Şu An Okunan
Konuş Benimle: Bedenime Belki, Ruhuma Asla

Konuş Benimle: Bedenime Belki, Ruhuma Asla

Sundance’teki dünya prömiyerinin ardından büyük beğeni toplayan ve son dönemin en çok ses getiren korku filmlerinden birine dönüşen Konuş Benimle vizyonda. Bir grup gencin ruh çağırma seanslarına odaklanan filmi, A24 yapımı korkularla özdeşleşen “yüksek korku” kategorisine dahil etmek tam olarak mümkün değil.

*Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir. 

Avustralyalı “Youtuberlar” Danny Philippou and Michael Philippou’nun ilk uzun metrajı Konuş Benimle (Talk to Me, 2023), A24’ün The Lighthouse’tan (2019) Ayin’e (Hereditary, 2018), Adamlar’dan (Men, 2022) Pearl’e (2022) uzanan korku koleksiyonunda yerini aldı. Ancak filmi, A24’le özdeşleşmiş olan “yüksek korku” (elevated horror) kategorisine tam olarak dâhil etmek mümkün değil. Bu kavram, endüstri ve sinema yazını tarafından festivallerde ilgi gören ve daha sonrasında geniş kitlelere ulaşan, entelektüel ya da politik olarak “katmanlı” görülen korku filmlerine verilen bir isim. Ancak korku türünün her daim politik olduğunu savunan pek çok yönetmenin ve türün hayranlarının reddettiği de bir kategori yüksek korku. Anaakım ve ticari korku filmleriyle aralarında sanatsal ya da politik bir hiyerarşi kurmadan bakacak olursak; gerek yönetmeni ve festivalleri önceleyen yapım, dağıtım ve tanıtım stratejileri, gerekse günümüzün değişen seyir alışkanlıkları nedeniyle bu filmlerin korku türünün kültürel olarak daha “meşru” bir zemine çekildiği bir dönemi işaret ettiğini söyleyebiliriz. 

Konuş Benimle’ye dönecek olursak, filmin A24 etiketi ve Adelaide Film Festivali’nde açılması gibi nedenlerle yukarıda ismi geçen filmlerle birlikte anıldığını, onların açtığı yoldan yürüyen ve “korkuya bir şans veren” yeni bir grup sanat sineması seyircisinin kalbini kazandığını gözlemlemek mümkün. Ancak bana kalırsa film hem özel efektleri ve jump scare gibi klasik korku trüklerini kullanış biçimiyle, hem de yas gibi çok temel bir meseleden yola çıkarak ölüler, ruhlar ve hayaletlerin dünyasına geçişiyle anaakım korku sinemasına daha yakın duruyor. Bir grup liseli arkadaş arasında geçen filmin, yüksek korkunun alamet-i farikası olan cerebral sinizmle pek işinin olmadığını, öte dünyanın olası dehşetlerini oldukça ciddiye aldığını söyleyebiliriz. Hatta bu anlamda filmin James Wan imzalı Korku Seansı (The Conjuring) ve Ruhlar Bölgesi (Insidious) serilerini, herhangi bir A24 filminden daha çok andırdığı bile söylenebilir. Testere (Saw) serisiyle ismini duyuran James Wan’ın bu furyadaki temel başarısı, korku sinemasının (ve edebiyatının) çokça tüketilmiş -özellikle B tipi filmler aracılığıyla kopyasının kopyası üretilmiş- konularını büyük bir ciddiyet ve usta bir yönetmenlikle ele almasıydı. Şeytan çıkarmadan astral seyahata ve kötü ruhların ele geçirdiği oyuncak bebeklere, yüksek prodüksiyon kalitesi ve özel efektleriyle anaakım seyirciye adrenalin dolu bir deneyim sunmuştu. Bu filmlerde elbette korku geleneğinin kült örneklerinden izlere rastlamak mümkündü ancak bu, bariz göndermelerin ve metinler arasılığın baskın olduğu postmodern ve oyunbaz bir üslupla yapılmıyordu. 

Yüksek Korkular, Dolambaçlı Anlatılar

Anaakım korkudan ayrılan “yüksek korku”lar ise korku türü tarihine bariz göndermelerde bulunan ve konvansiyonları yıkma/güncelleme çabasında anlatılar kuruyor diyebiliriz. Ancak bu üslubun da kendi içinde bir ciddiyeti olduğunu, Evil Dead’vari bir parodi olmadığını ya da Dehşet Kapanı (The Cabin in the Wood, 2011) gibi doğrudan postmodern bir üslup tercih etmediğini de söylemek gerek. Anaakım korkuya göre çok daha yavaş bir tempoya sahip olan bu filmler, hızlı kesmeler ve şaşırtma/korkutma efektlerini oldukça ekonomik kullanmaları ve daha ziyade atmosfere, muğlaklığa ve tekinsizliğe yaslanmalarıyla bana kalırsa edebiyata yaklaşan bir üsluba sahiplerdi. Bu anlamda bu filmler, seyirciyle daima direkt bir duyusal ilişki kurmayı, onu korkutmayı ve ona duraksız bir “rollercoaster” deneyimi yaşatmayı hedefleyen anaakım korkudan farklılaşıyordu. Dolambaçlı üslupları ve bir türlü “sadede gelememeleri” ile öne çıkan bu yapımlar, her ne kadar bir bütün olarak oldukça korkunç olsa da, seyirciyle daha dolaylı bir ilişki kuruyordu. Bunu örnekleyecek olursak, masum final kızı1 figürünü cadıya dönüştürerek ona feminist bir takla attıran The VVitch: A New-England Folktale’de (2015) ile temelde bir ayrılık alegorisi olan ve yine final kızını kurbandan faile dönüştüren Ritüel’den (Midsommar, 2019) bahsedebiliriz. Bu filmlerde hikâyelerin sürekli ya başa döndüğünü (cadıymış, hayır değilmiş, evet masummuş, hayır değilmiş…) ya da iki ileri bir geri gittiğini gözlemleriz genellikle. Böylece, anaakım korkuda çoğunlukla tutarlı bir şekilde korkup nefret ettiğimiz bir ana kötünün ya da canavarın olmayışı (örneğin Michael Myers, Freddie ya da Chucky), hatta bu canavarın final kızı gibi başka arketiplerle iç içe geçmesi, türün konvansiyonlarına parodi işlevi olmayan ve hem politik hem de estetik bir “güncelleme” getiriyordu. 

Konuş Benimle de annesini trajik bir şekilde kaybeden Mia karakteri üzerinden benzer bir döngüye girişse de, seyircisini muğlak bir alanda dolandırmak yerine keskin geçişli bir anlatı yapısını tercih ediyor. Temposunu daima sıkı tutarak ve klasik korku numaralarından kaçınmayarak seyirciyle dolaysız bir dehşet ilişkisi kuruyor. Kısaca filmin konusunu hatırlatacak olursak, bir grup liseli gencin mumyalanmış bir medyum eli olduğunu iddia ettikleri bir heykel aracılığıyla ölülerle iletişime geçmesi ve ardından gelişen olayları izliyoruz. Seçilen bir kişi bu eli tutuyor, “Konuş benimle” diyor ve ölüler dünyasından bahtına düşen bir ölüyle baş başa kalıyor. Eğer “İçime girmene izin veriyorum” derse, ölünün ruhu bedeni ele geçiriyor. Doksan saniye kadar bir hakkı var, eğer bu süre dolarsa ya da ruh içindeyken ölürse bedeni öte dünyanın oluyor. Ruh çağırma seansı hikâyeleriyle, şeytan istilası filmlerinin bir karması olan bu ana tema, grubun en genç üyesi olan Riley’nin başına gelenler sonrasında bambaşka bir yere savruluyor. Filmin ilk yarısında izlediğimiz ve korkutucu olduğu kadar komik de olan bu ruh çağırma seansları, film sanki Evil Dead (1981) tarzı bir parodiymiş izlenimi yaratıyor. Cep telefonlarıyla bu seansları sosyal medyada canlı olarak paylaşan gençler, Teksas Katliamı’nın (Texas Chainsaw Massacre, 1974) tasasızca ve özgürce tatile çıkan hippievari gençlerini hatırlatıyor. Elbette bir korku filminde eğlenen gençler görürseniz, mutlaka geçmişin muhafazakâr güçlerinin bir intikam planıyla ortaya çıkacağını tahmin edebilirsiniz.  

Delilik Mi, Şeytan Mı

Filmin ikinci ve işlerin “ciddileştiği” kısmında, Mia biraz da kendi neden olduğunu düşündüğü trajik olay sonrasında Riley’yi ruhlardan kurtarmaya girişiyor. Mia’nın annesinin ölümü sonrası bir nevi yanlarına sığındığı yakın arkadaşı Jade’in kardeşi Riley, ablasının tüm itirazlarına rağmen Mia’nın da izniyle oyuna dâhil oluyor. Ancak Mia, Riley’nin bedeninde annesinin ruhuyla karşılaşınca doksan saniyelik süre aşılıyor ve ruhlar Riley’yi ele geçiriyor. Film boyunca temel sorumuz ruhların annesi kılığına girerek Mia’yı manipüle edip etmediği meselesi. Mia’nın henüz yüzleşip atlatamadığı yası, kötü ruhlar adına büyük bir zaaf hâline geliyor ve ruhlar, Riley’yi ele geçirmek için bu yas duygusunu kullanıyorlar. Burada da yine türün, özellikle de şeytan çıkarma filmlerinin sevdiği bir ikilemle karşı karşıya kalıyoruz: Mia’nın duydukları ve kafasındakiler gerçek mi? Bu soru genellikle Şeytan (The Exorcist, 1973) gibi filmlerde karakterin akıl sağlığı üzerinden sorulur. İçine şeytan girdiği düşünülen kişinin etrafında toplanan bilir kişiler, özellikle de doktorlar, bunun psikiyatrik bir vaka olduğunu iddia ederken, genellikle rahip olan hakikat savunucusu ise bu psikozların şeytanın ürünü olduğunu iddia eder: Metafiziğe dair bir tartışmadır bu aynı zamanda, bilim ve doğaüstünün meşhur çatışması. Kimi filmler buna net bir cevap verirken, kimisi ise muğlak bir sona sığınıp seyirciyi kendi yargısıyla baş başa bırakır. 

Konuş Benimle ikisinin ortasında bir yerde duruyor diyebiliriz. Bir yandan doğaüstünün varlığını ve yaşananın bir psikoz olmadığını çok erken bir aşamada açıkça gösterirken, bir yandan da bizi Mia’nın öznelliğinde tutarak bu bakıştan şüphelenmeye iten bir yaklaşımı var yönetmenlerin. Örnek olarak ilk ruh çağırma seansını ele alalım. Jade ve Mia ilk olarak bu seanslara sosyal medyada denk gelirler ve elbette inanmazlar. Bunun arkadaşları Hayley ve Joss’un ilgi çekme çabası olduğundan emindirler. Elbette görüntülerde yaşananlar günümüzde herhangi bir TikTok videosu efektiyle rahatça üretilebilecek seviyede bir “gerçekliğe” sahiptir. Hepi topu gözleri siyaha dönmüş ve tuhaf hareketler yapan bazı gençler görürüz. Jade ve Mia’nın katıldıkları ilk seans sırasında her şeyin gerçek olduğunu, gerçekten de elin ölülerin ruhlarını çağırdığını fark ederiz. Bu sahnede ölüleri sadece Mia’nın bakış açısındayken görürüz, diğerleri ruh çağırdığında onların hangi ölüyü gördüğünü göstermez bize yönetmenler. Burada ruhların gerçekliğine dair elimizdeki asıl veri, herkesin ruhları gördüğünü söylemesidir. Seyirci olarak biz ise ruhları sadece Mia’nın bakışından gördüğümüz için aslında “yeterli kanıta” sahip değilizdir. Yönetmenler rahatlıkla diğerlerinin gördüğü ruhları da bize gösterebilir ve içimizi rahatlatabilirdi, böylece bunun toplu bir psikoz ya da ergenler arası bir sidik yarışı olmadığından emin olabilirdik. Ancak buraya küçük bir şüphe tohumu atarak yönetmenler bizi hikâyenin ileri safhalarındaki ikileme, yası nedeniyle zayıf düşen Mia’nın bozulan gerçekliğine hazırlıyor. 

Hem Gerçek Hem Hayal

Şeytan istilası filmlerindeki bir diğer temel mesele ruhsal ve bedensel zayıflık ya da iradedir. Şeytan’daki doktor, dehşet verici ve üstün bir beden gücü gösteren küçük kızın, bunu zihinsel bir psikozun etkisiyle yapıyor olabileceğini, bazı hastalarda fiziksel gücün zihin yardımıyla açığa çıkabileceğini söyler. Bu zihin ve beden ikiliği, doğaüstünün diline ruh ve beden ikiliği olarak çevrilir. Zihin kurtulduğu ya da dayandığı sürece beden daima dayanacaktır. Çoğu hikâyede bedenin sayısız darbe aldığını, yara bere içinde kaldığını ama ölümü zihnin/ruhun teslimiyetinin getirdiğini görürüz. Konuş Benimle’de bu ayrım Mia üzerinden özellikle vurgulanıyor. Bir yandan gruptaki tek siyah olan Mia, bir evi ve ailesi olmayışıyla da diğerlerinden ayrılmaktadır. Başından itibaren Jade dışında herkes onun ne kadar “tuhaf ve rahatsız edici” olduğundan bahseder. İntihar ettiğinden şüphelendiği annesinin hikâyesi, Mia’nın da akıl sağlığından şüphelenmemiz gerektiğini -biraz da klişe bir şekilde- fısıldar bize. 

Ancak film böyle bir yere savrulmaz, Mia’nın gerçekliğine ve yasına saygı duyar. Ruhlar annesinin kılığına girerek Mia’yı manipüle ediyorsa eğer, bu Mia “olmayan şeyler” gördüğü için değildir – taştan el gerçektir, daha önce de birilerini ele geçirip öldürmüştür. Yalnız bırakıldığı, yaşı ve yası nedeniyle savunmasız oluşudur Mia’nın bağışıklığını düşüren. Ruhlar için bedene giriş yapmak bir şey ifade etmez, Mia dâhil herkes zaten kendi rızalarıyla içlerine alırlar ruhları. Bedensel bağlantıları kesilince, yani eli tutmayı bıraktıklarında ruhun gücü de kalmaz. Doksan saniye bir zihne girmek ve zayıf noktalarını bulmak için yeterli değildir. Mia ise bedenen ruhlarla bir bağı olmamasına rağmen, zihinsel olarak onlardan kurtulamaz. Burada elbette yönetmenlerin yukarıda bahsettiğim öznel bakış açısı kullanımıyla yerleştirdiği şüphe tohumunu atlamamak lazım. Ruhlar bedensel bağlantı olmadan kimseyi ele geçiremiyorlarsa, Mia nasıl oluyor da bağlantısı olmadığı hâlde ruhları görebiliyordur? Burada Mia’nın olası halisünasyonları ve ruhların manipülasyonu arasında muğlak bir yere savruluyor anlatı. Zaten belki de filmin gücü burda, yukarıda bahsettiğim türün en sevdiği ikilemlerden birine (Gerçek mi, hayal mi? Delilik mi, şeytan mı?) “İkisi de” diye cevap vermesinde.

Acıya Bir Son

Ruhların, Mia’nın ruhuna ulaşmak için seçtikleri beden ise küçük yaşı nedeniyle hem bedensel hem de zihinsel olarak en savunmasız olan Riley’dir. Ancak bu seçimde elbette Riley ve Mia’nın yakınlığı da önemlidir – sonuçta insanlar yakınları söz konusu olduğunda daha kolay manipüle edilebilirler. Bu nedenle Riley’yle Mia arasındaki ilişkinin muğlak doğasının, filmdeki temel meselelerden biri olduğunu da eklemek gerek. Bu noktada belki filmin başındaki araba sahnesine geri dönebiliriz. Mia, ablası Jade’i bekleyen Riley’yi arabasıyla alır ve birlikte Sia’dan ‘Chandelier’ dinleyerek eve doğru yol alırlar. Belli ki Riley, ablası Jade ile kuramadığı ilişkiyi Mia’yla kurmaktadır. Mia ise, annesinin ölümünün ardından babasıyla anlaşamayan ve Jadelerde kalan Riley’nin ablası gibi olmuştur. Ona ders çalıştırır, korktuğu zaman birlikte uyurlar. Ancak film boyunca Mia’nın Jade’i kıskandığı ve onun yerine geçmek istediği gibi bir imanın da alttan alta verildiğini hatırlatalım. Dolayısıyla bu noktada Mia’nın Riley olan ilişkisinin de tekinsizleştiği bazı noktalar var. Ruh çağırma seansında Jade’in erkek arkadaşı -Mia’nın da eski erkek arkadaşı- olan Daniel’ın normalde asla söylemeyeceği sırlarının, ruh aracılığıyla ortaya saçıldığını görürüz. Jade’in ona dokunmasına katlanamadığını söyler ve Mia’ya arzuyla bakar. Burada ruhların aslında ele geçirdikleri bedenin en karanlık korku ve arzularına da erişimi olduğunu görürüz. Mia ilk defa ruhu içeri aldığında, ruhun Riley’ye yöneldiğini ve gülerek onu öldüreceğini söyler. Riley bu durumdan fazlaca korkar. Buradaki en tekinsiz nokta Mia’nın ayıldıktan sonra bu deneyimden çok hoşlandığını söylemesidir. O gece yanına gelen Riley’ye sarılır, fakat yönetmenler bu sahneyi oldukça muğlak bir yerde sonlandırırlar. Mia elini uykudaki Riley’nin boynunun üzerine doğru kaldırır ve sahne kesilir, orada ne olduğunu öğrenemeyiz. Ancak Mia’nın Jade ve ailesiyle olan ilişkisinin sağlıksız taraflarına bir göndermedir sanki bu, Riley’nin yerine geçmek istemekte, böylece Jade’in kardeşi ya da âşığı olarak aileye katılmayı hedeflemektedir sanki – bu nedenle de Riley’nin ölümünü arzuluyor gibidir bilinçdışında. 

Araba sahnesine geri dönecek olursak, Mia ve Riley yolda yaralı bir kanguruyla karşılaşırlar. Riley, Mia’dan artık kurtuluş şansı olmayan kanguruyu ezmesini ve acısına son vermesini ister. Mia ise bunu yapamaz ve yoluna devam eder. Tıpkı Kapan (Get Out, 2017) filmindeki geyik sahnesi gibi, geleceğe dair uğursuz bir işaret, aynı zamanda filmdeki ana çatışmanın da bir özeti gibidir bu an. Filmin ilerleyen dakikalarında Mia aynı çelişkiyle bir kez daha karşılaşacaktır çünkü. Ruhlar, Riley’nin ruhunun (Ruhlar Bölgesi’ndeki gibi) dünyalar arası bir arafta kaldığını ve ölüler tarafından paramparça edildiğini söyler. Annesinin ruhu (muhtemelen gerçek olmayan bir kopyası) Mia’ya, eğer Riley’yi bu acıdan kurtarmak istiyorsa onu öldürmesi gerektiğinde ısrar eder. Mia’nın, kanguru sahnesiyle de ortaya koyulan ana çatışması tam da budur: Yaşamak, acıya ağır mı basmalıdır? Yoksa dayanılmaz bir acı karşısında ölüm bir çözüm olabilir mi? Elbette bu sorular Mia’nın annesinin hikâyesine ve neden yasını sağlıklı şekilde yaşayamadığına da bağlanır. Annesi, intiharından önce yazdığı bir mektupta çok acı çektiğini ve ölümün kendisi için tek çare olduğunu söyler ve kocasıyla kızından özür diler. Bu gerçeği ve ölümü kabullenemeyen Mia, annesinin sahte ruhuyla ilişkisini sürdürmek pahasına Riley’yi öldürmeye karar verir. Filmin son anda direksiyonu kırdığı yer, Mia’nın ruhunun kurtulduğunun da bir kanıtı gibidir. Riley’ye acı çektirmemek ve onu öldürmemek için kendini öldürmeyi seçtiği an, annesinin intiharını kabullendiği -hatta anladığı- andır aynı zamanda. Annesinin gerçek ya da sembolik olarak içine girmesine ve onunla konuşmasına izin verdiği andır bu. Film, “İçime girmene izin veriyorum” cümlesiyle biter ve Mia için nihayetinde ölmek, yeryüzünde konuşmayı seçtiği bedenlerin sahte ruhları arasında sıkışıp kaldığı sonsuz bir kayboluş hâlidir. 

Notlar

1 Korku türünde, özellikle de slasher filmleri için kullanılan ve filmin sonunda genelde hayatta kalan karaktere verilen isim.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.