontrol ettiği ucuz ideolojiye uygunluk kontrol raporlarına bağlanması: Birinci gayet de sorgulanabilir ideolojik önyargıyı sorgusuzca emme basma tulumba gibi doğruluyor mu; evet peki ikinci soru, peki bunu doğruluyor mu? Tam olarak değil. E haydi yallah! Nasıl olsa o şıkların hepsini eksiksizce doldurmaya meraklı yüzlerce yazar, yönetmen, youtuber, gazeteci var.

Sokal vakası misali birisi keşke uğraşıp yapsa: Mesela Buñuel’in başyapıtlarından Çölün Simon’u’nun (Simón del Desierto, 1965) senaryosunu alsa. Ya hiç değiştirmeden, birebir ya da uyarlayarak Batı’daki herhangi bir film fonuna başvursa. Bir kere fonda o senaryoyu okuyacak zerzevat arasında “yahu bu senaryo bildiğin Buñuel’in Çölün Simon’u” diyecek biri çıkacağından şüpheliyim. Beri yanda da proje fonun şartnamesinin bilmem kaçıncı maddesi, bilmem kaçıncı bendine göre dinî, bilmemnevi değerleri aşağılıyor diye ret alacağına da bahse girerim. Werner Herzog geçenlerde tam da bu sebeplerden Cannes’ın yüzde 90’ının, Berlinale’nin de yüzde 95’inin moloz olduğunu söyledi, eh –.

M.S.: Türkiye’de yaşamak oldukça zor. Hele ki benim de olduğum gibi dezavantajlı bir gruba mensupsanız, bu zorluğu onla çarpmak gerekiyor. Birlikte Öleceğiz’le elbette kimseyi yaralamak, üzmek ya da aşağılamak gibi bir arzumuz olmadı, olamaz; ama “bir kurmaca eserdeki kurmaca bir karakterin ağzından çıkan her şeyi yönetmen/yazar söylüyor ve kanının son damlasına kadar da benimsiyor” yaklaşımından artık biraz vazgeçsek hiç de fena olmayacak.

Sonuçta görme engelli bir yönetmen olarak benim de hayatım hiç ama hiç kolay değil. İzlediğim birçok filmde de birçok kurmaca karakter engellileri incitebilecek şeyler söylüyor, yaralayıcı davranışlarda bulunuyor, bazen de engellilerle alay ediyor. Ama ben o filmleri seyretmeye, beğenmeye devam ediyorum. Belki de sorun bendedir.

Kapanış jeneriğinde yer alan notta yapım sürecinde yaşadıklarınıza, karşınıza çıkarılan bürokratik engellere, yetkililerin vurdumduymazlığına yönelik uzunca bir serzeniş notu yer alıyor. Az önce de değindiğiniz bu konuyu biraz açar mısınız?

H.K.: Herhalde Yılmaz Güney ve çıraklarının malûm dönem ve şartlarda kelle koltukta çektikleri filmler bir yana bırakıldığında ülkemizde çekilmiş en çileli filmlerden biri oldu bizimkisi. Zamanımıza ve zamanımızın mevkî sahiplerine yansımış vurdumduymazlık, zevksizlik, cehalet ve buna bağlı aşırı özgüven her aşamada elimizi kolumuzu bağladı. Aylarca, yıllarca çoğu kez boşu boşuna beklemek zorunda kaldık. Pek yakında terk-i diyar edeceğini bilen Süleyman Turan’ın son bir isteği vardı ve gözleri açık gitti. Dediğim gibi kırgınım, kızgınım.

M.S.: Filmde Ece’nin ağzından “Ey güzel İstanbul, senin şerrinden yine sana sığınırız” diye bir cümle geçiyor. Aslında biz de bir benzerini yaşadık diyebilirim. Yola çıkış noktalarımızdan biri İstanbul’a adanmış bir film yapmaktı fakat bir süre sonra kendimizi İstanbul’a rağmen bir İstanbul filmi yapmaya çalışırken bulduk. Bunun en büyük sorumlusu da Kafka’ya rahmet okutacak bürokrasimizdi diyebilirim. Bazı çekim izinleri için bir yıldan uzun süre beklemek zorunda kaldık. Bazı izinleri hiç alamadık. Bazen her türlü resmî izni almış dahi olsak, geceleri yatağımızda huzurlu uyumamızı sağlayan işgüzar özel güvenlik görevlileri yine de çekim yapmamıza engel olmaya çalıştı. İstanbul’un en kalabalık noktalarından biri olan Topkapı Sarayı’nın kapısının önünde, yine her türlü resmî iznimiz olmasına karşın, bir metre mesafeden yüzümüze makineli tüfek doğrultulup vurulmakla tehdit edildiğimiz de oldu. Tabii hepsinden acısı, sevgili Süleyman Turan’ın vefatından iki gün önce, bir buçuk yıl boyunca izinleri beklediğimiz için gerçekleştiremediğimiz son sahnesinin çekimleriyle ilgili olarak beni arayıp, her zamanki kibarlığı ve zarafetiyle “Melik Beyciğim, galiba son sahnemi çekemeden size veda edeceğim” demesiydi. Tüm çabalarımıza, hattâ yalvarmalarımıza rağmen sonuç alamadık ne yazık ki. Köstek olanlar adına da biz utanmış olduk.


Birlikte Öleceğiz, MUBI Türkiye’de yayında.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.