Şu An Okunan
Killing Eve

Killing Eve

Cazibesi ve zekâsıyla büyüleyen bir kadın suikastçı ile onun peşindeki kadın ajan arasındaki ilişkiyi anlatan Killing Eve, farklı türler arasında dolanırken önüne çıkan tüm klişeleri zevkle deviriyor.


Bu yazı Altyazı’nın 187. sayısında yayımlanmıştır.


“Bir psikopata asla psikopat olduğunu söyleme. Onu üzersin.” Bu sözler, yayına girdiği 2018’in Nisan ayından beri giderek artan bir izleyici kitlesine hitap eden BBC America dizisi Killing Eve’in iki ana kahramanından biri olan psikopat suikastçı Villanelle’e ait. Aslında Villanelle’in kendisine psikopat denmesine üzüldüğü falan yok, palavra atıyor her zamanki gibi. Hiç şüphesiz Villanelle beyazperdede veya televizyonda görüp göreceğiniz en büyüleyici psikopat katillerden biri: Güzel, zeki, olağanüstü yetenekli ve haşarı bir çocuk gibi hep haylazlık peşinde. Kurbanlarını akla hayale gelmeyecek yöntemlerle öldürüyor. Bir şişe parfümden saç firketesine kadar her şey Villanelle’in elinde ölümcül bir silaha dönüşebilir. Villanelle’in izini süren İngiliz istihbarat ajanı Eve’in dediği gibi, “onun bir tarzı var.” Zaten Eve, Villanelle’in cazibesine kapılmış durumda. Üstelik hisleri karşılıksız değil. Kolay kolay alt edilemeyecek güçlü bir hasıma duyulan hayranlığı aşan bir boyutu var karşılıklı duygularının. İlk görüşte aşk gibi bir şey. Killing Eve her şeyden evvel iki kadın arasındaki bu takıntılı ilişkinin hikâyesi. Arka planda da uluslararası entrikalar, komplo ağları, ikili oynayan istihbarat ajanları ve dünyayı kaosa sürüklemeye çalışan ‘On İkiler’ adlı gizli örgüt var. Villanelle bir seferinde Eve’e “eğer yüksek bir mevkide olsaydın ikimizin de aynı kişiler için çalıştığını görürdün” derken belki de haklıdır, kim bilir.

Killing Eve’in yaratıcısı, 2016’nın beğenilen dizilerinden Fleabag’in (2016-2019) senaristi ve başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge. Waller-Bridge, Killing Eve’i Büyük Britanyalı yazar Luke Jennings’in ‘Kod Adı Villanelle’ başlığı altında basılan dört öyküsünden uyarlamış. Gerilim, aksiyon, casusluk ve komedi türlerinin iç içe geçtiği dizi, Waller-Bridge’in Fleabag’de ortaya koyduğu kendine has kara mizah anlayışının damgasını taşıyor. Diziyi alışılageldik aksiyon-casusluk dramalarından ayıran en önemli özelliği, iki ana kahramanın da kadın olması. Her biri kırk dakikalık sekiz bölümden oluşan ilk sezon boyunca Eve ile Villanelle arasındaki kedi fare oyununa tanık oluyoruz. Ancak kim kedi kim fare, orası pek belli değil. Kesin olan bir şey varsa, o da Eve’in Villanelle gibi profesyonel bir suikastçıyla başa çıkacak deneyime sahip olmadığı. Eve’i İngiliz İç İstihbarat Teşkilatı’nda masa başında çalışan sıradan bir memur olarak görüyoruz ilkin. Yemek pişirip ev işleriyle ilgilenen öğretmen kocası Niko’yla birlikte tekdüze bir hayat süren Eve, sahaya inip aktif bir ajan olma hevesiyle yanıp tutuşuyor. Kadın suikastçılar, Eve’in özel ilgi alanı. Eve, onlara hayranlık beslediğini saklama gereği duymuyor bile. Hattâ bir seferinde Villanelle’den bahsederken “eğer becerebiliyorsa istediğini öldürebilir, tabii beni öldürmediği sürece” diyor açık açık. Villanelle’in izini süren gayri resmî bir ekibin başına geçmesi teklif edildiğinde Eve’in hayalleri gerçek oluyor.

Dövüş Kulübü’nde (Fight Club, 1999)  Tyler Durden, anlatıcının olmak isteyip de olamadığı güçlü, yakışıklı ve isyankâr erkeği temsil eden bir alter-egoydu. Bir bakıma Villanelle de, Eve’in hep olmayı arzuladığı kişi: Çekici, güçlü, korkusuz, özgüvenli ve muktedir. Luc Besson’un 90’ların sonunda diziye de uyarlanan filmi Nikita’nın (La Femme Nikita, 1990) başkahramanı gibi genç yaşta cinayet işleyip hapse düştükten sonra onu himayesine alan gizli bir örgüt tarafından suikastçı olarak eğitilmiş. Gelgelelim Nikita’dan çok daha insafsız bir katille karşı karşıyayız bu sefer. Zira Villanelle’de acıma duygusundan eser yok. O, öldürmekten haz alan bir psikopat. Hattâ kurbanları son nefesini verirken bakışlarını onların yüzüne dikip kendi tabiriyle “yaşamın gözlerinden akıp gitmesini” izliyor. Üstelik Villanelle, Dexter’ın (2006-2013) kurbanlarını sadece suçlular arasından seçen başkarakteri gibi prensip sahibi bir seri katil değil. Geçmişte tutkun olduğu eski Fransızca öğretmeni Anna ve bir nevi baba figürü gibi gördüğü, ona görevlerini bildiren aracısı Konstantin dâhil herkesi gözünü kırpmadan öldürebilir. Buna rağmen yeri geldiğinde bir çocuk kadar sevimli ve masum görünmeyi başarıyor. İnsanları kıvırdığı yalanlara pek kolay inandırabiliyor bu sayede. Doğrusu rol yapmakta Villanelle’in üstüne yok. Sizi tam da duygulandığına, birazdan gözyaşlarına boğulacağına inandırmışken birden gülmeye başlarsa şaşırmayın.

Killing Eve, hem casus hikâyelerine has klişeleri hem de toplumsal cinsiyet rollerini tepetaklak eden, her fırsatta izleyicinin beklentilerini boşa çıkaran bir dizi. Her şeyden önce şiddeti ve saldırganlığı erillikle özdeşleştirip kadını doğası gereği edilgen, uysal ve hassas olarak tanımlayan ataerkil söylemleri yerle bir ediyor. Üstelik Villanelle’in erkek kurbanlarını kastre etmek gibi doğrudan eril iktidarı hedef alan bir huyu da var. Korku filmlerinde kadının canavar olarak resmedilişini inceleyen feminist film eleştirmeni Barbara Creed, genellikle tecavüz-intikam filmlerinde karşımıza çıkan bir temsilden bahseder: femme castratrice, yani kastre eden kadın. Kastre eden kadının en tipik örneğine, kendisine vahşice tecavüz eden erkeklerden intikam almak için onları kastre edip işkenceyle öldüren bir kadının hikâyesini anlatan Mezarına Tüküreceğim’de (I Spit on Your Grave, 1978) rastlarız. Eve de geçmişte Villanelle’in tecavüze uğradığından şüpheleniyor hâliyle. Hattâ beşinci bölümde Eve, Villanelle’le ilk kez yüz yüze konuşma fırsatı bulduğunda onu geçmişte yaşadığı travmaları anlatıp içini dökmeye teşvik ediyor. Gelgelelim Eve’in –dolayısıyla izleyicinin– bu beklentisi de boşa çıkıyor sonunda. Zira Villanelle’in geçmişte tecavüze uğradığına veya erkek şiddetinin kurbanı olduğuna dair hiçbir veri yok elimizde. Şiddete yönelen kadınların mutlaka travmatik bir geçmişe sahip olduğu yolundaki o kolaycı açıklamaya tutunamıyoruz böylelikle. Neticede erkekler kadar kadınları da acımasızca öldüren Villanelle’in erkeklere yönelik bir intikam hissiyle güdülendiğini söylemek mümkün değil. Durum böyleyken Villanelle neden öldürüyor peki? Eve’in kafasını en çok kurcalayan soru da bu zaten: Kadınlar neden öldürür? Bir kadını cinayet işlemeye iten ne olabilir? Dizinin bu soruya yanıt vermek gibi bir derdi yok. Bilakis bu sorunun yanıtını aramanın beyhude bir çaba olduğunu ima ediyor.

Killing Eve’de, alışveriş yapmak gibi genelde kadınlarla ilişkilendirilen gündelik, önemsiz uğraşlar ile normalde erkeklerin tekelinde görülen şiddet ve casusluk eylemlerinin tuhaf bir şekilde yan yana geldiğini görüyoruz: Sözgelimi Eve, amiri Carolyn’le gizli görüşmelerini markette şarküteri alışverişi yaparken gerçekleştiriyor. Lüks düşkünü Villanelle, tetikçilikten kazandığı parayı özel tasarım kıyafetlere, pahalı parfümlere ve ipek yatak örtülerine harcıyor. Villanelle’in şık elbiseleriyle silahlarının aynı gardırobun içinde yan yana durduğunu görüyoruz. Eve ile Villanelle’in ilk kez yan yana geldiklerinde yaptıkları şey, Eve’in mutfağında oturup akşam yemeği yemek. Gizlice evine girip onu masaya oturmaya zorlayan davetsiz misafir Villanelle, bu konuda Eve’e pek seçme şansı tanımıyor gerçi. Sezon finalinde Eve, Villanelle’in Paris’teki zarif bir şekilde döşenmiş evine iade-i ziyarette bulunduğunda iki hasım –veya iki âşık– bu sefer birlikte yatağa uzanıyorlar. Dizinin başından beri Villanelle’in en savunmasız olduğu an bu. İşte o vakit Eve, harekete geçmeye karar veriyor. Villanelle’in nasıl bir misilleme yapacağını şimdilerde çekim aşamasında olan ikinci sezonda göreceğiz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.