Şu An Okunan
2022’de Türkiye Belgeselleri: Belgeselin Aydınlık, Türkiye’nin Karanlık Yılı

2022’de Türkiye Belgeselleri: Belgeselin Aydınlık, Türkiye’nin Karanlık Yılı

Düet

Türkiye’de sayıca epey fazla belgesel üretildiği halde istisnalar dışında hiçbiri salonlarda gösterim şansı bulamıyor. Belli başlı festivalleri tarayarak 2022 yılı içinde seyirciyle buluşan belgesellerden öne çıkanları yakın plana alıyoruz.

Her yıl sonuna doğru geriye dönüp sinema alanında olup bitenlere bakmak, memleketin seyir defterini tutmanın bir yoluna dönüşüyor giderek. Geçen yıl belgeselcilerin yurtdışındaki başarısını, yerli festivallerde karşılaştığı otosansürü, filmlere verilmeyen yapım desteğini vs. konuşmuşuz. Bu sene sinema gündemimizde verilmiş desteklerin geri istenmesi, yönetmenlerin ödül töreninde yaptıkları konuşma yüzünden bizzat o festival tarafından hedef gösterilmesi, en kötüsü belgeselcilerin peş peşe tutuklanarak hapse atılması var. Türkiye’nin şu andaki rotasını ve o istikamette bir yıl içinde kat ettiği yolu bundan daha iyi özetleyecek bir veri bulmak zor.

Öte yandan her şeye rağmen belgeselcilerin başarısı baki. Sondan başlamak gerekirse, Kasım’da düzenlenen Avrupa’nın en büyük belgesel festivallerinden IDFA’ya (Uluslararası Amsterdam Belgesel Festivali) bu yıl Türkiye’den iki film seçildi: My Name is Happy (Yönetmenler, Ayşe Toprak ve Nick Read) ve Mavi Kimlik (Yönetmenler, Burcu Melekoğlu ve Vuslat Karan). İlk filmde 19 yaşındayken teklifini reddettiği erkek tarafından silahla vurularak ağır yaralanan, uzun bir tedavi sürecinden sonra hayatta kalmayı başaran, ancak ömür boyu başkasının desteğine muhtaç olarak yaşamaya mahkûm olan Mutlu Kaya’nın ve ailesinin taşları bile ağlatacak hikâyesi anlatılıyor. (Kaya, geçen yıl Ölümüne Boşanmak belgeselinin ana karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkmıştı.) Ablası Dilek’in benzer bir erkek şiddetine kurban olup hayatını kaybetmesi, dahası avukatı Müzeyyen Boylu’nun da boşanmak istediği eşi tarafından öldürülmesi ile Kaya ailesinin hikâyesi, Türkiye’de süregiden kadın kıyımının mikro düzeyde hazin bir tablosunu sunuyor. Ancak Mutlu’yu izleyip dinledikçe, bu kıyım karşısındaki isyan ile hayata tutunma azminin ışığı da tabloya yansıyor. Yer yer görsel diline sirayet eden ‘Netflix estetiği’ne rağmen My Name is Happy son derece akıcı, sarsıcı ve kahredici bir belgesel.

Mavi Kimlik

Mavi Kimlik (Blue ID) ise transfobik ve homofobik bir toplumda cinsiyet uyum sürecine giren bir bireyin ‘mavi kimlik’ edinme savaşını konu alıyor. Rüzgâr Erkoçlar’ın on yıla yayılan uzun ve çetrefil hikâyesini izleyerek Türkiye’de yaygın bir başka cinsiyetçi şiddetin resmini çeken film, IDFA’da Seyirci Ödülü’nü kazanarak katıldığı ilk festivalde önemli bir başarı elde etmiş oldu. Bu filmlerin ikisinin de T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı sinema fonundan herhangi bir destek almadığını, Türkiye’de büyük festivallerde gösterilme şanslarının dahi düşük olduğunu söylemeye gerek bile yok.

Biraz geriye gidip 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nin belgesel programına bakalım: Yine iki yönetmenin ortak imzasını taşıyan ve festivalde Jüri Özel Ödülü kazanan Düet‘te, Türkiye’de hem kadın hem de genç olup hayallerinin peşinden gitmenin zorluklarını iki insanın duygusal çalkantıları eşliğinde izliyoruz. İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ ilk filmlerinde, senkronize yüzme sporuna gönül indirmiş Mısra ile Defne’nin hayatlarının kritik bir dönemine eşlik ediyor. İkili Olimpiyatlar’a hazırlanırken yalnızca rakiplerine karşı değil, çoğu zaman destek yerine köstek olan federasyona, imkânların yetersizliğine ve nihayet pandemi engeline karşı zorlu bir mücadele yürütüyor. Önlerine dikilen duvarlara rağmen yılmadan mücadeleyi sürdüren iki yüzücünün hikâyesi şu hazin gerçeği de gösteriyor: Bir spor belgeseli de çekseniz memleketteki siyasi handikapların arka fonda sırıtarak kadraja girmesine engel olamıyorsunuz.

Boşlukta
Boşlukta

Antalya’da yarışan bir başka önemli belgesel, Somnur Vardar’ın Boşlukta adlı filmi, tarih boyunca edindiği pek çok isme ‘betonkent’i de ekleyen griye kesmiş şehr-i İstanbul’da yine çaresizce geleceklerini arayan genç işçileri odağına alıyor. Biri atanamamış öğretmen olan diğeri öğretmen olmak isteyen iki inşaat işçisini takip ederken barakalardaki hayatları, taşeron sisteminin daha da ağırlaştırdığı emek sömürüsünü, birikmiş haklarını almanın bile zor olduğu bir kölelik rejimini izliyoruz. Sonunda aynı işi yapmak üzere yurtdışına gitmekten başka çare göremeyip ülkelerini terk etme kararı alıyorlar. Film hemen her köşe başında karşımıza çıkan inşaat çitlerinin arkasına geçerek, sadece kentin altını üstüne getiren şantiyeleri değil, buralarda tükenen ömürleri de görünür kılıyor.

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Belgesel Ödülü’nü kazanan Kim Mihri ise, babasına (Rasim) veya eski kocasına (Müşfik) istinaden iki farklı soyadı ile anılan ressam Mihri Hanım’ın (1886-1954) izinde ülkeler ve kentler arasında mekik dokuyor. Berna Gençalp, Osmanlı’nın ilk kadın ressamlarından birinin az bilinen öyküsünün kayıp parçalarını, onu çalışan araştırmacılarla sohbet ederek ve bulunduğu mekânları ziyaret ederek bir araya getiriyor. Peki kim bu Mihri? Bir paşa kızı, gençliğinde Batılı bir eğitim alıyor, resmin yanında edebiyat ve müzikle de ilgileniyor, Zonaro’dan dersler alıyor, Tevfik Fikret gibi dönemin meşhur isimleriyle dostluklar kuruyor. 1919’da politik koşulların da zorlaması sonucu yurtdışına giderek şansını Roma, Paris ve New York’ta deniyor. Kısacası Mihri’nin biyografisine bakınca, Osmanlı’nın Batılılaşma çabasının biçimlendirdiği bir kadın portresi çıkıyor ortaya. Kim Mihri, dönemin politik iklimini gölgede bırakarak, sözgelimi Mihri Hanım’ın İttihat ve Terraki Cemiyeti ile yakın ilişkisine pek değinmeden daha ziyade ressam kimliğine odaklanarak bir nebze eksik bir portre çizse de, meraklısı için adındaki sorunun cevabını yeterince veriyor.

9/8fight41: hepimiz için 9/8’lik bir dövüş

Yıl içinde biraz daha geriye gidip Haziran’da 15’inci yılını kutlayan Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’ne bakalım. Yine bir ilk film: Berlin’de yaşayan dansçı Gizem Aksu, 9/8fight41: hepimiz için 9/8’lik bir dövüş‘te Nazi dönemi Almanya’sında başarılı bir boksörken Roma-Sinti kimliği yüzünden ayrımcılığa uğramış, buna karşı kendi tarzında mücadele vermiş ve 36 yaşında toplama kampında feci şekilde öldürülmüş Johann Rukeli Trollmann’ın (1907-1944) hikâyesi ile kendi dünyası arasında paralellikler kuruyor. Rukeli’nin dövüşünü dansla, kendi dansını ise direnişle eşleştiriyor; farklı zamanlar ve dünyalar arasında müzikten, sesten ve görüntülerden mürekkep bir köprü kuruyor. Böylece Dresden’de bir anıtın önünde başlayan hikâye İstanbul’da kentsel dönüşüme maruz kalan bir mahalleye kadar uzanıyor, ‘aksak’ ritmini hiç düşürmeden… Filme Özel Ödül veren festival jürisi de Rukeli’nin anısına bir selam yollamış oluyor İstanbul’dan. 

Yine ilk kez Documentarist’te gösterilen ve Yeni Yetenek Ödülü’nü alan bir ilk film: Bitmemiş Cümlelerde Adar Bozbay, yazar Aslı Erdoğan’ın hayatının yakın dönemini, yaşadığı acı deneyimlerin imbiğinden geçirilmiş cümlelerle aktarıyor. Sürgünlük hâlinin sadece hayatını değil dilini de sekteye uğrattığı bir edebiyatçı (“Anadilimden sürülmüş gibi hissediyorum, çok tuhaf ama Türkçeyle ilişkim sanki bir şekilde yaralandı gibi”), hem kendine hem de ülkesine bakıyor ve şunu kavramamızı sağlıyor: Ona yaşatılanlar bir istisna falan değil, ülkedeki çoğunluğu kıskacına alan cenderenin bir parçası.

Yukarıda ritimden ve danstan söz açmışken, bu sene ortaya çıkan müzik konulu diğer belgeselleri anmadan geçmeyelim. Maffy’s Jazz‘da Deniz Yüksel Abalıoğlu Stockholm’e giderek caz trompetçisi Muvaffak Falay’ın kapısını çalıyor. Kuşağının son temcilcilerinden olup bu sene başlarında 92 yaşında dünyaya veda eden müzisyenin ölümünden kısa bir süre önce, tek göz evinde geçmişe ve bir dönemin caz alemine yolculuklar yapıyoruz. Berkay Şatır, Bakırköy Underground‘da kamerasını içinden çıktığı semte çevirerek, burada filiz veren alt kültürün, alternatif mekânların ve müziğin son otuz yıllık dökümünü otuz dakikaya sığdırmayı başarıyor. İrem Aydın’ın Moğollar adlı kısa belgeseli ise, bu efsanevi grubun uzun müzikal yolculuğunu bir konser ve üyeleriyle yaptığı söyleşiler üzerinden özetliyor.

Cadı Üçlemesi: 15+
Cadı Üçlemesi 15+

Nihayet Nisan’daki 41. İstanbul Film Festivali‘ne uzanarak yılın belgesel hasadına dair değerlendirmeyi tamamlayalım. Ceylan Özgün Özçelik’in ‘yakılamayan cadıların torunları’na adanmış üçlemesinin ikinci filmi Cadı Üçlemesi 15+, kendilerine şiddet uygulamış erkekleri öldüren iki kadını, cezaevinden yazdıkları mektuplarla ve gündelik hayat imgelerinden oluşan görsel bir kolajla anlamaya ve anlatmaya soyunuyor. Coşkun Aşar ise Koudelka: Aynı Nehirden Geçmek‘te Akdeniz kıyılarındaki antik kentleri dolaşarak son projesi için arkeolojik kalıntıları belgeleyen ünlü Çek fotoğrafçı Josef Koudelka’ya eşlik ediyor; onun hayata, sanata, fotoğrafa bakışını yansıtan anları kadrajına alıyor. İlk gösterimi 2021 sonlarında IDFA’da gerçekleşen, İstanbul Film Festivali’nde En İyi Belgesel ödülünü kazanan ABD-İspanya-Türkiye ortak yapımı Eat Your Catfish ise ALS hastası felçli bir kadının gözünden ve tek bir çerçeve içinden bakıyor dünyaya. Yönetmenler Senem Tüzen, Noah Amir Arjomand ve Adam Isenberg böylesine riskli bir tercihi yaratıcı bir sinema diline dönüştürmeyi başararak yılın etkileyici belgesellerinden birine imza atıyor.

2022’de sadece bu topraklardan değil Avrupa’dan çıkan en iyi belgesellerden biri, belki de birincisi hiç kuşkusuz Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm‘üydü. Türkiye’den Almanya’ya giden ‘gurbetlik’lerin müziğini ele alan, Berlinale’deki Seyirci Ödülü başta olmak üzere bir dizi ödül toplayan, sene boyunca hakkında çokça konuşulmuş çokça yazılmış bu harika filmin adını 2022’nin en tepesine iğneleyerek, birkaç adım geriden genel manzaraya bakalım son olarak.

Aşk Mark ve Ölüm
Aşk, Mark ve Ölüm

Yukarıda andığımız filmlerin gösterdiği üzere, 2022’de belgesel üretiminde kadın ve non-binary yönetmenler açık farkla başı çekmiş görünüyor. Bu kadar film içinde kamu desteği alanların sayısı yok denecek kadar az. Hikâyeler ise medyanın ve siyasetin yapay gündeminin tersine, memleketin esas gündemlerine odaklanıyor: Sokaklar, işçiler, kadınlar, gençler… 

Belgeseller açısından yılın kısa özeti bu iken, belgeselciler yıl boyunca filmlerinden çok sansürü, baskıyı, hapisliği konuşmak durumunda kaldı, başta dediğimiz gibi. Bir kent örgütlenmesinde yer alma ‘suçu’ndan ceza yiyen belgeselci Mine Özerden’in, çekilmemiş bir belgesel yüzünden hüküm giyen yapımcı Çiğdem Mater’in, bir belgesel kurguladığı için tutuklanan Erhan Örs’ün yanına, bu sefer de uyduruk bir bahaneyle rehin alınan belgeselci ve video eylemci Sibel Tekin’i göndererek kapatıyoruz seneyi. (Bu mahpuslardan üçünün kadın olması da tesadüf olmasa gerek.) 2022 yılı ekonomiden siyasete, insan haklarından derin yoksulluğa her bakımdan Türkiye için karanlık bir yıldı. Ve bu karanlığı aydınlatma çabasında belgeselcilere çok iş düşüyor.


Yazarın Notu: Türkiye’de üretilen belgesellerin çoğunu işim ve merakım gereği izlemeye çalışıyorum fakat tamamını görmeme imkân yok. Bu nedenle bu yazı, izlediklerim üzerinden kişisel bir dökümden ibarettir.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.