Asta Nielsen: Jestlerin Dili Olsa
Kundura Sinema, 21 Ekim – 17 Mart tarihleri arasında erken dönem sinemanın en büyük yıldızlarından Danimarkalı oyuncu Asta Nielsen’in yedi filminin yer aldığı bir seçkiyi seyirciyle buluşturuyor. Bu vesileyle ikonik oyuncunun kariyerini hatırlıyoruz.
“Shakespeare’in 15.000 sözcük kullandığı rivayet edilir. Asta Nielsen’in sahip olduğu ifade hazinesi, ancak jestlerin diline ait ilk sözlüğümüz sinematografinin yardımıyla tamamlandığı zaman takdir edilecektir.” Film teorisyeni Bela Balázs, Asta Nielsen’in beyazperdede kuşandığı ve her birinde aynı ölçüde uzmanlaştığı kapsamlı duygu yelpazesini bu sözlerle anlatır. Balázs’ın övgü dolu sözleri Nielsen’in performansını layığıyla tasvir etse de, Wilhelmine ve Weimar döneminde görünüşü, tarzı ve film endüstrisi içindeki konumuyla bir ikon hâline gelmiş namıdiğer “Die Asta”nın özgün konumunun yalnızca bir yönünü vurgulamıştır. Daha ilk dönemlerinde bile muhafazakârlığını belli eden Amerikan sineması Lilian Gish’in utangaç ve masum bakışlarını hayranlıkla izlerken Avrupa’nın dört bir yanındaki ekranlar kısa, kâküllü siyah saçları, androjen görünümü ve her bir karede farklı bir ifadeye bürünen özgün yüzüyle tutkunun, arzunun simgesi hâline gelmiş Nielsen’in büyüsünün etkisi altındadır zira.
1881 yılında Kopenhag’da oldukça fakir bir ailede doğan Nielsen’ın en büyük hayali bir tiyatro oyuncusu olmaktı. Yaklaşık on yıl boyunca Danimarka tiyatro çevrelerinde isim yapmak için uğraşan oyuncunun yıldızı hiç beklemediği bir şekilde, daha sonra hayatını birleştireceği yönetmen Urban Gad’ın ona bir sinema filminde oynamayı teklif etmesiyle parlayacaktı. 1910 yılında çektikleri Uçurum (Afgrunden) hem Gad hem de Nielsen’in sinemadaki ilk deneyimiydi. Film, Magda isimli genç bir müzik öğretmeninin önce bir bölge papazının oğluna âşık olup daha sonra gönlünü çapkın ve karizmatik bir sirk çalışanına kaptırmasıyla yaşadığı trajedi etrafında şekillenmekteydi. Trajik bir sonla noktalanan bu melodramda Nielsen’in kariyerinde büyük bir sıçrama yapmasına vesile olan en önemli unsur, hiç şüphesiz Magda ve çapkın sevgilisi Bay Rudolf’un erotik dans sahnesiydi. Kementle bağladığı kayıtsız âşığının etrafında kendinden geçmişçesine dans eden Nielsen, tatmin edilemeyen arzunun ve mantık sınırlarını aşan tutkunun vücut bulmuş hâliydi âdeta. Filmin sonunda kendisine saldıran Rudolph’u bıçaklayan Magda’nın polis tarafından götürüldüğü esnada yüzünü saran, tek bir anlama indirgemesi güç ifadesi ise, Nielsen’in içe dönük, ölçülü ve duygu yüklü oyunculuğunun bir nişanesi olacaktı.
Avrupa çapında büyük bir sansasyon yaratan Uçurum’un ardından Danimarka’da yalnızca üç filmde rol alan Nielsen kariyerine Almanya’da devam etti. Danimarka yapımı bu üç filmden günümüze bir tek Kara Rüya (Den sorte drøm, 1911) ulaşacaktı. Kara Rüya‘nın tıpkı Uçurum gibi aşk üçgenine dayalı bir hikâye anlatsa da, kıskançlığın sebep olduğu entrikalarla daha karmaşık bir anlatıya sahip olduğu söylenebilir. Nielsen’in bu defa Stella isimli bir sirk yıldızını canlandırdığı filmde, Stella’ya âşık olan Kont Walberg ile onu delicesine kıskanan kuyumcu Hirsch karşı karşıya kalır. Hirsch’in, Walberg’i alt etmek için yaptığı acımasız plan sonucunda çift tuzağa düşse de yine Nielsen’in canlandırdığı karakterinin yaşamının trajik bir sona sahip olduğunu görürüz.
Başlarda cinselliğin ve entrikaların ön planda olduğu bu tür erotik melodramlarla tanınan Asta Nielsen, 1911 ve 1914 yılları arasında neredeyse tamamını Gad’ın yazıp yönettiği otuzdan fazla filmde rol aldı. Bu süreçte Alman yapım şirketleriyle imzaladığı kontrat, kendi karakterlerinin yanı sıra, kostümlerden yardımcı oyunculara kadar filmlerin yaratım sürecindeki birçok tercih üzerinde söz sahibi olmasına imkân tanımaktaydı. Nielsen’in hem kamera önü hem de kamera arkasındaki aktif konumunun yansımalarını, günümüze yalnızca 17 dakikası ulaşan Filmlerin Primadonnası’ndaki (Die Primadonna, 1913) karakteri Ruth Breton’da görmek mümkündür. Film, bir film yıldızının çöküşüne sebep olan bir aşkı konu edinse de, bugüne ulaşan materyaller aktrisin senaryo seçimi, film çekimi ve hatta laboratuvar süreçlerinde rol aldığını ortaya koyması ve dolaylı yoldan Asta Nielsen’in film endüstrisi içindeki yıldız personasına vurgu yapması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Sınırların Ötesinde
Nielsen’in oyuncu olarak en büyük başarılarından biri de tek bir film biçimiyle sınırlı kalmaksızın melodramdan komediye farklı film türlerinde çok çeşitli karakter temsilleri sunmasıydı. Sessiz dönemde çok başarılı örneklerine rastladığımız meta-filmler (film hakkında film) de bunlardan biriydi. Nielsen’in kariyerinde Filmlerin Primadonnası’nı örnek gösterebileceğimiz meta-filmlerden bir diğeri ise film çekmek üzere İtalya’ya giden bir Alman film ekibinin başına gelen komik olayları anlatan Zapata’nın Çetesi (Zapatas Bande, 1914) filmiydi. Filmin hikâyesi, bir suç çetesini canlandırmak üzere hazırlık yapan oyuncu ekibinin, kıyafetleri bölgeye dadanan hırsızlar tarafından çalınınca herkesin onları hırsız zannetmesiyle yaşanan yanlış anlaşılmaya dayanır. Zapata’nın Çetesi’nin sinema tarihi açısından önem arz ettiği bir diğer nokta ise, Almanya sinemasında kadın oyuncunun erkek gibi giyinmesine dayanan Hosenrolle filmlerine (pantolon filmleri) örnek teşkil etmesidir. Beyazperdedeki cinsiyet rolleri arasındaki sınırları esneten ilk pratiklerden biri olan cross-dressing son tahlilde heteroseksüel düzenin yeniden kurulmasıyla sonuçlansa da, kuir temsillerin arkeolojisini yaparken oldukça önemli bir kaynak görevi görür. Zapata’nın Çetesi’ninde de, her zaman androjen görünümüyle dikkat çeken Nielsen haydut kıyafeti giyerken, bir aristokratın kızı Elena ona âşık olur ve dudağından öper. Buradaki homoerotik çekim bir komedi unsuru olarak kullanılsa da Nielsen’in ilerleyen yıllarda çektiği filmlere baktığımızda cinsiyetler arası geçişin daha derinlikli bir bağlamda konumlandırıldığını görürüz. Benzer şekilde erkek kılığına girme temasına yer veren Aşkın Alfabesi (Das Liebes-ABC, 1916) ise, kadınlık ve erkeklik rollerinin toplum içinde ifade ettiği anlamlara odaklanan bir filmdir. Filmde Nielsen’in canlandırdığı Lis’in, yeni tanıştığı nişanlısı Philipp yeterince centilmen ve ‘erkeksi’ olmadığını düşündüğü için, ona yüksek sosyetede nasıl davranması gerektiğini göstermek üzere erkek kılığına girmesine tanık oluruz. Philipp’le beraber Paris’e seyahat eden ve operada kadınlarla flört eden Lis’in, erkek kılığındayken nişanlısına kadınları nasıl baştan çıkarması gerektiğini gösterirken Philipp’in jest ve mimikleriyle bir kadın gibi davranması cinsiyetler arası geçirgenliği daha da vurgular. Yine de, tiyatro geleneğinden gelen kılık değiştirme pratiklerinin gösteri dünyasında yaygın olduğunu, bu çerçevede olduğu sürece kabul gördüğünü ve bu sebeple de kuir temsiller açısından çığır açıcı bir fark yaratmadığını hatırlamak önemlidir.
Erkek kılığına girmek temasını erkek olarak var olmak seviyesine çıkaran Hamlet (1921) ise Asta Nielsen’in kariyerindeki önemli dönüm noktalarından birine karşılık gelir. Kendi kurduğu yapım şirketi Art-Film’in ilk filmi olma özelliğini taşıyan Hamlet, Hamlet’in aslında kadın olduğunu iddia eden Edward P. Vining’in ‘The Mystery of Hamlet’ kitabından esinlenerek çekilmiştir. Filmde, Danimarka Kralı’nın savaş meydanında yaralandığı haberini aldığı sırada doğum yapan Kraliçe Gertrude’un tahtı kaybetmemek için bir erkek bebeği olduğu yalanını söylemesiyle, Hamlet kendi seçmediği bir kadere mahkûm olur. Svend Gade ve Heinz Schall tarafından yönetilen film doğrudan bir Shakespeare uyarlaması değildir. Örneğin Claudius, Kral’ın ölümünü, Gertrude’la beraber planlar; oyunun en ikonik unsurlarından olan babanın hayaletine filmde yer verilmez; Hamlet, kendisinin kadın olduğundan habersiz Horatio’ya umutsuz bir aşk besler. Hamlet, bazı olumsuz eleştiriler alsa da on yılın ardından sinema endüstrisinde yıldız konumunu sağlamlaştırmış Asta Nielsen, bu filmde en sofistike performanslarından birine imza atmıştır. Benimsediği prens kimliğinin yükümlülükleri ardına sakladığı arzularını ve duygularını, melankolik yüzündeki milimetrik değişimlerle hissettiren Nielsen, epik ölçekli denebilecek bir hikâyede, karakterini içten ve dokunaklı bir yaklaşımla perdeye taşımıştır.
Bir sanatçının kariyerinin zirvesinin, ardından gelen düşüş sebebiyle zirve olarak nitelendirildiği bilinir. Film üretiminde oyunculardan çok yönetmenlerin ve stüdyoların ön planda olmaya başladığı 1920’li yıllar da Asta Nielsen’in adım adım yerini başka yıldızlara bıraktığı bir dönem olacaktı. Neşesiz Sokak (Die Freudlose Gasse, 1925) ve Dirnentragödie (1927) gibi Straßenfilm (sokak filmleri) türündeki yapımlarda oynayan Nielsen, 1932’de çektiği ilk ve tek sesli filmi Unmögliche Liebe ile kamera önündeki kariyerini noktalayacaktı. Filmlerinde aktris kimliğine göz kırpmasıyla tanınan Nielsen’in neredeyse geleceğini bizzat öngördüğünü düşündüren filmi Düşüş (Der Absturz, 1923) bu anlamda oldukça manidardır. Filmde, sevgilisi Peter cinayetten hüküm giyen ve onu hapisten çıkıncaya kadar beklemeye yemin eden varyete şarkıcısı Katja rolündeki Nielsen, aşkına sımsıkı tutunsa da yıllar içinde yaşam enerjisini, sesini ve güzelliğini kaybeden bir kadını canlandırır. O dönemde daha 41 yaşında olsa da, belki de kendi geleceğini gördüğü Katja karakteri aktrisin ruhuna ayna tutar sanki. Sevdiği adamın hapishaneden çıkacağı gün hazırlanırken Nielsen’in yüzü uzun bir yakın planla perdeye yansır. Beyazlaşmış saçlarına, kırışıklıklarına bakan ve kendisine tamamen yabancı gelmiş bu yüz öyle büyüleyicidir ki Asta ve Katja birbirinden ayırt edilemez hâle gelir ve biz seyirciyi de kendilerini saran melankoliye hapseder.
1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.