2023’te Türkiye Belgeselleri: Belgesel İçin De, Türkiye İçin De Karanlık Bir Yıl
2023, Türkiye belgeselleri için karanlık bir yıldı. Belgeseller üzerindeki sansür baskısı iyice artarken bu yıl tamamlanmış pek çok belgesel gün yüzüne bile çıkamadı. Öte yandan belgeselciler bu şartlara direnerek film üretmeye devam ediyor, seyircinin ilgisi ve merakı da giderek artıyor. 2023’ü yerli belgeseller üzerinden hatırlıyoruz.
Geçen sene yerli belgeseller üzerine yazdığımız değerlendirme yazısının başlığı ‘Belgeselin Aydınlık, Türkiye’nin Karanlık Yılı’ şeklindeydi. Bu yılki başlığımız ise maalesef böyle oldu. Kuşku yok ki her bakımdan kasvetli bir yıl geçirdik; en başında depremin tarihî bir felakete dönüştü(rüldü)ğü, ekonomik krizin daha da derinleştiği, demokratik kurumların son kırıntılarının da yok edildiği, genel seçimlerin kötü bir şakadan ibaret hâle geldiği bir yıl oldu 2023. Sosyoekonomik ve siyasi bağlamda durum böyleyken sinema cephesi, özellikle bütün bu ağır süreçlerdeki insan hikâyelerini yansıtması beklenen belgeseller, genel iklimin yarattığı karanlıktan fazlasıyla payını aldı.
Bu sebeple bu kısa değerlendirme, filmlerden ziyade bu hal-i pür-melalimizin belgesel üretimine yansıması üzerine olacak. Başlığın imlediği şey, elbette belgesellerin yarattığı bir karanlık değil, sansürün ve ona boyun eğen festivallerin karası. Özetle, siyasi bir belgesel söz konusu olduğunda karartılan perdelerin yılıydı geride bıraktığımız yıl. En kötüsünü hatırlayalım: Memleketin en büyük ulusal festivali olan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin yönetimi festival açılışına günler kala, tarihine kara leke olarak geçecek bir kararla yarışmaya seçilmiş bir belgeseli programından çıkardı. KHK ile işinden atılan iki insanın adalet mücadelesini konu alırken OHAL döneminin darbe hukukundan farksız uygulamalarını bu iki kişinin hayatında yarattığı tahribat üzerinden sorgulayan Kanun Hükmü adlı filmin festivaldeki varlığı iktidar cenahında rahatsızlık yaratmış, festival yönetimi de ‘yukarı’dan gelen talimatlara boyun eğerek filmi sansüre kurban etmişti. Ardından sinema sektöründen gelen sert -ve beklenmedik derecede örgütlü- tepki üzerine kararından geri adım atarak filmi tekrar programa aldığını açıkladı. Ne var ki bu açıklamanın üzerinden 24 saat bile geçmeden, iktidar ve havuz medyasının basıncı altında bu kez geri adımını geri alarak ilk kararına çark etti.
Sansür canavarıyla yapılan bu tehlikeli dans, nihayetinde festivalin hepten iptal edilmesiyle son buldu. Kısacası ana muhalefet partisinin en büyük belediyelerinden biri, ön seçici kurul tarafından yarışmaya seçilmiş ve kurul dışında henüz kimsenin izlemediği, hakkında herhangi bir kovuşturma dahi açılmamış bir belgesele sahip çıkma cesaretini göstermek yerine, 60. yılını kutlamaya hazırlandığı festivalini lağvetmeyi tercih etti. Dolayısıyla Antalya’da Ulusal Belgesel Yarışması’nda ilk kez seyirci önüne çıkmayı bekleyen ve bu değerlendirme yazısında konu edinmemiz gereken bir avuç yeni belgesel gün yüzü görmemiş oldu.
Yılın tek sansür vakası elbette bu değildi. Sene içinde tamamlanan en iyi belgesellerden biri, James Joyce’un ünlü kitabının Kürtçeye çeviri sürecini konu alan Ulysses Çevirmek, anlı şanlı ulusal festivallerden veto yerken Türkiye galasını Haziran ayında Documentarist kapsamında yaptı. İşin enteresan tarafı, söz konusu belgeselin yüzlerce insan tarafından ayakta izlenmesinin de gösterdiği gibi, büyük festivallerin cüzzamlı muamelesi yaptığı yerli belgesellerin giderek daha çok seyirci çekmesi… Documentarist’te bu yıl yerli belgeselleri izlemeye gelen seyirci sayısındaki bariz artış bunu doğruluyor.
Yılın bana göre en önemli belgeselcilik faaliyeti, deprem bölgesine giden bağımsız belgeselcilerin çekip paylaştıklarıydı. 6 Şubat ve akabinde yaşanan ‘yüzyılın felaketi’ ülke gündemindeki yerini ancak iki ay koruyabildi, sonra baş döndüren bir hızla seçim gündemine, ardından başka yapay gündemlere geçiş yaptık. Bu esnada milyonlarca insanın başına gelenleri, depremde yaşananları aktarmaktan ziyade gizlemeye çalışan anaakım medyadan değil, kamerasını kapıp bölgeye giden bir avuç video eylemci ve belgeselci sayesinde öğrendik.
İmre Azem’in 6 Şubat’tan yaklaşık iki buçuk ay sonra Antakya’ya giderek yaptığı Hatay: 17-24 Nisan 2023 ve aylar sonra bunun devamı olarak çektiği Hatay:1-11 Eylül 2023, depremin yok ettiği bir şehirde giderek katmerleşen sorunlar ile bölge sakinlerinin her şeye rağmen yaşamı yeniden diriltme çabalarını iki farklı dönemin şartları içinde ele alıyordu. Azem bu filmlerini, birer festival gösterimi dışında hızlıca çevrimiçi dolaşıma sokarak seyirciye ulaştırma yolunu seçti, bu sayede binlerce insana ulaşmayı başardı.
Türkiye gibi ülkelerde sanatsal/sinemasal anlatım ile aktivizm arasında salınan belgesel üretimi, fikir aşamasından gösterime kadar mayınlı tarlada yapılan bir engelli koşuya benziyor. Hapis, sansür, otosansür, hedef gösterme gibi sorunları konuşmaktan yapım sorunlarına veya diyelim belgesel eğitimine sıra gelemiyor bir türlü. Yine de belgeselciler bu şartlara direnmeye, şaşırtıcı sayıda film üretmeye ve bu filmlerle statükoyu rahatsız etmeye devam ediyor.
Yine bu sene, Gezi isyanı hakkında bir belgesel fikri üzerine çalıştığı için bir buçuk yılı aşkın zamandır içeride tutulan Çiğdem Mater ile meslektaşı Mine Özerden’in aralarında olduğu Gezi tutsaklarına verilen akla ziyan hapis cezaları Yargıtay tarafından onandı. Bir zamanlar “Bazı kitaplar bombadan daha tesirli” diyerek kitap yasaklamayı savunan zihniyet, anlaşılan şimdi belgesellere aynı muameleyi yapmaya başladı.
2022 sonlarında sabah karanlığında çekim yaptığı için gözaltına alınan, ardından iki aydan uzun bir süre tutuklu kalan belgeselci Sibel Tekin için hazırladığı iddianamede Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, “Karanlıkta belgesel çekilmesi profesyonelce değil” diyerek hepimize bir sinema dersi vermiş, hangi örgüt olduğunu belirtmemekle birlikte ‘örgüt üyeliği’nden ceza istemişti. Oysa Tekin’in ‘Karanlıkta Başlayan Hayat’ adlı belgesel projesi, kalıcı yaz saati uygulaması ile ilgiliydi ve o gün yaptığı şey işine, okuluna sabah karanlığında giden insanları kameraya almaktan ibaretti. Kendisini bir anda başka bir karanlığın içinde bulacağını bilemeden… Alın size, yazının başlığındaki ‘karanlık’ sıfatının metafordan çıkıp gerçeğe dönüştüğü, davası hâlen devam eden bir vaka!
Böyle başlayan bir yılı, Bakur‘un (2015) yönetmenleri Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’ya verilen 25’er aylık hapis cezası kararı ve bir başka belgeselci Özay Şahin’e verilen cezanın istinafta onanmasıyla kapatmak, hiç de şaşırtıcı olmadı ne yazık ki. Belgeselcilerin karanlıkla bir derdinin olması, onu aydınlatma çabasına katkı sunacak hikâyeler anlatması eşyanın tabiatına gayet uygun. Asıl garip olan, bu ülkede adalet mekanizmasının artık hepten karanlık yolları tutmuş hâlleri. 2024’ten bir dileğimiz bu olabilir: Belgesellerin ve mücadelenin katkısıyla, adalete giden yolların azıcık aydınlanacağı bir yıl olsun.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazar, muhabir ve editör olarak çalıştı. 2003'te Theo Angelopoulos üzerine gerçekleştirdiği "Theo'nun Bakışı" ile birlikte belgesel yapımına yöneldi. Yönetmen, yapımcı ve kameraman olarak birçok belgesele imza attı. 2008'de bir grup arkadaşıyla birlikte Documentarist İstanbul Belgesel Günleri'ni hayata geçirdi. Halen yazı yazıyor, festival izliyor ve film programları düzenliyor.