Şu An Okunan
Jocelyne Saab ile söyleşi: Hayata Kamerayla Tutunmak

Jocelyne Saab ile söyleşi: Hayata Kamerayla Tutunmak

Jocelyne Saab kariyerine savaşın damgasını vurduğu coğrafyalarda gazetecilikle başladı. Sonraki yıllarda kişisel hikâyeler anlatan kurmaca filmler de yapmakla birlikte, savaşı belgeleme dürtüsüyle hep belgesele döndü. Lübnanlı yönetmenle 2015 sonunda İstanbul’a geldiğinde bir araya gelmiş ve gerçekliğe tanıklık eden filmleri üzerine konuşmuştuk.

Fotoğraf: Kenan Özcan

Arap dünyasının önemli sinemacılarından Lübnanlı yönetmen ve gazeteci Jocelyne Saab, geçtiğimiz aylarda İstanbul’daydı. Özellikle Lübnan İç Savaşı sırasında çektiği belgesellerle tanınan Saab, kariyeri boyunca İran’dan Batı Sahra’ya, Vietnam’dan Irak Kürdistanı’na kadar birçok ülkede filmler çekti. Boğaziçi Chronicles’ın konuğu olarak İstanbul’da üç hafta kalan ve kente dair bir de kısa film hazırlayan yönetmen, bu süre içinde ‘kuşatma altındaki’ Beyrut’u anlattığı bir söyleşiye ve Mısır’da çektiği Dunia (2005) adlı filmin gösterimine katıldı. Son olarak 7. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali kapsamında, sinemanın yüzüncü yılında yaptığı Bir Zamanlar Beyrut’un (Kanya Ya Ma Kan, Beyrouth, 1995) özel gösterimine katılarak Beyrut, savaş ve sinema üzerine konuştu. Jocelyne Saab’la televizyon gazeteciliğinden belgesele, oradan kurmaca film ve çağdaş sanat alanına uzanan kırk yıllık kariyeri üzerine sohbet ettik.

Önce TV gazeteciliği, sonra belgeseller, ardından fantastik öğeler de taşıyan kurmaca filmler yaptınız. Hatta son dönemde çağdaş sanat videoları yapıyorsunuz. Bu, türler arası geçişlerden biraz bahsedebilir miyiz?
Ben hiç sinema eğitimi almadım, dolayısıyla hep içgüdülerime göre hareket ettim. Sinemayla ilişkim Flaherty tarzı belgeseller yaparak başladı, sonradan diğer alanlara yöneldim. Bunun hem sinema eğitimi almamış olmamla, hem de savaşla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü iç savaş boyunca bütün bu belgeselleri yaptıktan sonra, Beyrut’tan ayrıldım. Bir süre Mısır, İran ve Batı Sahra’da belgeseller yaptıktan sonra Beyrut’a döndüğümde, gözüm artık bir şey görmek istemiyordu. İlk kurmaca filmim Suspended Life’ı (Ghazal el-Banat, 1985) o sırada yaptım, ki nispeten daha sakin bir dönemde, 1976-77’de geçse de, o da savaş dönemi hikâyesiydi. Ama bu kez öncelikle kendi hikâyemi anlatmak ve derinine inmek istiyordum. Savaş yüzünden ergenlikle olgunluk arasında bir yerde gençliğimi yitirdiğimi fark ettim. Bunu anlatmak istediğim için Suspended Life’ı yaptım. Daha fazla gerçeklik görmeyi kaldıramıyordum artık.

İran’a gittiğimde bunu iyice anlamıştım. Beni Sadr’ın ülke genelinde seçim gezisine çıktığı bir zamanda gitmiştim. Fakat siyasi arenadaki gelişmeler, Humeyni, hepsi bir yana, yoksul bölgelere gittiğimde gördüğüm manzarayı yüreğim kaldırmıyordu. Bunları daha önce defalarca görmüştüm. Polisario hakkında film yapmıştım, sene 1978’di, hâlâ Beyrut’tan uçağa atlayıp başka diyarlara gitmeye, romantik savaşçıların peşine düşmeye hevesliydim. Ama yeter dedim, kurmaca yapmaya karar verdim. Senaryomu büyük bir senaryo yazarına, Antonioni, Polanski gibi isimlerle çalışmış olan Gérard Brach’a gösterdim. Ondan çok şey öğrendim. 1981’de de Volker Schlöndorff ile çalıştım. Büyük setler konusunda deneyim kazandım. Büyük bir prodüksiyondu, savaş sırasında Beyrut’a üç tır dolusu ekipmanla gelmişlerdi.

Film Beyrut’ta mı çekiliyordu?
Evet, Circle of Deceit (Die Fälschung, 1981) filmiydi. Bu filmde çalışırken çok şey öğrendim. Sonra sinemaya ara vermek zorunda kaldım. 1982’deki İsrail işgalinde Beyrut’taki evim yanmıştı. Ama devam etmem gerekiyordu, 1983’te geri döndüğümde bu filmi yapmam, hayata tutunmam lazımdı. 1982 inanılmaz bir deneyimdi, bombaların altındaydık. Yaşamak, var olmak için sinemaya ihtiyaç duyuyordum. Böylece ilk kurmaca filmimi yaptım. Kuşatma sırasında yaşadıklarımızı, Beyrut’un başına gelenleri gördükçe, kendimi katı gerçeklikten koparmaya başlamıştım sanki. Savaş muhabiri olmak zaten başlı başına zordu. Cesur oluyorsunuz, habere gidiyorsunuz, ama bunun içinizde yarattığı tahribatı sonra fark ediyorsunuz. Böyle böyle kurmacaya geçtim.

Ama aslında belgeselden hiç kopmadınız, halen de belgeseller yapıyorsunuz, öyle değil mi?
Evet, belgesel, çağdaş sanat ve video art arasında gidip geliyorum. Biraz da içinde yaşadığımız zamanın getirdiği bir şey bu. Çünkü artık para da bulamıyoruz; eskiden Afrika ve Arap ülkelerinden gelip Paris’te veya başka yerlerde bütçe arayan yedi sinemacıydık topu topu. Şimdi iki yüzden fazla böyle sinemacı var. Okullardan çıkan gençler, belgesel yapan onca başka insan var. Bütçe bulmak giderek zorlaşıyor.

Filmlerimde gerçekliğe yakın duruyorum hep. Bu anlamda hâlâ belgeselciyim. Mesela Dunia filmim, gerçeklikten güçlü biçimde esinlenmiş ve oradan kurmacaya dönüşmüştür. Son filmim What’s Going On? (2009) aslında tümüyle gerçeküstü bir şiir gibi. Gerçeküstücü akımdan her zaman etkilenmişimdir. Yüzyıl başında yoğun bir değişim isteğiyle birlikte ortaya çıkmıştı bu akım. Ben de onlar gibi tamamen gerçekliğin dışında bir film çekmek istedim.

Bir ara da bir müzeden toplumsal cinsiyet meselesi üzerine altı kısa film yapma teklifi almıştım. Bu filmlerde sanat filmiyle belgesel arasında oynamam, ikisinin arasında yeni bir dil bulmam gerekiyordu. Şimdi mülteciler üzerine yaptığım, yakında kurgulayacağım filmde de aynı durum var. Belgesele dönüşüm bu şekilde oldu. Şu anda da İstanbul’dayım. Köprü üzerine çok kısa bir film yapıyorum. Köprü benim için çok güçlü bir metafor.

Bugünkü yapım zorlukları bir yana, belgesel günümüzde sanki kaçamayacağımız bir tür oldu. Bir keresinde bir sinema dersinde Wim Wenders söylemişti, kurmaca film çekenlere arada bir belgesel çekmelerini salık veriyordu; ayaklarını yere daha sağlam basmaları için.
Doğru. Wenders’in bunu söylediğini bilmesem de, ben öyle yaptım aslında. Mesela İsrail 2006’da Beyrut’u tekrar işgal ettiğinde, Amman’dan helikoptere atlayıp gitmiştim oraya. Beyrut’a vardık, yere indik. İsrail uçakları havadan bildiri atardı, 15 dakika sonra şurayı bombalayacağız filan diye. O zaman sadece köprüler üzerine bir film yapmıştım. Köprülere karşı takıntım var herhalde. Wenders haklı ama diğer yandan Avrupa’yla bizim durumumuz çok farklı. Belgesele dönmem gerekmeseydi, buna sebep olan savaş şartları olmasaydı, dönmemeyi tercih ederdim. Savaş mevzuuna bir daha girmek istemezdim. Avrupa’da olsaydım hayat boyu savaş filmi çekmektense örneğin Wenders gibi Pina Bausch üzerine belgesel yapmaktan memnun olurdum.

1970’lerde bir kadın olarak erkeklerin hâkim olduğu bir sektörde çalışmak, ayrıca o dönemin ağır ekipmanlarıyla cebelleşmek hiç kolay olmasa gerek. Bu zor işe kalkışmak için temel motivasyonunuz neydi?
Evet, zordu. Ama okula girdiğimden beri sinema yapmak istiyordum, ailem izin vermiyordu. On altı yaşındaydım, seyahat etmek için çok gençsin diyorlardı bana. Bunun üzerine ekonomi okudum. Sonra medyada çalışmaya başladığımda, yazılı basın için yeterince iyi bir yazar olmadığımı, ama güçlü bir gözlem yeteneğim olduğunu keşfettim. Ben de gözümü kullanayım, film yapayım dedim. Başlarda klasik gazetecilik yaptım, TV’lere haber geçtim, sonra daha özgür işlere yöneldim.

O zamanlar kendimi feminist hissetmiyordum, feministlerin o günkü söylemi bana hitap etmiyordu. Söylemleri aşırıydı; azınlık olduklarını hissediyor ve kendilerini marjinalize ediyorlardı. Bu görüşü hep reddettim, azınlık olsam bile ben kendimi öyle görmedim. Çünkü bunun doğal sonucu ya hiçbir şey yapmamak ya da yaratıcı olmak yerine agresifleşmek. Ben erkeklerin dünyasında kötü hissetmedim, o dünyayı keşfettim. Bir rahibe okulunda yetişmiştim, hep hemcinslerimi görmekten, kapalı olmaktan bıkmıştım. Dışarı çıkıp dünyayı keşfetmek istiyordum. Bu dünyanın erkeklerin dünyası olduğunu biliyordum ama kadınların durumu hakkında sonradan bilinçlendim.

Kendinizi feminist olarak görmeseniz bile filmlerinizde hep kadınları ele alıyorsunuz. Bir Zamanlar Beyrut iki genç kadın karaktere odaklanıyor, Dunia’da kadın sünnetini ele alıyorsunuz.
Evet çünkü onca yıl savaşı çektikten sonra cinsiyet meselesi üzerine gitmeye karar verdim. Kadınların içinde yaşadığı koşulların farkına varmaya başladım. Bana haklarımı vermeyen kendi ailemde bile kadın olarak ezildiğimi görmek, beni sarsıyor. Oğlan çocuk her şeydir onlar için. Bütün bu kariyerin üzerine, birdenbire kendimi kadın olmanın ezici koşulları içinde bulmak beni çok etkiledi. Buna karşılık özellikle Mısır’da toplumun epeyce anaerkil olduğunu da gördüm; bence kadınlar epey güç sahibi orada.

Beyrut’tayken savaşı kameranın vizöründen görmenin bir tür iyileştirici etkisi var mıydı? Ya da önemli bir şeyi kamerayla belgelemek savaş travmasını daha kolay atlatmanızı sağlıyor muydu?
İyileştirici değil de, size olay yerine gitme cesareti veren bir şey. Elinizde kamera varken kendinizi emniyette hissediyorsunuz, tabii bu bir yanılsama. Ama kendimi güvende hissediyordum çünkü bir şey yapıyordum. Bir şey yaptığınız anda, artık oradan tesadüfen geçen biri değilsiniz. Orada olmak için bir sebebiniz var, gerçekliğe tanıklık etmek gibi bir misyonunuz var.

Bu sizi aynı zamanda tehlikeye de atan bir his değil mi?
Öyle tabii. Bunun bedelini ağır ödedidiğim de oldu. Paris’te yaşadığım dönemde devamlı hastalanıyordum. Biriken şeylerin vücudumdan atılması, temizlenmem gerekiyordu sanki. Sık sık hastaneye gidiyordum. O sayede suni döllenme ve tüp bebekler hakkında Fécondation in Vidéo (Fécondation in Vidéo, 1991) filmini yaptım. Hastanede yatarken doktor depresif hâlimi görünce “aşağı kata gelip yaptıklarımızı izlemek istemez misin” demişti. Orada yapay yöntemlerle yumurtaya can veriyorlardı. Daha tüp bebek olayı çok yeniydi, bu konuda film yapan ilk sinemacılardan biriyim. İşte bu benim için iyileştirici bir şeydi; hastane odasının beyaz duvarlarından kurtulup yeniden hayata dokunmamı sağlıyordu. Çok tuhaf bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum. Bir kutu içinde mikroskop altında dölleme yapılmaya çalışılıyordu, biz de her şeyi görebiliyorduk. Sonra başarısız olursa kutuyu alıp çöpe atıyorlardı. Ona bakıp hayatın gerçeği, diyordum. Çok etkilenmiştim, toparlanmama çok yardımcı oldu, kaybettiğimi sandığım hayata dönmemi sağladı.

Bir hikâye anlatmak, bunun insanlara ulaşması, tepkiler alması, bu işe devam etmek için önemli bir motivasyon kaynağı, öyle değil mi?
Kesinlikle. Bu belgeselden sonra Bir Zamanlar Beyrut’u yaptım. Sonra da Vietnam’la ilgili harika bir konu geldi önüme. Devrim sonrası iktidara gelen kadınların portreleri üzerinde çalışıyordum. La Dame de Saïgon (1996) isimli filmimde anlattığım Vietnamlı kadının yaşam öyküsüne hayran kaldım. Kendisi doktordu, bana bir hikâye anlatmıştı; ormanda Amerikan bombardımanı altında, bebekler açlıktan ölüyorken, solucanları toplayıp toza dönüştürüyor ve çocuklara veriyorlarmış, biraz protein alabilsinler diye. Hayat dolu bir kadındı, yedi senesi ormanda geçmişti. Ben onu filme çekerken, bebekler için yeni bir merkez açmıştı, onlara bakacak doktorları eğitiyordu. Bu kadın bana büyük cesaret verdi. Bakanlık yapmış, öncesinde yedi sene savaşta bulunmuş, ölüm cezasına çarptırılmış, doğurduğu çocuk Amerikalıların attığı portakal gazı (Agent Orange) yüzünden ölmüştü; bütün çocuklar bu gazın etkisiyle menenjit olup ölüyordu. Bu kadar zor dönemlerden geçmesine karşın hayatına devam ediyordu, kocasıyla birlikte. Bana inanılmaz bir güç verdi, rol modeli oldu diyebilirim.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.