Şu An Okunan
Nehir Tuna ile Yurt Üzerine Söyleşi: ‘Halkanın İçinde’

Nehir Tuna ile Yurt Üzerine Söyleşi: ‘Halkanın İçinde’

Nehir Tuna’nın prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ve İstanbul Film Festivali’nde büyük ödül Altın Lale’yi kazanan ilk uzun metrajı Yurt, 90’lı yılların sonu Türkiyesi’nde geçen bir büyüme hikâyesi. Tuna’yla filmin ortaya çıkış yolculuğunu ve bu süreçte karşılaştığı zorlukları konuştuk.

Söyleşi: Aslı Ildır


Advertisement

Nehir Tuna’nın ilk uzun metrajı Yurt (2023), tarikat yurdunda kalan fakat özel bir kolejde okuyan 14 yaşındaki Ahmet’e odaklanıyor. Seküler değerler ile dinî değerler arasında sıkışıp kalmış olan karakterinin çıkmazlarını ele alan film, bir yandan yurtta yaşadığı şiddete göğüs germeye çalışırken, bir yandan da irtica karşıtı hareketlerin baskısı altında zorlanan Ahmet’in hikâyesini takip ediyor. Tuna, Ahmet’in yaşadığı çatışma ve ikilemleri, aşkı ve arzuyu keşfetme yolculuğunu, büyüme sancılarını etkileyici bir sinematografi ve müzik eşliğinde aktarıyor. Yönetmenle filmin ortaya çıkış sürecini, hikâyenin otobiyografik taraflarını, hikâye anlatmanın iyileştirici tarafını ve sinematografik tercihlerini konuştuk.

Yurt‘un çekimlerinden…

Yurt biraz otobiyografik bir hikâye. Bu filmi çekme fikri nasıl ortaya çıktı?

En başından beri aslında bir gün böyle bir hikâye anlatırım diyordum. Böyle çok hırslandığım ve başıma bir şeylerin geldiği bir dönem… Bir de tabii aynı dönem aslında benim sinemayla tanıştığım zamanlar. Filmleri izolasyonda bir kaçış noktası olarak görüyordum ve filmlere ekstra sempatiyle yaklaştığım ve âşık olduğum bir dönemdi. Tabii ki ilk etapta değil ama zaman zaman düşündüğüm, ‘içime düşen’ bir şeydi. Ama ilk filmimin ne olacağını hiç bilmiyordum. Hatta başka bir proje yazmıştım ve o çok da kişisel bir şey değildi. Onun istediğim ilgiyi bulmamasıyla, “daha içsel, daha kişisel bir şeyi yapabilir miyim, buna hazır mıyım?” diye sormaya başladım. Ben ilk filmin bunalımını yaşarken Didem (Ellialtı) bana “Elinde böyle bir hikâye var, buna yönelmelisin” diyerek hep destek oldu. O şekilde başladı ama çok uzun sürdü. Arada tekrar bir New York’a gittim, bir yüksek lisans programına girdim. Ama o süreçte de sürekli “Ben böyle bir film yapacağım” dedim. Orada da mesela yönetmenlik egzersizi olarak her üç haftada bir, bir şey çekmen gerekiyordu, çok basit bir kamera ve mikrofonla. Tematik olarak hep aynı şeylerdi… Bir yurt buldum mesela. Onlara çektiğim tanıtım videoları karşılığı mekâna girdim ve orada çekimler yaptım. Çok da güzel oldu bence. İçimde hep gözlemsel bir yerden işlemesi vardı: Çocuklar bir şeyler yaşarken, bir şeyler konuşurken onlara şahit olmak. Onun içerisinde de benim hikâyemin alttan altta işliyor olması hâli zaten hep istediğim bir şeydi ama bunu yapmak da kolay değil. Mesela en fazla kafamı kurcalayan ve “Nasıl bunun altından kalkabilirim?” diye düşündüğüm şey buydu. Oralarda biraz bunları test ettim. Sonra biraz da o görsel dünyayı, “Siyah-beyaz nasıl çalışır, atmosferi nasıl olacak?” gibi konuları biraz daha test etmek için de Ayakkabı (2018) adlı kısa filmimi yaptım. O zaman Yurt’la ilgili bir taslağım vardı, Ayakkabı onun içinden bir bölüm gibiydi. Bu süreç de bana geliştirme rehberi gibi oldu. Bu filmler bu uzun yolculukta itici güç oldu. Moral oldu, motivasyon oldu. Bakanlık desteğinin olmaması çok büyük bir heves kırıcı, kimi zamanlarda yolun sonu gibi görünen bir şey ama beş gün sonra başka bir yerden bir haber gelebiliyor. Böyle bir dalgalanmanın içerisinde, aynı Ahmet’in iki taraf arasında savrulması gibi, “Yapacak mıyım, yapamayacak mıyım?” diye hep diken üstündeydim bu süreçte. 

Hikâyeniz bir yandan çok kişisel, bir yandan da ülkenin politik tarihine de dokunuyor. Bu tarihsel ve toplumsal tarafı düşünürken ve hayal ederken zorlandınız mı? 

Hayır, hiç zorlanmadım. O dönemde olmasının benim için önemi zaten büyüktü. Hem benim o yaşta o döneme denk gelen bir hikâyemin olması hem de babamın böyle bir şeyin içerisinde kendisini bulmuş olması… Onun kendini adamışlığı hep kafamı kurcalıyordu, hep soruyordum yani “Nasıl oluyor, ne oluyor?” diye. O da o heyecanı benimle paylaşmak için hep bana yansıttı. Yaşı da gençti o zamanlar ve bu bir gençlik heyecanı, bir adanmışlıktı. Ben onu çok iyi anlıyorum, bu din olmazdı da başka bir şey olabilirdi, sinema aşkı da olabilirdi örneğin. Bir insanın sevdiği bir şeyi çocuğuna yansıtması kadar doğal ve kabul edilebilir bir şey yok. O yüzden de çok anlıyorum ve saygıyla karşılıyorum. Tabii bu saygıda şunun da payı var: Sonraki zamanlarda babamın beni hiçbir şekilde yönlendirmeye kalkmaması ve sahip olduğum tutkuyu harlayan bir tutumu olması çok güzeldi. Mesela o dönemleri bir çocuğun gözünden anlattığım için, aslında her şey benim de gördüğüm kadardı. Politik kısım zaten bir doku arka planda. Ahmet’i savrulduğu o iki şey arasında sıkıştırmak için de kullanılan bir araç bir yandan. Okulla ilgili olanlar ise hepimizin bildiği şeyler zaten. Tabii ki 28 Şubat’a giden süreçlere dair yapılmış belgeseller, neler varsa onları hep taradım ya da kitaplar okudum ama bunlar tamamen tekrar üstünden geçmek için yapılan şeylerdi. Çünkü ben bunun farkındayım, biliyorum bunu birinci elden yaşamış bir insan olarak. Bir de şöyle şeyler de vardı: Bizim iki haftada bir evimiz basılıyordu, askerler gelip kitap arıyorlardı, yasaklı olabilecek ne arıyorlarsa işte, bilmiyorum. Bunlar bende hep yer etti. Bir de şey oluyor, bir utanç oluyor komünitede. Küçük de bir yerde yaşıyoruz, köy-kasaba gibi. Hep parmakla gösterilen insan oluyorsun gibi bir durum vardı. Ahmet’in bunu saklama çabası aslında oradan geliyor. Ben öyle çok fazla şey değildim ama… Çünkü alışveriş merkezi vardı, yurt onun arkasındaydı hemen. Ben orada iniyordum, arkada da evler var zaten kimse anlamıyordu. Öyle bir saklama durumuna girmedim ama yurdun önünde de hiçbir zaman inmedim servisten. 

Filmde Ahmet bir noktada yurdun önünde iniyordu ama değil mi?

Evet, en sonunda iniyor. Ben ideolojileri içinden çıkılmaz bir halka, yani dairesel bir şey olarak görüyorum çünkü nereden başlıyorsan oraya dönüyorsun, bir türlü kıramıyorsun gibi bir şey var. Orada da o hikâyenin daireselliği, en sonda da başladığı yerde bir döngü oluşturması – ama bunu yaparken içsel olarak da özgürleşmiş, değişmiş olması benim için çok önemliydi. O yüzden orayı en baştan beri tutmaya çalıştım. Birçok yere gidebilirdi hikâyenin sonu, belki daha mutlu bir son olabilirdi ama çok fazla gerçeklikten kopuk olmasını istemedim. Zaten onu yapıyoruz yani, bir yerde zaten o özgürlüklerini yaşıyorlar. O yüzden onu korumaya çalıştım.

Peki bu hikâyeyi geri dönüp hatırlarken ve yeniden anlatırken o gün yaşadığınız hislerin ya da o günkü bakışınızda bir değişim yaşandığını söyleyebilir misiniz? O günkü Nehir’in yaşadıklarını başka şekilde yorumladığınız, daha iyi anladığınız ya da filmin aracılığıyla değiştirdiğiniz hissine kapıldınız mı? Sonuçta hikâyenin bütün gerçeğini anlatmıyorsunuz, seçerek anlatıyorsunuz. 

Evet, ister istemez bir melankoliyle bakıyorsun. Beni ben yapan şeyler olduğu için çok da ayrıksı düşünemiyorum kendimi. Daha kucaklayıcı bir yerden, belki sevgiyle…

Babanızdan da öyle bahsediyorsunuz.

Evet, çünkü bu değiştirilebilecek bir şey de değil. Art niyet olmadığını görüyorum orada, o baskıda, zorlamada öyle herhangi bir niyet görmediğim için alt metnini okuyabiliyorum, anlayabiliyorum. Bir de o zaman bu kadar kamçılanmayacaktım, böyle bir şey yapmayacaktım, belki başka bir iş yapacaktım… gibi yerlere kadar gidiyor. O yüzden onun bir sebebi var gibi hissediyorum ve bence güzel de bir sebep, ben buna tamamım. 

Bu tür zor hikâyeleri anlatmak biraz da iyileşmektir. Bunu dışarı çıkarıp insanlara hikâyenizi anlatmanın iyileştirici bir etkisi oldu mu? 

Kesinlikle. Ben film yapmayı uzun ve pahalı bir terapi seansı gibi görüyorum. Bence tamamlayıcı bir durumu var. O anlara dair geri dönüp düşünmek bile heyecan verici. Hani ne kadar şey olursa olsun – en azından kendi özelimde- çocukluğumuz hep böyle özlemle baktığımız bir şeydir, korkularımıza bile.

Siz bir yönetmen olarak burada kendi geçmişinizi de yönetiyorsunuz aslında.

Evet. Bir sürü ufak tefek huylarım ve inanışlarım vardı. Filmde de bunun izleri var, karşılık buluyor bir şekilde ama başka şeyler de vardı. Mesela bir parça çikolata aldığımda bunun bir kısmını anneme saklamak gibi. Çünkü onu yapmazsam benim için tadını asla yaşayamayacağım bir şeye dönüşüyor olması gibi… Bir de ben çok kalabalık bir aileye doğdum. Altı yaşına kadar babaannem, halam, amcalarımla hep beraber bir çiftlik/bahçe tadında bir yerdeydim. O yüzden maskot gibiydim. Sonra yeni bir binaya çıktık, herkes ayrı katta ve kendi çekirdek ailesiyle yaşamaya başladı. O ayrılık bana çok koymuştu. Birkaç sene sonra, 11 yaşında falan da kendi çekirdek ailemden bile ayrıldığım bir yurtta yaşam çok yıkıcı oldu aslında. Hep korkularla dolu, onu biraz arkadaşlarla kapatmaya çalıştığım özlem dolu, karanlık bir dönem oldu. Dediğim gibi, insanın adapte olamayacağı ve alışamayacağı hiçbir şey yok. İnsanlar neler yaşıyorlar; savaşlar yaşanıyor, ailelerini kaybediyorlar.. Yani bunların yanında bunu konuşmak komik kalıyor belki, ama çıkış noktası olarak sorduğunuz için söylüyorum, bu şekilde gelişti.

Geçmişe melankolik bir bakışınız olduğundan söz ettiniz. Filmin siyah-beyaz olmasının bu melankoli hissiyle bir alakası var mı?

Benim o döneme dair anılarımın renksizliği ve karamsarlığı en büyük sebep aslında. O atmosferin gözümde öyle canlanması, kokusu. Oraya has bir koku var ve neyse ki ‘koku yorulması’ diye bir şey var da alışıyorsun, sürekli onunla yaşamak zorunda değilsin. Ama mesela filmi çekerken onu tekrardan duyduğumda tekrardan oraya ışınlanıyor gibi olmuştum, o çok garipti. 

Filmde Ahmet de sınıfsal olarak diğerlerinden ayrı.

Ahmet bence sahip olduğu ayrıcalığın farkında değil. Çünkü ona sahip olunca onun farkında olmuyorsun ya aslında, olmadığında farkındasındır. Hakan mesela çok farkında. Ahmet öyle değil. Diğer insanları da biraz daha kendisi gibi görüyor, o yüzden daha hümanist bir yerden yaklaşıyor. Hakan perspektifinden hiç de öyle değil aslında. Dolayısıyla onu daha arkadaş canlısı ve hemen hemen herkesle anlaşacak birisi gibi görüyorum. Bir adım bekliyor, adım atabilecek bir durumu yok ama ona bir adım gelindiğinde o iki adım gidebilecek birisi olarak görüyorum. 

Benim filmin güçlü bulduğum taraflarından biri, sonda Ahmet’in Hakan’la olan tartışmasında ortaya çıkan sınıfsal boyut. Orada tabii ki bir romantik ve cinsel çekim de var. Ama orada sınıfsal bir çatışma da var. Ahmet ayrıcalıklarının farkında değil dediniz ama sert bir şekilde onun bu ayrıcalıklı hâlini de yüzümüze vuruyorsunuz. O Ahmet’in içine sıkıştığı iki ideolojinin dışında, yurdun içindeki sınıfsal ayrımlara dair de bir katman ekleniyor. 

Aslında en başından beri bunun ipuçlarını veriyoruz. Hakan’ın bu konudaki yarasını bir şekilde gösteriyoruz. Hayatta kalma modunda bir şeyler çalmak ya da bunları fırsata çevirmek gibi. Bunun bir şekilde zaten o kavgaya gitmesini istiyordum. Kavgaya nasıl gidecekti bu? Aslında sandığın kişi olmadığını söylerse, gibi gibi. Tabii ki bu hep “Nasıl gün yüzüne çıkar ve nasıl bir şekilde etkileyici olur, olaya dâhil olur?” diye kafamda hep sorduğum bir şeydi. O noktada kavga sahnesi devreye girdi. Tabii, dediğim gibi Ahmet hâlâ Hakan “Ben onu sattım, bunu da okuttum” dediğinde saatini çıkarıp verebilen de biri. Çünkü orada başka bir şey var, onların ötesine geçmiş bir bağ olduğuna inanıyor. Ama Hakan bu sınıfsal ayrımın hissiyatı ve o şekilde büyümüşlüğün verdiği hırs ve öfkeyle galip geliyor aslında. Orada ipler kopuyor gibi. 

Peki sizce Ahmet’le Hakan neden bir bağ kurabiliyor bu ayrıma rağmen?

Bence çünkü ikisi de temelde bir şeyin savaşını veriyor, o da oraya ait olmamaları ve oradan kurtulmanın savaşı. Hakan da Ahmet gibi daha alternatifsiz bir hayattan geldiği için… Ben Hakan’ı hep şey gibi düşünüyorum: Kalabalık bir ailenin çocuğu, neredeyse tek göz bir ev. Yurt büyük, yemek var -tamam kurallar da var- ama orası onun alanı. Dolayısıyla oraya bir anlamda o şekilde bağlı olması – ki öyle yani, bu yurtlar bu çocuklara bir yuva ve hayata tutunmaları için de bir fırsat. Çünkü hiçbir şekilde finansal bir gereklilik olmadan, bedava bir yaşam sunuluyor ama bu yaşamın bir bedeli var. Farklı türde bir bedeli var: Benzer, istedikleri türde bir insan olman ya da onların kitabına göre oynaman. Hakan da tabii ki orayı almak istiyor ama öbür kuralları istemiyor, o arada kendisine bir yol tutturmuş ve buradan kurtulacağı günü bekliyor. Ahmet de zaten en başından beri öyle.

Bir tür öteki olma hâli? 

Evet, onları birbirlerine en fazla çeken şey bu, ilk etapta. Sonra tabii ki farklı şeyler de geliyor. Çünkü aslında bu film her ne kadar bir baba-oğul çatışması üzerinden başlasa da bu Ahmet’in sevgiyi, aşkı aradığı bir hikâye. Bunu gerek babasından, gerek Sevinç’ten, gerek Hakan’dan arıyor. Herkesin sevgisinin koşullu geldiği bir dünyada – çünkü baba için Müslüman olman gerekiyor, kız için de Müslüman olmamak değil belki ama dinle ilgili olmaman gerekiyor. Dolayısıyla Ahmet en sonunda birinin sevgisini kazanmak için bir başkası olmamayı öğreniyor. Farklı sevgi formlarını en yakınında buluyor, Hakan’da. Hepsinin bir karışımı o aslında. 

Filmin sinematografisi ve anlatım dili oldukça etkileyici. Bu anlamda filmi yeteri kadar “yerel” bulmayan, “Avrupai” bulan bazı eleştiriler çıktı. Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben görmek istediğim gibi bir film yapmak istiyorum. Zaten bir film bunu gerektirmiyorsa, benim için yapmaya değer değildir. Ben onu bir konu olarak değerlendirmiyorum, bir bütün olarak görüyorum yazarken de. Çünkü öyle bir yerden geliyorum. Ben önce yönetmenim, sonra yazarım aslında. Dolayısıyla bana hitap etmeyeni, benim zevkimin eleğinden geçmeyen bir şeyi yapamam. Yaparsam da böyle bir şey yaparım. Bunun daha Avrupai bir film olması ya da karakterlerin biraz daha beyaz, daha sarışın, daha bilmem ne oluyor olmaları bunu bir Avrupai film yapıyorsa ve beni de aslında sanki yabancı bir yönetmen gelmiş de böyle bir film çekiyor gibi bir şey yapıyorsa, benim bu filmi yapma sürecime ve nereden geldiğime bakabilirler. Kısa filmlerime de bakabilirler. Benim en başından beri yaptığım kısa filmlere de benzer bir estetik hâkim. Örneğin film görüntü yönetmeninin tecrübesinden, pratiğinden ve kariyerinden tabii ki beslenir. Ama sırf bunlardan dolayı güzel bir film olamaz. Yani davet ediyorum, biraz pahalı da bir deneyim olur ama deneyebilirler gerçekten.

New York’ta da bir eğitiminiz, deneyiminiz var. Sinemaya yurtta film izleyerek başladım diyorsunuz, sonra yurtdışında eğitim alıyorsunuz. Hem sinema dili anlamında hem de bu hikâyeyi tasarlarken orada ne gibi çatışmalar yaşadınız? 

Aslında onu söylemeden önce belki şunu demek gerekir: Ben ilk yüksek lisansa gittiğimde -o zaman tabii bilmiyordum ama- yaş ve tecrübe olarak çok küçük ve sığ olduğumu görüyorum şimdi. O sığlıkta da aslında kendine sarılmak, bir birey olarak ya da bir ses olarak var olmak yerine başkalarını taklit etme çabası oluyor. Dolayısıyla her gördüğünü taklit etmek gibi bir furyaya kapılıyorsun ve bu çok yorucu, yıpratıcı yani.

Bu sürecin de bir parçası. 

Evet, sürecin de bir parçası. Çünkü onları yapmazsan aslında onların ne kadar değersiz olduğunu ve değerin sende yattığını keşfedemiyorsun. Benim çok kısa filmim var, İngilizce çektiğim, saçma sapan… Ne bileyim çok oralara ait müzikler, cazlar bilmem neler, sahte sahte şeyler. Ama onları yapmasam kendime dair bir şeyler yapamazdım ya da oralara yönelemezdim, oraları keşfetmeye çıkamazdım gibi geliyor. O yüzden bence her şeyde bir sebep ve bir hayır var. Orada zaten evrensel bir şey öğreniyoruz. Yani orada öğrendiklerini rahat bir şekilde kendi yapmak istediklerine uygulayabilirsin. Bir de zaten öğrendiklerini unutma ve sindirme süreci yaşıyorsun. Bunlar sende yer ediyor ve kalanlarla bir şey yapıyorsun. O yüzden o tokadı yemek ya da o sıkı disipline girip, öğrenip, inceleyip özümsemek sende kalanla kendi istediklerini yapmak gibi bir şey. Bir de mesela insanlar bir okula gittiğinde ya da bir projeyle bir lab’e gittiğinde, hiçbir zaman sana “Şunu şöyle yapmalısın, bunu böyle yapmalısın” diye gelmiyorlar zaten. Belki bu konvansiyonel dünyada farklıdır ama daha seni anlamaya ve bunu neden yaptığına yönelik sorular soruyorlar. Oradaki o iletişim sağlanırsa, yaptığın şeyi daha iyi yapman için seni teşvik etmek üzerine algıları ve çalışma tarzları. Ben bunu ilk fark ettiğimde çok yenileyici gelmişti. Çünkü sadece bir yöntem varmış gibi düşünüyorsun ya da hikâye anlatmanın bir sürü yolu varmış gibi. Evet bunlar var ama bunların olması için milyonlarca yol da orada duruyor; ama peki senin yolun hangisi? Biraz daha o konsepte uydurabilir misin, var olan durumlar üzerinden bu benim kırılma noktam diyebileceğin bir şeyin var mı? Böyle forma sokuyorsun, zaten o forma ister istemez izlediğin filmlerden giriyorsun. Bir de o form kötü de bir şey değil bence. Çünkü izleyici alışkanlıklarını da belki tartıyorsun. Yürünmüş yollar. Tabii herkesin yürüdüğü yerden git demek değil ama kendi yolunu yaratırken bir taktik vermek belki de aslında öğrenilen şey. 

Filmin hem Venedik’ten hem İstanbul’daki gösterimlerinden biraz bahseder misiniz? Yurtdışında nasıl bir açılış oldu, insanlar nasıl algıladı ve ne tepkiler verdi? İstanbul’da ne tepkiler aldınız? Böyle filmlerde tepkileri karşılaştırmak ilginç olabiliyor. 

İkisi de güzeldi ama ayrı şekillerde. Orada epey yazıldı çizildi, bir karşılık buldu hem seyircide hem de eleştirmenler arasında. Ülkeyi çok merak ettiler. Sistemler aslında benzer olduğu için İslamiyet’i çıkarıp başka bir şeyi yerine koymak, kendi ülkelerindeki baskıya dair bir şeyleri koymak konusunda hiç zorluk yaşamadıklarını gördüm. Aslında benim de yapmak istediğim buydu. Her ne kadar lokal bir şeymiş gibi olsa da aslında yaşanılan şeylerin evrenselliği üzerineydi. Bunu görebilmeleri çok mutluluk vericiydi. Özellikle İtalya’da kullandığım şarkının sözlerini anlayınca insanlar “Bu şarkıyı nereden buldun, nasıl aklına geldi?” dediler. Aslında bir kadının bir erkeğe yazdığı bir aşk şarkısı ve aslında yaşanmış ve bitmiş bir şey, içinde kalp kırıklığını da barındıran. Aslında benim filmimde de gerçekleşecek şeylerin habercisi olan bir yapı var, bir kelebekten bahsederken bir kelebeğin çıkıyor olması gibi. Böyle çok cuk oturan şeyler vardı. Şarkı bir de sona doğru geliyor ve hayat enerjisini yükseltiyor. Sonuçta hepimiz bir ergenlik süreci yaşadık ve yaşanamamışlıklar, bir babadan sevgi dilenişi… Tabii birçok insanı farklı etkileyebiliyor. Mesela Marakeş’teyken bir kadın bir mail yazmıştı bana, “Babam beni dini için terk edeli dört yıl oldu” diye başlayan. Bir şeylerden kapılıyorlar ve tutuyorlar filmi gibi hissediyorum. 

İstanbul’da?

İstanbul’da da… Kimileri biraz korkak buluyor. Aslında benim yapmak istediğim ikisine de olan mesafemi biraz daha objektif bir dengede görmek. Kimi kalplerine Allah korkusunu yerleştirmeye çalışırken öbürlerinin de aslında beyinlerine bir şeyleri yerleştirmeyi, çivilemeyi amaçladığını gösterdiğim bir karşılaştırma ve bir çocuğun bu iki şey arasındaki savruluşu üzerineydi. Kim kendini nereye daha çok ait hissediyorsa o taraftan bir eleştiri oluyor. Dindar arkadaşlarım da var mesela, “Öbür cenaha da iyi vurmuşsun” diyenler de var. Böyle şeyler de oluyor. Mesela çok nefret edeceğini düşündüğüm insanlar da biraz daha ortalanıyor. Ama bir ‘Cumhuriyet’ gazetesi yazarı mesela, yıldız vermeyi reddediyor bir cumhuriyet çocuğu olarak.

Bir de bu şeyi çok sahiplenmediğimi düşünenler de oldu, verdiğim bir cevaptan tek cümleyi aldıkları için. Ahmet’in Hakan’a olan sevgisinin nasıl evrildiğini, kuir tarafı çok fazla sahiplenmiyormuşum gibi bir yerden… Öyle değil, benim orada söylemeye çalıştığım şey, bu bir sevgi arayışı. Bu romantik aşkı da, babaya olan aşkı da, bir nevi o ağabey-kardeş ilişkisini de kurduğu Hakan’da buluyor. Bu diğer formları da onda yaşıyor gibi bir şey demek istedim. Dolayısıyla aşkı da yaşıyor, yani âşık oluyor çocuk, bunu daha nasıl kabul edebilirim? İlla “Evet” ya da “Hayır” dememi bekliyorlar.

Daha akışkan bir ilişki, daha çok bir arayış ve keşfetme süreci var. 

Ben de o net duvarlarla örülmemişliği ve geçişkenliği seviyorum. O mental rahatlıkta olmak. Ve bir ergenin gözünden de bu çok normal, hepimizin olmuyor mu? Birkaç yaş büyüğüne crush oluyorsun; yaptığı bir işi ne kadar iyi yapıyor diye tutuluyorsun. 

Son olarak, filmdeki müzik tercihlerinden bahseder misiniz? 

Müziklerle ilgili konuşmayı seviyorum çünkü ona çok ayrı bir özen gösterdim en başından beri. Avi Medina ile çalıştık ve iki tarafı da temsil edecek bir müzik tasarımı olmasına kafa yorduk. Bu, benim için Batı müziğinin en sembolik ismi olan Vivaldi’ydi. Yani kızın tarafını, o dünyayı, Batı’yı temsil eden. İslamiyet’i ya da Doğu’yu biraz daha kucaklayan, içerisinde ilahi tadında ezgilerin de olduğu bir taraf da vardı. Vivaldi bir yandan Ahmet’in o ergenlik içerisindeki korkularını, aşklarını ve heyecanlarını da içinde barındıran bir şeyken öbürü de tamamen öbür dünyayı temsil eden; aslında yapısıyla da, ritmiyle de tıpkı filmin görsel dünyasında yaptığım gibi o dairesel motifleri de içerisinde barındıran… Çünkü o dairesellik aslında benim için ideolojileri ve içinden çıkılmazlığı temsil eden bir şey. Hem görselde hem işitselde bunları nasıl yedirebilirim diye hep düşünüyordum. Bunu tabii müzikte böyle yaptık ama görsel dünyasını yaparken de ne bileyim çocukların kaçtıklarında mahsur kaldıkları gölün yuvarlaklığı, işte halkaya girerken ya da Hakan’ı izlerkenki o pencere, babayla yaptıkları o arabayla dönme sahnesi gibi bir sürü dairesel motif var. Bir de tabii ki filmin başladığı yerde bitiyor gibi bir yapıda olması, böyle bir formu benimsemem de beni motive eden en büyük sebeplerden biri.


Yurt‘un Başka Sinema kapsamındaki gösterimlerine dair detaylı bilgi edinmek için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.