Şu An Okunan
Rıza Akın Anısına: ‘Babamdan Bunlar Kaldı’

Rıza Akın Anısına: ‘Babamdan Bunlar Kaldı’

Rıza Akın

Rıza Akın, Tayfun Pirselimoğlu’nun ikinci uzun metrajı Rıza’yla (2007) dikkatleri üzerine çektiği dönemde, Altyazı’nın Şükran Yücel tarafından hazırlanan ‘Cin Aynası’ köşesi için son derece kişisel bir öykü kaleme almıştı. 2 Kasım’da aramızdan ayrılan Akın’ı 1960’ların Adana’sına, her delikanlının bir Yılmaz Güney olduğu yıllara uzanan bu öyküsüyle anıyoruz.


Bu yazı, Altyazı’nın Ocak 2008 tarihli 69. sayısında yayımlanmıştır.


Miras hukukuna esas olacak türden değil baştan bu bilinsin… Mal, mülk, büyük hanlar, hamamlar filan sandınız di mi… Nerdee… Babamdan kalanlarla ben bi hayat sürdüm, hâlâ da sürmekteyim ama kediye yüklenmez, paraya çevrilmez türden. Aslında sözünü etmek, ara sıra hikâye gibi anlatmaktan öte bi düşüncem yoktu, beni ittiler. Kim itti, derseniz, ohoo, kime bi parçasını anlatsam “yahu yazsana!” oldu. E işte yaz deyince yazılmıyor ki… Kaç yıldır böyle dilimde dolandırdım durdum. Sonunda yağmurun yıkadığı 9 Haziran akşamüstü ayaklarımı uzatmış kendimi aklımda gezdirirken “hadi bakim” oldum.

Hadi bakim ama neresinden, nasıl? Uzanmış, ayaklarım başımın hizasından yukarda bi hâlde, “hani neresinden başlanır ki?” konumundayken yani, aklımda dolanıyorum… Önce babama uğradım. Sonra babamdan Bekir’e geldim. Bekir, babamın bana ders vermek için kullandığı arkadaşlarımdan biri. Siz onu Bekir olarak tanıyın ama biz kendi aramızda Artiz Bekir deriz, öyledir çünkü. Alain Delon’un Adana şubesi… Tabii Alain’den daha havalıdır it, hakkını yemeyelim şimdi. Az biraz da benzer hıyar… Ellisini çok geçti şimdi ama Bekir aynı Bekir. Babam “bunun eni dar,” demişti. “Nası yani?” deyince de “bu tip kumaşlar öyledir. Ensiz olur, yan yana dike dike anca bi işe yarar… çok dikişte pot yapar” diye tamamlamıştı. Niye bunları demişti? Çünkü Bekir’i az buçuk tanıyacak kadar yoklamıştı.

Artiz Bekir, okulun bulunduğu Reşatbey Mahallesi’nin canti çocuklarındandı. Annesi kocasız büyüttü Bekir’le kardeşi Recep’i. Annenin işi mevlid okumaktı. Recep bu mevlid gelirinden pay alacak kadar temiz, dürüst, akıllı bi adamdı ama Bekir’de bunların hiçbiri yok. Ate olması bi yana, her gün yirmi öğün allahları yere indirir, sevişir, sonra ertesi gün lazım olur diye yerine koyar… İmanı, inancı böyle olmasına karşın, anasının mevlidhan olmasından en çok o mutlu. Yatar kalkar anasına, mevlidi yazan Süleyman Efendi’ye, hatta onun yedi ceddine dualar okur… Anneye mevlid daveti geldiğinde en çok Bekir sevinir çünkü sıcak para gelecek ve o sonra Bekir’e, yani bize dönecektir. Annenin mevlide gittiğini önce Bekir, sonra biz, yani en az beş kişi duyarız. O gün büyük bi huşu içinde annenin mevlidden dönmesini beklerken, Bekir’in nöbet yeri tam kapının önü olur. Biz ise çaktırmadan karşı kaldırımdaki elektrik direğinin dibine sanki muhabbetteymişiz gibi yerleşiriz… Mevlid biter, anne kolunun altında kitaplarıyla sokağın başında göründüğünde önce Bekir ayaklanır. Anasını yolda karşılar, sarılır, öpe okşaya içeri götürür. Ne mutlu tablodur o…

On dakika, bilemedin on beş dakika… Bekir ve arkasında biz, Tekel Duran’ın dedesinin bakkalında soluğu alırız… Mevlidi okutturanların mali durumuna göre bir binlik, 2 binlik, 3 binlik şarap ve nevalesini yüklenir, Adnan Menderes Spor Salonu’nun (tabii mevsimine göre) sporcu girişine sineriz. Çünkü yazın serin, kışın yağmursuz olur. Yani Bekir’in ve annesinin inancıyla az içmedik anlayacağınız. O takımdan kim kaldı? Bekir hâlâ ayakta… Onu herkes ciddi bi makina mühendisi olarak görmek ister ama Bekir eskisi gibi olmakta ısrarlı. Tekel Duran, benim okul arkadaşım. Dedesi rahmetli olunca bakkal ona kaldı. Bakkalın raflarında ağırlıkla şarap ve rakı stoklanmış olduğundan, kısa sürede Duran onları kendi karaciğeriyle buluşturdu. Yara bere içinde dolanır yıllardır. O da ayrı bi adam. Sözde karaciğeriyle ilişkisi derinmiş. Bi süre şarap içip, karaciğerini ona alıştırıp, sonra aniden rakıya geçip şaşırttığını anlatır hep. Hele viski buldu mu, karaciğeri bi hafta kendine gelemez, yaralar biraz kapanır gibi olurmuş… Hangi aynada böyle gördüğünü ben dâhil kimse anlayamadı yıllardır… Yaralar aynı yara, zaman zaman yer değiştirmeleri dışında…

Neyse… Babamı konuşacaktık ama laf Bekir’den Tekel Duran’a aktı. İşte bu Bekir benim hayat sopamdır… Yıl kaç bilmiyorum, altmışların son sayıları sanırım. Yılmaz Güney yıkıp geçiyor. Bi filmi dönüyor makaralardan ekrana… Fikret Hakan ve Yılmaz Güney… Kostümleri şimdi bile gözümün önünde: Siyah ayakkabı, İspanyol paça kumaş siyah pantolon, siyah gömlek, siyah ceket, siyah uzuunnnnn palto ve kırmızı uzunnn atkı… Vay beee… Bellerinde silah, ağızlarında hafif eğri bir tarz konuşma, yıkıp geçiyorlar… Pazartesi ilk seanstan tam yirmi dört saat sonra Adana’da yüz tane Yılmaz Güney, beş yüz tane Fikret Hakan yayıldı caddelere… Niye Fikret Hakan sayısı fazla? Çünkü Yılmaz Güney’e benzemek biraz zor… Ben durur muyum, daha yaşım on beş on altı… Babamın yakasına yapıştım. Okula giyecek ceketim yok ama siyah kumaş pantolonumun üstüne uzuunn bi pardesü istiyorum. Evde bi mücadeledir sürüyor. Babam, benim babam olduğundan hep alttan alıyor. “Siktir lan, daha ceketin yok!” demiyor. Sokaklarda penguen gibi gezenleri o da görüyor. Neyse sonunda baktı olacağı yok. Ben mesellerden, hikâyelerden, hatta sokakta uzunuunn pardesülülerin yaptığı hıyarlıklara dair yaşanmış vukuatlardan anlamıyorum. “Hadi gidelim,” dedi. Sümerbank’ın karşısında taksitle konfeksiyon alışverişi yaptığımız bi arkadaşına gittik. Yakasında iki cebi, eteğinde torba gibi ayrıca iki cebi, ama uzuuuun ve siyahhhhh bi pardesü aldık. Kaç paraydı, kaç taksitte ödenecekti haberim yok. “Sarim mi Niyazi Abi?” demesine şak diye cevabı ben verdim. “Yok sarma giyecem…”

Dükkâna Ticaret Lisesi öğrencisi olarak girdim, Yılmaz Güney çıktım. Bu arada, anneanneme günlerce dil döküp uzunnn bi de atkı yaptırmışım kırmızı değil yeşil, ama olsun… Yün yok çünkü… Evde yeşil var, atkı mecburen yeşil. O da hazırda bekliyor. Çantama bile sığmamış atkı. Sarıp dürüp elimde pardesü alacağımız dükkâna kadar getirmişim. Niye sardırim pardesüyü? Üstelik de siyah İspanyol paça pantolonu da giymişim gelirken. Pardesü almaya giderken tüm planlar yapılmış, eksiğim yok. Yılmaz Güney gibi çıkınca eve niye gideyim? Babam hâlden anlar… Daha kapıya çıkar çıkmaz, “nereye gideceksin” ya da “eve giderken şunları alalım,” demedi. “Akşama çok geç kalma ha,” dedi. Yüzünü bile hatırlamıyorum. Bunu söylerken gülüyor muydu, tebessüm mü ediyordu, suratı asık mıydı, valla bilmiyorum. “Tamam” dedim mi bak şimdi onu bile hatırlayamadım. Yılmaz Güney yaylanışıyla yürüyüp Reşatbey’e geldim, ama ne geliş… Adana’yı sallıyorum, Allah beni kahretsin… Bi de iyi bi çocuğum… Uzun boyluyum, eh iskeletim de düzgün… Hele Yılmaz Güney yürüyüşüm var ki… Sanki arkamdan birileri “bu o mu lan?” dese bırak şaşırmayı, dönüp bakmayacağım bile… Bekir’le de eküriyiz, yani şimdikilerin ‘kanki’sinden. Yılmaz Güney Yılmaz Güney doğru Bekir’e geldim. Bekir, Baylan Pastanesi’nin etrafında siftinir, aramaya ne gerek… Yine orda, kız kesiyor. Beni bi gördü, gözleri patladı. “Vay bee… nolmuş lan sana!” dedi. Şaşkınlığı tam benim bildiğim gibi ve tepki tam beklediğim türden… “Yılmaz’a benzemişin oğlum…” 

Size Yılmaz Güney diyorum ama biz aramızda Yılmaz deriz ona çünkü bikaç kez dokunmuşluğumuz var. Umut’u bile çekerken yanındaydık, şeyi çekerken Yenice köyüne kadar gittik. Yenice, Yılmaz Güney’in büyüdüğü köy. Aile ilk o köye ırgat gelmiş, Mahmut Ağa’nın çiftliğine alınmış daha sonra. Yılmaz orda büyümüş. Hatta Mahmut Ağa Yılmaz Güney’in kirvesi. Mahmut Ağa’nın oğlu Sedat Yalçın da bizim sınıf arkadaşımız… Eee artık Yılmaz’a Yılmaz Güney demenin ne manası var bu kadar akrabalıktan sonra? Tekmilimiz onun adı geçtiğinde Yılmaz, saygı gerektiren bi ortamdaysak Yılmaz Abi deriz. Bi tabladan halka tatlı yemişliğimiz bile var. Hani hava atmak için söylemiyorum… Sular’da bi gün Sedat, ben Bekir hatta bikaç kişi daha halka tatlı yiyoruz tabla başında… Zınk diye 64 Şevrole ile Yılmaz Abi durdu. “Kirve naaber” dedi Sedat’a. Sanki hepimize adımızla hitap etmiş gibi heyecan yaptık. Sedat buyur etti, Yılmaz Abi de indi Şevrole’den. İki halka tatlı yedi. Bu arada Şevrole piston vuruyor ki sormayın gitsin… lak lak lak… Bi yanda Yılmaz Abi, diğer yanda gıcır gıcır siyah 64’ün piston sesi… daha ne ister insan? Hele arabaya binmeden elini benim omuzuma koyup, “Mahmut Ağa’ma selam söyle, mutlak uğrayacam” dedi ki, üfff… Tüm Sular mevkii ve yüzlerce kameradan kayıt yapan göz üstümüzde. Bitirim bi durum yaaa… valla şimdi bile kalbim çarptı… (Daha o zaman pardesümüz yok… yani daha o film yapılmamış ki olsun…) İşte Bekir’in Yılmaz demesinin altında yatan sebep bu. 

Vurguncular
Vurguncular (1971)

Neyse… Bekir beni gördükten sonra kız mız kalmadı aklında. Kesiştiği sarı çiyan bi kız var, kız nerdeyse yanımızdan geçti, Bekir onu bile görmedi. Dürttüm, “haa” yaptı, ıslık çaldı, bi iki el işareti yapıp çıkışta buluşuruzladı ama gözü üstümde. Sonunda baklayı çıkardı ağzından: “Bana da alalım lan?” İyi de nasıl alalım? Bunun için anasının yirmi beş-otuz mevlid okuması lazım. Makinaya bağlanmış gibi dil döküyor. Hıyarın ağzı da laf yapar… Taksitle değil mi, nasılsa bahar ayındayız. Haa bahar ayı teyzenin mevlid sayısının arttığı dönemdir, niyeyse ölen ölene… Herhalde bi biz seviniyoruz baharın geldiğine, bi de kefen filan satanlar… Bekir haklı, mevsim bahar, iş fena değil. E pardesü de taksitle. Sonunda anlaştık. Sıra babama nakletmeye geldi. Tabii taksitlerin kaynağını söylemem biraz zor. Ne diyim adama? “Bekir’in annesi mevlid okuyor ya baba…” Eee? “Hani bahar ayındayız ya…” Eee? “Bu ara mefat işi bildiğin gibi biraz fazla ya…” Eee? Valla lafın burasını adama söylemek zor, hatta imkânsız. “Hani evde dedem var yaşlı, ananem var yaşlı. Komşumuz Kerim Baba var o hepsinden yaşlı…” Bunu diyemeyeceğime göre anca şahsi güvence vericez babaya. Neyse zor bela, kekeleye, tekleye anlattım babama ertesi gün. Bekir de bu pardesüden istiyor. “Nasıl ödeyecek?” sorusuna “annesi mevlid okuyor, kendisi de işe girecekmiş önümüz yaz.” Babam matematiksel olarak durumun yetersizliğinin farkında ama beni de kırmak istemiyor. Hadi birinin taksidini ödemenin hesabını yapmış adam, yani benimkinin. Bi de Bekir’in taksidi onun hesabında yok. Bunu ben de biliyorum. Ama Bekir’e söz verdim, aldıracağım o pardesüyü…

Sonunda kişisel güvencem işe yaradı. “Tamam,” dedi babam. Bi şartı vardı ama… Bekir ödemezse ben ödeyecektim. İyi de ben nasıl ödeyeceğim? Birinci kaynak harçlığım, ikinci kaynak çalışırsam haftalığım. Serde delikanlılık var ya… Aslında ben de Bekir’e çok güvenir durumda değilim. Allahsızın sağı solu belli olmuyor. İyi çocuk, yakışıklı, kız tavlamada hepimizin piri ama mali konularda ı-ıhhh… Ama bi kere babamın karşısına çıkıp “bu benim arkadaşım,” demişim, ona güvendiğimi söylemişim. Yutkunarak da olsa “o ödemezse ben öderim,” demişim. Hele lafın bi yerinde “ya baba alacağın bi pardesü, arkadaşım hakkında nasıl konuşuyorsun?” bile demişim. Erkekliğe çikolata sürüp geri de dönemiyorum. “Ben caydım” demek bi iki kere dilimle buluştu, hatta ucuna kadar geldi ama delikanlılığa yediremedim valla. Bak bu kısmını Bekir de, babam da bilmez. Babam biraz daha bastırsa kendimce hava atıp; “yaa taam ya, kırk yılda bi kere bi şey istedik… Tamam yaa, kalsın yaa…” yapıp hem kendimi, hem babamı kurtaracaktım. Olmadı… Erkeklik baskın çıktı. Vay ben bu hormonlarımın ana… pardon… Anlaşma oldu. Pardesü almaya gidildi. Babam, ben ve Bekir… Bekir de dükkândan Fikret Hakan çıktı. Yan yanayız, ben Yılmaz Abi, o Fikret Hakan… (o Yılmaz Abi’ye yardım etmese onu pek tuttuğumuz yok ya… filmlerde genellikle onun arkadaşı. Tabii samimi olmadığımızdan o Fikret Abi değil, Fikret Hakan. Bekir’in ona benzediği yok ama iki tane Yılmaz Güney olmayacağından ben onu Fikret Hakan olarak görüyorum. O hıyar beni ne olarak görüyor onu bilmiyorum. Allahsızın oğlunun ara ara bakışını yakalıyorum yan yana yürürken, sanki o da beni Fikret Hakan olarak görüyor ama umrumda değil. Çünkü en iyi Yılmaz Güney yürüyüşü bende.) 

Önce Reşatbey, yani ayı ini ziyaret edildi, okulun önünde bi tur atıldı. Okulda kimse yok ama olsun. Bu ziyaret bi kutsiyet taşıyor. Sonra Atatürk Caddesi, ordan Atatürk Parkı. Ayaklarımıza kara sular indi. Siyah paltolar, uzun atkılar Adana’yı gezdi. Bunu sık sık yaptı. Hatta gece çorbacılara bile böyle gidildi. Hatta bahar bitti yaz geldi ama siyah uzun paltolar, uzun atkılar hâlâ Adana sokaklarındaydı. Bu arada birinci taksit geçti, babam uyardı. Ben Bekir’i uyardım. İkinci taksit geldi kapıya dayandı. Babam uyardı, ben Bekir’i uyardım. İkinci taksit geçti, babam beni uyardı, ben Bekir’i uyardım. Bu arada mevlid işleri azaldı; yaz geldi çünkü. Bekir daha az görünür oldu. Göründüğü zamanlarda da Allahlar kitaplar ikimizin arasında gidip geldi. Çünkü ben babaya mahcubum, işin vahimi benim harçlık kesildi. Çünkü bulduğum işten kazandığım bana yetmezken ben Bekir’in pardesü taksidini ödüyorum. Benimki babamdan ama Bekir’inkini ödemek zorundayım. Dördüncü, beşinci… Biz Bekir’le artık pardesü için buluşuyoruz, pardesü küfürleşiyoruz… Yani kısacası Bekir’le kankiydik, olduk KAN ve Ki… Nerdeyse aramıza kan girecek. Çünkü yaz bitti, okullar açıldı, ben işten çıkmışım okula gidiyorum ama dolmuş param yok. Yazın biriktirememişim taksit ödemekten. Annemin mutfaktaki kavanozlara sakladığından üç kuruş koltuk çıkarsa ne ala… Yoksa ben nerdeyse bi beş altı kilometre yürüyorum. Çıkış neyse ama okula gidiş bi işkence. Sabahın köründe yürü allah yürü. Bekir liseyi bitirmiş kayıplarda. Duyuyorum, Ankara’da…

Sonunda babam hâlime acıdı. Tamamen affetmedi, yani öyle dedi. Sadece cezamı hafifletti. Tabii bi hikâye anlattıktan sonra bunu söyledi. Zaten hep böyle yapardı. Çok dara düşünceye kadar ben kendi bildiğimi yapardım, sonra o diyeceğini bi hikâyeyle, bi meselle der ve meseleyi bitirirdi. Ben açmasam asla hakkında konuşmazdı. Hani babaların, anaların yaptığı vardır ya… Benim anam da yapardı ama babam yapmazdı. “Sen daha önce de şöyle şöyle yapmıştın”lı cümle başlarını babamdan hiç ama hiç duymadım. Çünkü o orada konuşulmuş ve bitmişti. Bu konuyu da öyle kapattı… Hikâyesini anlattı ve bitirdi. Hikâyesindeki dostluk temasını ben de çok anlattım. Sıradan, basit ama etkili bi tema… Akıllı, yürekli, affedebilen bi beraberliktir dostluk… Mesel mi desem, hikâye mi desem. Orda böyle algı yaratır dostluk…

Adamın benim gibi bi oğlu varmış… Dostu çok, uğrunda öleceği arkadaşı çok. Babam demiyor ama, benim gibi yani… Kendisi için ölümü hiçe sayacak türden çoook dostu varmış… Baba uzun uzun anlatmış oğluna, tanışıklık bir şey, arkadaşlık başka bir şey. Hele hele dostluk… O çok daha başka bi şey… Oğul, benim gibi dost yangını… Bi türlü ayırmak istememiş bunu. Baba sonunda oğluyla konuşup anlaşmış ve sınama kararı alınmış. Ve bi geceyarısı, tam anlaşıldığı gibi bi koyun kesilmiş. Kanlı kanlı un çuvalına konmuş. Baba sırtlamış kanlar sızan çuvalı, “hadi bakim oğul,” demiş. “Bu çuvaldaki bi adam. Sen bunu bi sinir ânında öldürdün ama cesedi naapacağını bilemez hâldesin. Ben de öyle. Hadi düş önüme götür beni dostlarına bize akıl, yol, yordam söylesinler, bu cesetten kurtulalım.” Düşmüşler yola. Bir kapı çalmışlar bizim deli oğlanın can dostu, “valla babam evde, şimdi gidin, sabah bakarız,” diye yanıtlamış. İkinci can dost, kapı aralığından “vah vah!” demiş. Kimliğini merak etmiş cesedin ama nasıl halledileceğine bi türlü akıl erdirememiş. “İsterseniz Mustafa’ya bi götürün, o da bizim can dostumuz ama bizden akıllı,” diye yol göstermiş. Velhasıl deli oğlanın can dostları tükenmiş tükenmesine ama sabah oldu olacak artık. Yorulmuş deli oğlan. “Peki” olmuş, pes etmiş. “Şimdi sıra bende oğul” demiş baba. “Hadi sen seç benim dostlarımdan birini, çalalım kapısını… Tek tek tanırsın benim dost dediklerimi.” “Halil Amca,” deyivermiş deli oğlan, sözde en zayıf halkayı seçmiş kendince… Halil Amca ile baba pek az görüşür, çok uzun sohbetleri olmaz… Hatta kimi zaman selamlaşır, sarılır öpüşür, bi iki eski lafın belini kırar sonra yan yana oturup sigara tüttürürler… 

“Hadi bakalım,” demiş baba. “Varalım bakalım Halil bizi nasıl karşılar… Ben de meraklandım şimdi…” diye bitirmiş lafını ve sırtlamış kanlı çuvalı. Varılmış Halil’in kapısına. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Ezan okundu okunacak. Çalmışlar kapıyı, Seher Teyze kopup gelmiş. “Senle işimiz yok bacı” demiş baba, “bize Halil gerek ama sen de nolur bizim geldiğimizi de unut, gördüğünü de bizi.” Kadın ürküp çekilmiş. Az sonra dikilmiş Halil kapıya uykulu uykulu. Baba, “yardım için çaldık kapını Halil, başımız dertte” demiş. “Hayrola”yı bile beklemeden devam etmiş baba, anlatmış hikâyesini. “Bir adamla tartıştım, hâkim olamadım kendime. Soktum bıçağı. Pişmanım ama olan oldu,” demeye kalmadan, “hele indir yahu şu çuvalı sırtından, bi soluklan, anlatırsın,” demiş. Çuvalı yere bırakmış baba. Halil’in ikinci komutuyla çökülmüş kapı önüne. “İçeri girmeyelim çocuklar duyar,” ile buyur etmiş Halil kapı önündeki sekiye. Bi sigara uzatmış. Kendine gelmesini istemiş. Az bi zaman geçtikten, sigara yarılandıktan sonra ayağa kalkmış “siz oturun hele, ben bu çuvalı bi ahıra koyup geleyim,” demiş. Kapmış çuvalı daha kimse bi şey demeden sessizce ayrılmış babayla oğlun yanından. Oğul ne diyeceğini bilmez bi hâlde bakakalmış. Az geçmeden dönmüş Halil. O da çökmüş. “Aç mısınız, susuz musunuz?” diye sormuş. “Şimdi” demiş, “yemek içmek vakti ama bu saatte bunları yaparsak duymayan kalmaz. En iyisi ben size yeni üst baş getireyim, üstünüzü değiştirin,” deyip girmiş içeri. Getirmiş, giydirmiş, birer bardak su içirmiş ve “hadi bakayım siz buyrun gidip yatın. Ben gerekeni yaparım. Kalkınca da beni bir yoklayın,” demiş. Baba olanı biteni pek yadırgamıyor ama oğlanın ağzı açık. Ne diyeceğini bilmez bi hâlde düşmüş babasının önüne, varmış eve. Tek kelime düşmemiş dilinden ağzına. Ta ki eve varmış, girmiş içeri, sarılıp öpmüş babasının iki elinden, kırıp iki dizini oturmuş. Babam bunu anlattığında o kadar olmasa da ben de deli oğlandım. Lafı bitse de kendimi sokağa atsam, sigaramı tellendirsem hâliyle oturmaktaydım. Rıza Akın

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.